Kötülük etmeden pişman olmanın en iyi şekli, iyilik etmektir. bretonne
Halil GÜLEL
Halil GÜLEL

BBH - Şişedeki Aşk Sırrı

Yorum

BBH - Şişedeki Aşk Sırrı

( 2 kişi )

1

Yorum

2

Beğeni

5,0

Puan

42

Okunma

BBH - Şişedeki Aşk Sırrı

BBH - Şişedeki Aşk Sırrı

ŞİŞEDEKİ AŞK SIRRI
Sevcan, o sabah dere kenarında yürürken ayaklarına dolanan cam şişeyi fark etti. İçinde buruşturulmuş bir kâğıt vardı. Şişeyi alıp kapağını çıkardığında, yağlı kâğıda su ve su gibi sıvı şeyler ile bozulmayan keçe bir siyah kalemle yazılmış satırlarla göz göze geldi:
“Hayat garip bir akıntı, tutunacak bir kıyısı yok. Eğer bu yazıyı biri bulursa… bil ki yalnız değilim.”
Altında bir isim: İrfan.
O andan sonra Sevcan’ın kalbi ilk kez bir satıra çarptı. Kâğıdı defterine yapıştırdı, ismi her gün tekrar okudu. İki hafta sonra okulun fen laboratuvarında, üst sınıflardan biri sınıflarına geldi. Bir okul gezisi hakkında tanıtım yapacaktı. Beyaz gömleğinin cebine kurşun kalem takmış, defterini sımsıkı tutuyordu. Sınıf öğretmeni, “İrfan, bu da bizim gururumuz” deyince Sevcan’ın gözleri büyüdü.
O İrfan belki bu olabilirdi. Yani şişeden çıkan kağıtta yazan belki, kim bilir bu olabilirdi diye kimsenin duymayacağı bir şekilde fısıldadı...
Sevcan, o gelen öğrenciden iki sınıf küçüktü ama artık aklı büyük şeylere erecek duruma gelmekteydi… bu günlerde Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan cin gibi o şişede bulduğu İrfan” yazılı kağıtta aklı kalmıştı.
Her teneffüs pencereden bakar, bahçede yürüyen İrfan’ı arardı. Kâğıda yazdığı ama asla cevap göndermediği satırlarla büyüdü bu aşk. görürsen de tanışma diyor bilmediği bir delikanlı olan İrfan’ı, bu okulun öğrencisi olan İrfan ile aynı kefeye koyuyordu. Bazen gülümseyerek “bu İrfan, kim bilir belki o İrfan” diye içinden geçiriyordu.
İrfan, liseyi bitirdiğinde ailesi büyük bir kutlama yaptı. O yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümüne kazandı ve makine bölümüne kayıt olmaya giderken biçmiş olduğu lisenin duvarına küçük bir not bıraktı:
“Bazı tanışmalar rastlantı değildir. Bazı bakışlar bir ömre sığar.” diye bir yazı yazıp altına da köşeli harfler ile sadece İrfan yazdı. Aslında irfan dereye bırakmış olduğu şişedeki yazıyı kimin bulduğunu bilmiyordu. Elbette bulan bu şifreyi anlar diye düşünmüştü…
Sevcan o yaz sabahı o duvarın dibine tekrar geldi ve o yazıyı okurken gözlerinden iki damla yaş aktı. Ama kimsenin bilmediği bu gizli aşkından dolayı hiç kimseye ve de kendine dahi küsmedi. Hayat devam ediyordu.
Her yaz tatile geldiğinde bu esrarengiz tutku ile heyecanlı olay yeniden başlardı. İrfan köye dönerdi, Sevcan saçlarını rüzgârda uçurur, en güzel elbisesini giyer, çeşme başında dururdu. Konuşmalar hep kısa olurdu. Ama gözler… hep uzun bakışları haftalarca yaşatırdı. Artık Sevcan da İrfan da birbirlerine karşı gönül bağı olduğunu biliyorlardı. Mektuplar gönülden gönüle köprü kurarak sevda çiçeklerinin yetişmesini sağladılar.
İrfan üniversitenin son sınıfına gelmişti ve projelerini yapıp stajlarını tamamlarken bir yandan da gelecek planları arasında zihni doluydu ama bir köşesinde hâlâ Sevcan vardı. Yaz tatillerinde, köylerindeki evlerinin bahçesinde bulunan koca dut ağacının altında Sevcan ile oturup saatlerce sohbet ettikleri o güzel anları hep hatırlardı. Onun gülüşünü, gözlerini, susarak ve bakışlarıyla söylediklerini…
