0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
27
Okunma
İnsanın canı bir anda yanmaz aslında…
Yaralanmak, çoğu kez çocukluğun en sessiz köşelerinde başlar. Kimsenin fark etmediği küçük kırılmalar, duyulmamış çığlıklar, içe atılmış korkular… Zaman geçtikçe büyür, derinleşir ve insanın ruhunda görünmez bir sızıya dönüşür.
Hayatın her evresi, sanki umutsuzluğun ince bir çizgiyle etrafını sardığı uzun bir koridor gibidir. İnsan, karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışırken; umutlar birer birer senden uzaklaşır, hayaller küser, mutluluk ise yanından bile geçmez. İçinde büyüttüğün her ışık, rüzgârın önünde titreyen bir mum gibi kolayca söner.
Ve sen düşünürsün…
“Umutlarım ne zaman gerçek olacak?
Hayallerim hangi gün yüzü görecek?”
Ama hayat, bazen cevabı olmayan sorularla sınar insanı. Beklentilerin boş kalır; doldurmaya çalıştıkça dibi görünmeyen bir çuval gibi elinden kayar gider. Ne kadar çabalarsan çabala, içindeki eksiklik hep bir adım önde yürür.
Çocukluğunda başlayan o ilk yaralar, yıllar geçtikçe bedeninde kabuk bağlar; fakat ruhunun derinliklerinde hep taze kalır. Ne zaman yalnız kalsan o eski sızı yeniden yoklar; ne zaman gülmeye çekinsen, geçmişin gölgesi yüzüne düşer. Bazen en çok acıtan, yaşamın kendisi değil; o yaşamın içinde kendini nerede konumlandıramadığındır.
Hayat sürprizlerle doludur derler…
Oysa bazen bu sürprizler mutluluğu değil, sabretmeyi öğretir. Kırıldıkça öğrenirsin; düştükçe güçlenirsin. Her yara biraz daha olgunlaştırır, her acı ruhunda başka bir derinlik bırakır.
Belki de yaralar, bizi zayıf yapan değil; insan yapan şeydir.
Belki de karanlığı hissetmeden ışığın değerini anlamak mümkün değildir.
Ve sonunda anlarız ki:
En derin sessizlikler, en gürültülü yaraların içinden doğar.
İnsan, acısıyla büyür; yaralarıyla tamamlanır.
Ve bazen iyileşmek, sadece acıyı kabullenmekten geçer.