0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
53
Okunma

Adam Elinde bir fincan kahveyle cam kenarına duruyordu. Şehrinin yağmurunu hep böyle izlerdi; sanki yağmur, söyleyemediği cümleleri onun yerine döküyordu sokağa. Soğuk, sadece havada değil, hatıralarındaydı da. İçinde derin bir özlem vardı ama bunu kimseye belli etmezdi. Gurur, ona öğretilmiş bir susma biçimiydi. Özlemek vardı, evet; ama dönmek yoktu.
Kadın ise geçmişin izlerini hâlâ üzerinde taşıyordu. Kırılmış gururunu iyileştirmek yerine, onu büyütmüş, yorumlamış, keskinleştirmişti. Her kelimeyi başka bir anlama çekiyor, her sessizliği bir tehdit gibi algılıyordu. Sevilmiş olmanın huzurunu değil, terk edilme ihtimalinin korkusunu besliyordu içinde. Saplantı dediğimiz şey, bazen sadece iyileşmemiş bir yaradır.
Başlangıçları karşılıklıydı. Aynı masada paylaşılan tatlar, aynı tabaktan alınan lokmalar, Galata’da yağmura yakalanıp ıslanan saçlar… İstanbul o zamanlar başka kokuyordu. Kahve daha acı, rakı daha cesur, geceler daha uzun geliyordu. Soğuğa rağmen içleri sıcaktı; çünkü henüz kimse üstün gelmeye çalışmıyordu.
Zamanla denge bozuldu. Kadın geçmişi bugünün önüne koydu, adam suskunluğu seçti. Adam sustukça kadın daha çok konuştu; kadın konuştukça adam daha çok içine çekildi. İlişki, iki kişinin yan yana durduğu ama aynı yere bakamadığı bir hâle dönüştü. Karşılıklı başlayan bağ, tek taraflı bitirilen bir savaşa evrildi.
Adam gitmedi aslında; sadece geri çekildi. Gururundan değil, kendini kaybetmemek için. Özlemi cebinde taşıdı, ses etmedi. Kadın ise gitmiş saydı onu; çünkü kalmak istediği gibi kalmamıştı. İşte toksik olan tam da buydu: Sevmekten çok, yarıştırılan duygular.
Şehir yine yağmurluydu o gün. Adam yine cam kenarındaydı. Dışarıda soğuk, içeride yarım kalmış cümleler vardı. Özlem geçmemişti ama kabullenilmişti. Bazı ilişkiler bitmez; sadece insanın içindeki yerini değiştirir. Ve bazen en gururlu vedalar, en sessiz olanlardır.