Sevcan da ise hayat sadece İrfan ile sürüyor ve bir nevi onunla dünya dönüyordu. İrfan’ın küçük kız kardeşi Tülay, Sevcan‘ın üniversitede de sınıf arkadaşıydı. Tülay okulda Sevcan’ın kulağına eğilip fısıldardı:
“Abim dün gece seni rüyasında görmüş.” Ya da bir başka gün: “Annem diyor ki, artık bir nişan yapalım, herkes bilsin.”
Ve öyle de oldu. Bir sonbahar akşamı, İrfan İstanbul’dan geldiğinde mütevazı bir nişan yapıldı. Sevcan’ın parmağındaki yüzük, artık hem bir umut, hem de bir bekleyişin simgesiydi.
Mezuniyet yaklaştığında İrfan’a bir Amerika vakfı bir burs imkanı verdi. Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yapması için büyük bir fırsat eline geçmişti. Hocaları bol övgülü tavsiye mektupları hazırlayıp ona verdiler, ailesi de gururla destekledi. Sevcan bir şey demedi. Gözleri doldu ama sustu. Onu tutmak değil, uğurlamak gerekirdi.
İrfan giderken Sevcan’a bir defter bıraktı:
“Her ay yazacağım. Sen de bu deftere benim yerime yaz. Belki bir gün birlikte okuruz.”
İlk ay mektup geldi. Uzun, sevgi dolu, içten satırlarla…
“Boston soğuk ama hayalin içimi ısıtıyor…” diye başlayan bu cümle çok hoşuna gitmişti. “Burada sabah kahvemi içerken seni düşünüyorum…” diye bu cümleyi okuyunca sanki karşısında İrfan oturuyordu. “Her köşe başında gözlerin var gibi geliyor…”
İkinci ay yine geldi. Üçüncü ay… biraz daha kısa. Dördüncü ay… Sonraki bir mektup ancak iki buçuk ay sonra geldi. Ve sadece birkaç cümle: “Çalışmalarım çok yoğun. Sana yazamadığım için üzgünüm. Umarım iyisindir.”
Sevcan defteri eline aldı, yazamadı. Her ay bir zarf bekledi posta kutusunda. Bir mektup gelmeyince sanki kalbinden bir yaprak kopmuş gibi oluyordu ve sonra… bir mektup geldi:
“Zaman burada başka akıyor. Kendime yeni bir düzen kurmam gerek. Lütfen beni anla.”
Artık cümleler uzamıyor, kelimeler ısınmıyor ve ısıtmıyordu, kağıt kokusu bile soğuktu. Sevcan sessizce yüzüğünü çıkarıp kutusuna koydu ve o akşam dere kenarına gitti. Aynı şişenin bir benzerini bu kez kendisi attı. İçine tek cümle yazmıştı: “Bazı sevgiler yalnızca yazılır, yaşanmazmış…”
Artık sessizliğin dili ve mevsimi başlamıştı. Aradan dört yıl geçti. Sevcan, artık mektup beklemiyordu. Sadece ara sıra köy kahvesinde, okulda, pazarda kulağına çalınan dedikoduları duyunca sinirleniyordu.
“İrfan Amerika’da bir kızla evlenmiş mi…” derken, bir başkası da “Çocuğu da olmuş diyorlar…” deyin Sevcan’ın yüreğini kanatırken; pervasızca “Gören olmuş, yan yana el ele geziyormuş…” diyenler, sözlerinin etkisini görmek için yan gözle soğuk soğuk bakıyordu.
Her cümle bir hançer gibi saplanıyordu yüreğine ama Sevcan hiçbirine inanmak istemiyordu. Tülay’a güveniyordu, en azından “abimin nesi varsa ben bilirim” diyecek kadar yakın hissettiği bir dostu idi. Ama Tülay da artık kaçamak davranmaya başlamıştı. Göz göze gelmekten kaçıyor, mektuplardan bahsetmiyor, “çok yoğun, yazamıyor” diyerek soruları geçiştiriyordu.
Bu suskunluk, Sevcan’ın içini kemiriyordu. Bir sabah, kararını verdi. “Bitecek bu belirsizlik,” deyip üzerine beyaz gömleğini giydi, saçlarını taradı, Tülayların evine gitti. Kapıyı Tülay’ın annesi açtı.
