0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
109
Okunma

Bu bir itham değil; bir sorgudur. Bir öfke boşalması değil; bir muhasebedir. Çünkü aile dediğimiz şey, bir sloganın, bir yılın ya da bir afişin üzerinde duramayacak kadar ağırdır. Aile, insanın omzuna binen ilk yük, ilk sığınak ve çoğu zaman da ilk imtihandır.
Soru, Aileyi neye karşı koruyoruz? Kime karşı yüceltiyoruz? Ve neden destek veriyoruz?
Bu soruların cevabı, niyet beyanlarından çok uygulamalarda saklıdır. Zira niyetler konuşur, uygulamalar karar verir.
Ailenin Düşmanı Kim?
Bir kamu otoritesi “aileyi koruyoruz” dediğinde, doğal olarak bir tehlike tarif eder. Çünkü koruma, ancak bir tehdit varsa anlamlıdır. Peki bu tehdit nedir? Yoksulluk mu? İşsizlik mi? Barınma krizi mi? Ruhsal tükenmişlik mi? Yoksa aileyi aile yapan bağların çözülmesi mi?
Eğer tehdit bunlarsa, çözümün adresi açıktır: Güvenli gelir, adil paylaşım, ulaşılabilir konut, onurlu emeklilik, çocukların geleceğe dair umut besleyebilmesi… Fakat uygulamada karşılaştığımız tablo, tehdidin başka bir yerden tarif edildiğini düşündürüyor. Tehdit bazen “yanlış yaşam tarzı”, bazen “uygunsuz tercih”, bazen de “istatistiklere uymayan aile biçimi” olarak karşımıza çıkıyor.
Aileyi korumak, onu bir kalıba sokmakla karıştırıldığında, koruma birden denetime; denetim de cezalandırmaya dönüşüyor.
Kızılay’daki Pansiyonlar ve Emekliler Meselesi
Ankara’nın göbeğinde, Kızılay’da, bir pansiyon odasında kalan emeklileri düşünelim. Kimdir bu insanlar? Hayattan usanmış, evini keyfinden terk etmiş, macera arayan, eğlence peşinde koşan bir güruh mu? Yoksa yıllarca çalışmış, prim ödemiş, vergisini vermiş; ama bugün kirayı, faturayı, mutfağı aynı anda çeviremeyen insanlar mı?
Bir emeklinin pansiyon odasına düşmesi, bir “tercih” midir yoksa bir “son durak” mı?
Eğer bu insanlar gerçekten keyiflerinden oralardaysa, mesele yok. Ama ya keyif değilse? Ya bu bir zorunluluksa? Ya evini kaybetmişse, ya ailesinin yanına sığamamışsa, ya çocuklarına yük olmamak için kendini görünmez kılmayı seçmişse?
Aileyi koruma iddiasındaki bir bakış, önce bu soruları sormalıydı. Çünkü aile, yalnızca anne-baba-çocuk üçgeni değil; aynı zamanda yaşlısıyla, emeklisiyle, düşeniyle ayakta kalan bir bütündür.
Ekrandaki Aile, Hayattaki Aile
Bir yanda “aile yılı” afişleri, öte yanda ekranlarda normalleştirilen bir başka dil… Dizilerde ve filmlerde, ilişkilerin hoyratlaştığı, sadakatin alay konusu edildiği, saygının güç gösterisine dönüştüğü sahneler.
Kadının sevgilisinin, kadının kocasına meydan okuduğu, fırça attığı, rest çektiği sahneler artık şaşırtmıyor. Çünkü “olacak o kadar”; nasıl olsa aile yılı.
Burada mesele sanat değildir; sansür hiç değildir. Mesele, kamusal söylem ile kültürel üretim arasındaki derin çelişkidir. Aileyi yücelttiğini söyleyen bir iklimde, aile bağlarının bu kadar sıradanlaşması tesadüf müdür?
Eğer aile gerçekten korunacaksa, bu yalnızca vaazla değil; kültürle, dille ve örnekle olur.
Yardım Kriterleri ve Boşanma Paradoksu
En can yakıcı sorulardan biri burada duruyor: Yardımlar.
Resmî olarak boşanmış kadınların çocuklarına sağlanan destekler ile fiilen ayrı yaşadığı halde resmî olarak boşanmamış kadınların çocuklarının görmezden gelinmesi… Bu tablo ne söylüyor bize?
Mesaj şu mu: “Yardımı tam almak için aileyi resmen bitirin.”
Eğer böyleyse, bu bir sosyal politika değil; bir teşvik mekanizmasıdır. Aileyi ayakta tutmakla yükümlü bir yapının, fiilen boşanmayı daha rasyonel bir seçenek haline getirmesi büyük bir çelişkidir.
Burada kim cezalandırılıyor? Resmî süreci tamamlamadığı için mi, zor durumda olan? Yoksa “henüz” kopmamış bir bağı sürdürmeye çalışan mı?
Aileyi korumak, bazen kopmuş olanı onarmaya çalışmaktır; kopmayı hızlandırmak değil.
Bürokrasi mi, Şefkat mi?
Bu kadar personel, bu kadar bütçe, bu kadar proje… Peki sonuç?
Eğer aile hâlâ kırılgansa, gençler evlilikten kaçıyorsa, çocuklar yoksullukla büyüyorsa, yaşlılar pansiyon odalarında yalnızlığa mahkûmsa; o zaman şu soru meşrudur:
Bu yapı gerçekten aileyi korumak için mi var, yoksa aile üzerinden bir yönetim dili kurmak için mi?
Bir bakanlığın başarısı, kaç broşür bastığıyla değil; kaç hayatı onardığıyla ölçülür.
Vergi, Vicdan ve Meşruiyet
“Biz böyle bir sonucu doğuran yapıyı kendi vergilerimizle sürdürmek zorunda mıyız?” sorusu, radikal değil; demokratiktir.
Vergi, yalnızca bir mali yük değil; bir rızadır. Bu rıza, adaletle beslendiğinde güçlenir; çelişkiyle karşılaştığında zayıflar.
Eğer yurttaş, ödediği verginin aileyi birleştirmediğini; aksine parçalayan sonuçlar ürettiğini düşünüyorsa, bu sorgu kaçınılmazdır.
Aile Bir Slogan Değildir
Aile, bir yılın teması olamayacak kadar derindir. Bir kampanya cümlesine sığmayacak kadar yaralıdır.
Aileyi korumak istiyorsak, önce onu dinlemeliyiz. Emeklinin sessizliğini, annenin çaresizliğini, çocuğun geleceksizliğini, gencin korkusunu…
Aileyi yüceltmek, onu kutsal bir vitrine koymak değil; hayatın içinde ayakta tutmaktır.
Burada Çelişkileri görmeye, soruları ciddiye almaya, ironiyi savunma mekanizması değil; uyarı olarak okumaya davet ediyorum...
Aile, korunacaksa önce yanlış sorulardan korunmalıdır.
Ve belki de en zor soru şudur, Aileyi gerçekten seviyor muyuz, yoksa yalnızca onun adına konuşmayı mı seviyoruz?
Cevap, tabelalarda değil; pansiyon odalarında, yardım kuyruklarında, dizilerin diyaloglarında ve çocukların gözlerinde duruyor.
Erol kekeç/19.12.2025/Sancaktepe/İST