“Buyur kızım, geç…” dedi kadın kısa bir ses tonuyla ve kapıyı araladı.
Evde garip bir sessizlik vardı. Sanki bir şey olmuştu ama kimse söylemiyordu. Tülay yukarıdan seslendi:
“Gel Sevcan, odamdayım.”
Odaya çıktılar. Sevcan, sessizce oturdu. Dudakları kupkuruydu.
“Su ister misin?” dedi Tülay.
“Olur,” dedi Sevcan, zor duyulan bir sesle.
Tülay odadan çıkınca, gözleri masadaki dağınıklığa takıldı. Açık duran bir zarf, yarı dışarı sarkmış bir kâğıt… İçini bir ürperti kapladı. Gözle kaş arasında elini uzattı. İrfan’dan gelmiş bir mektubu alıp çantasına koydu. Tülay bir bardak su ile döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi durumunu belli etmedi. İki yudum su içip, rahatsızlık vermiş gibi yerinden kalktı.
“Ben gideyim…” dedi.
Tülay’ın gözleri, bir şey demek ister gibi yere bakıyordu ama sustu. Herkes susuyordu zaten. Eve gelir gelmez çantasını açtı. Mektubu çıkardı. Elleri titriyordu. Zarfın içinden bir fotoğraf düştü.
Bir kadın, koyu tenli, gülümseyen. İrfan’ın boynuna sarılmış. İrfan ise kucağında kara üzüm tanesi gibi, kıvırcık saçlı bir çocuğu sevgiyle sarmıştı. Çocuk yaklaşık iki yaşında gösteriyordu. Gözleri yuvarlak, burnu babasına benziyordu.
Sevcan oturduğu sandalyede dondu kaldı. İçinden bir cümle geçmedi. Gözlerinden bir yaş bile düşmedi önce. Sadece eliyle yavaşça mektubu açtı:
“Tülay, artık senden de saklayamam. Aileme ne zaman ne şekilde izah edeceğimi bilemiyorum. Marianne ve ben bir süredir birlikteyiz. David doğduğundan beri birçok şey değişti. Evlenmek, düzen kurmak… Sanırım artık dönmek diye bir şey yok. Ne Sevcan’a ne size bu durumu nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Sanki bir çıkmaz sokakta gibiyim. Affedin beni.”
Fotoğrafı yere bıraktı. Kendi iç sesi kulağında çınladı:
“Bazı sevgiler sadece yazılırmış. Bazı aşklar… mektubun pulunda kalırmış.”
Kırılan kalbi ile Sevcan, adeta olgun bir kadın oldu. Fotoğraf hâlâ masasının köşesinde duruyordu. Üç gündür dokunmamıştı. Ne kaldırabilmişti, ne bakabilmişti. Sanki gözleriyle yakalanmıştı ama yüreği hâlâ inkâr ediyordu.
Dördüncü günün sabahı, Sevcan pencereden dışarıya baktı. Kış gelmekteydi. Havada bulutlar kül rengindeydi. Fakat, odanın içerisi daha soğuktu.
Annesi sessizce kahvaltıyı hazırladı, babası gazeteye gömüldü. Kimse bir şey sormadı. Sanki herkes duymuş, ama onun söylemesini bekliyordu. Sevcan, ilk kez yüzüğünü sobanın içindeki közün üstüne bıraktı. Kısa bir “tıss” sesi… Bir ömürlük yankısı…
O günden sonra Sevcan kendini kaybetti. Göz göze gelmekten kaçtı. Tülay ile de görüşmedi. Sadece okula gidip geldi. Defter kenarlarına hiçbir şey yazmadı. Ne mektup, ne şiir…
Bir gün öğretmeni koluna dokundu:
“Sevcan, sen artık bir hikâyesin. Ama bitmiş değil. Belki yeni başlıyordur.”
O söz onun kulağında çınladı. Ve o gece Sevcan defterini açtı. Sayfaya ilk cümlesini yazdı:
“Ben Sevcanım. Bir aşkın küllerinden doğan kadınım.”
Aylar geçti. Mezun oldu. Bir köy okuluna tayin istedi. Dağlar arasındaki küçük bir yere. Herkes şaşırdı.
“Senin yerin şehir, Sevcan,” dediler.
Ama o bilerek yalnızlığı seçti. Çünkü yeniden başlamak için önce kendini dinlemesi gerekiyordu. Yeni okulunda çocuklara masal anlattı. Ama onların gözlerine bakarken kendi masalının da değiştiğini fark etti. Artık başkahraman, İrfan değildi. Kendisi, Sevcan’dı.
Bir gün, bir kız öğrenci ona mektup verdi.
“Bu da sizin için hocam. Ben yazdım ama içinde sizin isminiz geçtiği için.”
Mektupta şu yazıyordu: “Birini çok seversen, o seni bıraksa bile sen o sevgiden tükenme. Çünkü sevgi senin içinde yaşarsa, senden bir şey eksilmez. O seni büyütür.”
Sevcan mektubu kapattı. Gülümsedi. Ve ilk defa içinden geçirdi:
“Ben sevilmemiş olabilirim. Ama ben sevmiştim. Ve bu bile yeter.”
Mektuplar düşünce kapılar kapandı. Beş ay boyunca Sevcan için için yandı kül oldu artık yanacak yer kalmamıştı. Sadece her sabah aynaya bakıyor, yüzündeki yeni ifadeye alışmaya çalışıyordu.
Kırgınlık değil, küskünlük değil… Bir yabancıya dönüşmenin dinginliği. Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Artık satırlara sığınıyordu.
Sınıfta Homeros’u anlatırken, Truva’nın toprak altındaki katmanlarında gömülü sırları öğrencilerine aktarırken, kendi içindeki savaşı da sessizce yaşıyordu.
Beş ay sonra hafta sonu izninde memleketine geldi. Gelirken çantasına yalnızca defterini güzel bir ambalaja sardıktan sonra Tülaygilin kapısını çaldı.
Kapı yine donuk bir ifadeyle açıldı. Tülay’ın annesi biraz daha yumuşak ama hâlâ temkinliydi.
“Kızım hoşgelmişsin. Tülay da yukarıda, odasında. İstersen yanına çıkabilirsin.”
Hiçbir şey olmamış gibi rahatça yukarıya çıktı. Tülay, onu, kapıda karşısında görünce çok şaşırdı. Sevcan tebessüm ederek selam verince, Tülay’da;
“Hoş geldin…” dedi ama sesi kararsızdı.
İçeri geçtiler.
Sevcan bu sefer sükûnet içindeydi. Bir iki kelime söyledikten sonra “Bir bardak su alabilir miyim?” dedi.
Tülay çıkarken gözleri masaya ilişti. Zarif bir hareketle çantasından mektubu çıkardı, masanın kenarına bıraktı. Tıpkı yanlışlıkla düşmüş gibi. Tıpkı “Ben bunu hiç görmedim” dercesine. Tülay döndüğünde mektubu fark etti. Gözleri bir an Sevcan’a takıldı ama Sevcan sadece gülümsedi:
“Truva mitolojisini anlatıyorum bu ara öğrencilerime. Bilirsin, hep bir yüzleşme vardır o hikâyelerde. Hep bir kaçış ve bir geri dönüş… Benim tayinim çıktı. Ayvalık Lisesine. Denizin sesini özlemişim.”
Tülay hiçbir şey demedi. Belki içinde bir “özür” kıpırdadı. Ama geç kaldı.
İkindi ezanı açık pencereden dalga galga içeri süzülürken Sevcan ayağa kalktı.
“Ben artık kalkayım,” dedi.
“Yemek yiyecektik?” dedi Tülay’ın annesi aşağıdan.
“Teşekkür ederim, akşama subay olan bir akrabam uğrayacak. Geç kalmayayım.”
Kapının eşiğine geldiğinde ardına bile bakmadı. Çünkü bazı evlerden çıkarken, insan geriye değil, ileriye ve kendine bakar.
İki gün sonra akşam üzeri Ayvalık’a tayin edilen genç bir öğretmen, kaldığı pansiyonun penceresinden ufka yaklaşan güneşin deniz üzerinde çıkardığı yangını izlerken, defterine şunu yazdı:
“Truva da yaşanıp yok edilen aşıkların ve aşklarının yerlerine köyler, kasabalar, şehirler kurulmuş. Benim kalbim de öyle Sevcan… Yaralı, ama şimdi üzerinde yeni bir şehir yükseliyor.”
Aradan üç sene geçti. Sevcan Balıkesirli Balkanlardan gelmiş bir Türk göçmeni olan tarih öğretmeni Mestan bey ile hayatını birleştirdi. Artık irfan ve Tülay isimleri adeta onun beyninden silinmiş gibiydi.
İki çocukları oldu oğlanın adı Kemal, kızın adı da Yurdagül idi. Birgün Bergama harabelerini gezerken, Sevcan çocuklarla ilgileniyordu. Müze yakınlarında dolaşan Mestan, siyahi bir Amerikalı kadın turiste İngilizce o bölgenin tarihinden bahsediyordu.
Mestan öğrencilik yıllarında kültür bakanlığında tarihi yerler gezi rehberi olduğu için çok güzel anlatıyordu. Sevcan, onu büyük bir hayranlıkla izliyordu. Adının Marianne olduğunu öğrendiği Amerikalı kadında zevkle dinliyordu.
Sevcanın gelenlere karşı sırtı dönüktü. Birisi Marianne diye seslendi.
Marianne hemen sesin geldiği tarafa döndü ve gülümseyerek gidip onun elini tutup Mestan’ın yanına getirdi ve İngilizce benim kocam diyerek tanıştırdı. Marianne, Mestan’a oğlunun adının David, kızının adının da Jacklin diye söyledi. Yanındaki iki çocukla birlikte olan adam Mestan’a Türkçe “Merhaba” diyerek elini uzattı. O anda onu Sevcan gördü;
“İrfan, sen ha!” deyip sessizce oradan ayrıldı.
Yıllar sonra Sevcan, emekli olmuş bir edebiyat öğretmeni olarak, Ayvalık’ın eski bir taş evinde çocuklarına ve torunlarına masallar anlatıyordu.
Ama onun masalları peri kızlarıyla cücelerle değil, bir nevi gidenlerden, kalanlardan, susanlardan ve yeniden doğanlardan bahsediyordu.
Kemal mühendis olmuştu, Yurdagül ise tiyatroya merak salmış, Ankara’da sahneye çıkıyordu.
Mestan hâlâ sabahları kahvesini demleyip gazetelerine gömülerek vaktini değerlendiriyordu. Ara sıra gözlüğünü düzelttikten sonra gülümseyerek Sevcan’a;
“Hayat, ihtişamlı büyük gösteriler ile değil, küçük sadelikler üzerine kurulmuştur” diye filozofça cümleler söylüyordu.
Bir gün, evin bahçesinde otururken Sevcan küçük torunu Gülce’nin sorusuna yakalandı:
“Anneanne… sen hiç âşık oldun mu?”
Sevcan bir süre sustu.
Sonra başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. Bir kuş süzülüyordu uzakta.
“Oldum,” dedi. “Çok sevdim. Ama her sevda bir ömre sığmaz. Bazısı suya yazılır, bazısı da yüreğe…”
Gülce bir şey anlamamış gibi başını yana eğdi. Sevcan onun saçlarını okşadı, sonra küçük bir kâğıt parçası alıp cam bir şişeye koydu.
Yazdığı tek cümle şuydu:
“Sevgiler, sevgiyle başlar, sabırla büyür, şefkatle yaşar ve sessizlikle biter.”
Şişeyi torunun eline verdi:
“Haydi, denize atalım. Belki biri bulur. Belki de sadece su içindeki balıklar dinlerde birbirine aşık olurlar.”
O gün, Sevcan’ın hikâyesi denizle buluştu. Kalbi hâlâ çarşaf gibi sakin olan deniz üstünde yüzüyordu.
Ama artık arkasına değil, kendi içine doğru.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 08.05.2025
(Bu Bizim Hikayemiz)

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (2)

5.0

100% (2)

Bbh - şişedeki aşk sırrı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Bbh - şişedeki aşk sırrı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
BBH - Şişedeki Aşk Sırrı yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Murat Kahraman Murâdî
Murat Kahraman Murâdî, @murat-kahraman-mur-d
12.12.2025 11:35:16
5 puan verdi
Kalemine yüreğine sağlık değerli Halil bey Üstadım.. hikaye çok etkileyiciydi. Tebriklerimi arz ederim.
Saygılarımla.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL