0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
37
Okunma
Soğuk ve kasvetli aralık ayında, mavi bir pazartesi günü sabahı zihnimden süzülüp harflere, hecelere, kelimelere, cümlelere ve nihayetinde yazıya dönüşecek olan düşünce nedir? Yine bir yakınma, bir hayıflanma bir ağlama yazısı mıdır dökülen bembeyaz sayfaya yoksa? Geçim derdinden, kimsesizlikten bahseden bir metin midir ya da kötü çocukluk anılarından birisi daha mı geliyordur? Bu soğuk havada bilgisayarın başında hangi motivasyonla ile yazılacaktır düşünülenler? Okuyanlarda bir acıma hissi mi uyandıracaktır ya da okunmaya değer bulunmayacak mıdır? Yazıyı yazan fani yine tekrara düşmekten yakınacak mıdır yazının sonunda? Belki de paylaşmaya değer bulmayacaktır tüm yazdıklarını. Çünkü çoğu zaman öyle oluyordur; yazılanlar oldukça kişisel olunca ya da bir başka yazının tekrarı olunca paylaşmaya değer bulunmuyordur. Olabilir. Yeni doğmuş bu yazının geleceği için tüm bu ihtimaller olasıdır yani vardır. Zira tüm ömrü birkaç kilometre kara içinde geçmiş bir insanın her yazıda bambaşka şeylerden bahsetmesi rutinin dışında bir durum olacaktır. Her gün aynı sabaha uyanan, her gün aynı kişileri ve aynı yerleri gören, yıllardır yaşadığı yer gibi sorunları da değişmeyen birisinden farklı bambaşka şeylerden bahsetmesi beklenebilir mi? Müthiş derecede kuvvetli ve çeşitli bir hayal gücü varsa olabilir. Ancak hayal gücü de elbette insanın gördükleriyle yaşadıklarıyla beslenir. Bu yadsınamaz bir gerçektir.
Bir tarlaya buğday ekerseniz o tarladan elbette buğday hasat edersiniz. Tarlaya buğday ekip de ejder meyvesi hasat etmek mümkün müdür? Elbette değildir. İşte bu örnekteki gibi yazar da ne yaşıyorsa ya da ne yaşamışsa onu yazar. Yani üretim makinesine hangi hammadde girmişse ürün kısmından da o hammaddeden yapılabilen bir ürün çıkar. Ömrü boyunca Orta Anadolu’nun orta yerinde sade bir yaşam sürmüş bir adam farklı olarak ne yazabilir ki? Elbette burada insanın zihnini ne ile beslediği de önem arz eder. Yani şahsen ben içinde yaşadığım bu dünyayı gezerek, görerek, hissederek birinci elden bizzat deneyimlemiş birisi değilim. Bu tür imkanlara sahip değilim. Elbette bu tür imkanlara sahip olmak isterdim. Kim istemez ki ekmeği bizzat fırından almayı? Ama ekmeği fırından alamıyorsa insan nereden alır? Ya bakkaldan ya marketten ya da büfeden. O da olmadı un alır kendi ekmeğini kendisi yapar. Bende ekmeği bizzat fırından alacak imkanlara sahip birisi olamadığım için çoğu zaman bakkaldan marketten almayı tercih etmek zorunda kaldım. Yani kitaplar, dergiler okudum; filmler, belgeseller ve diziler izledim; şarkılar dinledim. Her yeni kitap yeni bir öykü, yeni bir macera anlattı bana. Ömrümce bırakın okyanusu herhangi bir deniz üzerinden bile geçmedim. Ama bir romanda okyanusu geçen bir gemide yolculuk edip maceralara atıldım. Belgesellerle penguenlerin yaşamına tanık oldum, Everest Tepesine tırmandım ve Afrika Yerlileri ile birlikte ava çıktım. Hatta romanlar ve hikayelerle zamanda yolculuk yaptım, uzaya bile çıktım. İşte hayal gücümü ve zihnimi bunlarla besledim. İnsan imkanları dahilinde işler yapabilir. Benim imkanlarım da bunlara yetiyordu. İmkanlarım ölçüsünde kendime bir hayal evreni kurdum. Bu evrenden süzülenleri de satırlara dökmeyi tercih ettim. Ancak elbette hayat yalnızca hayallerden oluşmuyor. Bir de gerçekliğimiz var. Doğduğumuz coğrafya, ailemiz, sosyal ve ekonomik şartlarımız ve gerçek hayattaki sorumluluklarımız.
İnsan hayalinde zamanda yolculuk yapıyor olabilir ama bu insan gerçek hayatta aynı zamanda bir toplu taşıma aracının kuytusunda seyahat ediyor olabilir. İşte hayaller ve gerçekler arasındaki bu uçurumda bir şeyler yazmaya çalışan kişidir yazmaya gönül vermiş kişi. Dünyanın en yalnız insanı dünyanın en ışıltılı aşk hikayesini yazabilir. Elbette yazamaması da ihtimaller arasındadır. Eğer hayal dünyasını kitaplar ve filmlerle beslememişse hiçbir şey de yazamayabilir. Nasıl ömrü boyunca köyde yaşamamış olan birtakım yazarlar köy romanı yazabiliyorsa ömrü boyunca köyde yaşamış birisi de kent romanları yazabilir bunun önünde bir engel yoktur. Aslında bu bir özgürlük alanıdır. Bu özgürlük alanında insanlar istedikleri gibi davranabilirler. Yazılan hikâyenin okumaya değer olup olmadığını da elbette okuyucu belirler. Ancak tüm bunların ötesinde hayatımda diğerlerinin yazdığı romanlar, hikayeler, denemeler ve şiirler olmasaydı, hiç film izlemeseydim ya da hiç müzik dinlemeseydim acaba yine de gerçek hayatımla hiç ilgisi olmayan şeyler yazabilir miydim? Elbette bunun mümkün olabileceğini sanmıyorum. Tarla metaforunda değindiğim gibi tarlaya buğday ekerseniz başka bir ürün beklemeniz abes ile iştigal olur. Bunun örneklerini tarihten de verebiliriz. Yazının icadından sonra yazıyı kullanan toplumlardan kalan eserlere bir göz attığımızda bunu kolaylıkla görebiliriz. Milattan önce üç bin yılında Antik Mısırda doğmuş olduğumuzu düşünelim. Televizyon yok, radyo yok, internet yok ve yaşadığımız yer yalnızca doğduğumuz köyden ibaret. Ömrümüz boyunca aynı köyde yaşayacağız ve aynı işleri yapacağız. Bu durumda eğer yazmak istersek ne yazabiliriz? Belki Antik Mısır’ın o zamanki tanrılarının hikayelerinde bahsederiz, belki doğduğumuz köyden ya da çevremizdeki insanlardan bahsederiz, belki büyük doğa olaylarından. Yani Antik Mısırda bir köyde bir çiftçi olarak dünyadaysak zaman yolculuğunu, uzay seyahatini düşlememiz pek olası mıdır? Açlıktan, kıtlıktan, tanrılardan, savaşlardan, doğa olaylarından ve aşktan belki ama bu sınırların dışına çıkmamız pek düşünülemez. Hayatımızın doğal akışı buna engel olur. İşte bende tam da bundan bahsetmek niyetindeyim.
Yazılarıma uzaktan yabancı bir gözle baktığımda sık sık tekrara düştüğümü fark ediyorum. Çünkü gündelik hayatımda hep aynı şeyleri yaşıyorum, aynı dertlerle dertleniyorum ve aynı şeylere seviniyorum. Bu döngünün dışına çıkabilmem neredeyse imkânsız gibi görünüyor. Ama bu döngüyü kırıp döngünün dışına çıkmam gerektiğini de biliyorum. Yazmaya gönül veren her kişi elbette ilk başta kendinden bahsederek işe başlar. Kendi yaşadıkları, kendi deneyimleri, kendi travmaları, kendi dertleri, kendi sıkıntıları oldukça büyük gibi görünen bir malzeme deposudur. Ancak bu depo zannedildiği kadar büyük değildir. Çünkü insan her ne kadar kendini eşsiz ve özel hissetse de aslında dünyadaki milyarlarca insandan yalnızca birisidir. Eşsiz zannettiği tecrübeleri herkes tarafından yaşanmaktadır. Birçok insan geçim derdi çekmektedir mesela, birçok insan âşık olmaktadır, birçok insan terk edilmektedir, birçok insan sevilmekte, birçok insan sevmektedir. Bakış açısı farklı farklıdır ama yaşanılan şeyle temelde birbirine benzerdir. Oysa biz insanlar yaşadığımız her ne ise yalnızca bizim başımıza geldiğini düşünürüz. Bu bir yanılsamadır. Elbette her insan kendine özgüdür. Ama bu kendine özgülük bir tür nadirlik kıymeti de barındırmaz. Öncelikle bu durumu kabul etmek gerekir.
Gönlünü yazmaya vermiş bir kişi ne zaman gerçek anlamda bir yazar olabilir? Elbette bu sorunun birden çok cevabı vardır. Ama bence bu sorunun gerçekten tatmin edici cevabı şudur; yazmaya gönül vermiş bir kişi ne zaman artık yazılarında kendinden bahsetmekten vazgeçerse işte o zaman gerçek manada yazar olmaya adım atmış demektir. Yani bir başka insanının hikayesini kendinden bağımsız olarak anlatabiliyorsa işte o zaman yazma eylemini gerçekleştiren kişi gerçek manada yazar sayılabilir. Elbette bu düşünce yalnızca bana ait bir düşüncedir. Ben bir edebiyat otoritesi değilim. Bu konuda karar verecek konumda da değilim.
Belki de bu noktada asıl mesele şudur: İnsan kendinden uzaklaşmadan başkasına yaklaşabilir mi? Kendini tanımadan bir başkasını sahiden anlayabilir mi? Yazmak tam da bu ikilemin orta yerinde konumlanır. Bir yandan kaçmak ister insan kendinden; kendi dertlerinden, kendi tekrarlarından, kendi dar coğrafyasından. Öte yandan yazdığı her satırda dönüp dolaşıp yine kendine çarpar. Çünkü kelimeler, farkında olunsa da olunmasa da sahibinin izlerini taşır. En kurgusal görünen hikâyede bile yazarın bir anısı, bir korkusu, bir özlemi saklıdır. Tamamen kendinden arınmış bir metin var olabilir mi, bundan da emin değilim. Belki de mümkün olan tek şey, kendini merkeze koymamak ama kendini tamamen de inkâr etmemektir. Bu yüzden yazmak biraz da terbiye işidir. Duygularını terbiye etmek, dilini terbiye etmek, kendine acıma refleksini dizginlemek, okuyucunun omzuna gereksiz yükler bindirmemeyi öğrenmek gerekir. Her yaşanan acı yazıya dönüşmek zorunda değildir. Her iç çekiş cümle olmayı hak etmez. Bazen yazmamak da yazının bir parçasıdır. Bazen kalemi masaya bırakmak, zihnin gürültüsünü susturmak ve sadece izlemek gerekir. Çünkü hayatta olduğu gibi yazıda da fazlalıklar vardır. Budanmadıkça büyüyen her şey sağlıksızdır.
İnsanın yazdıklarına dönüp bakması, kendini eleştirebilmesi de bu sürecin kaçınılmaz bir parçasıdır. Eskiden yazdıklarını okurken utanmak, sıkılmak, “bunu ben mi yazmışım” demek aslında kötü bir şey değildir. Aksine, bir mesafe oluşmuştur artık yazan kişiyle yazılan kişi arasında. Bu mesafe yoksa, gelişme de yoktur. Eğer insan dün yazdıklarını bugün hâlâ kusursuz buluyorsa, muhtemelen olduğu yerde sayıyordur. Yazmak biraz da geride bırakma cesareti ister. Eski cümleleri, eski bakışları, eski dertleri bırakabilme cesareti. Belki de asıl mesele çok yazmak değil, doğru zamanda yazmaktır. Her gün aynı yoğunlukta, aynı hevesle, aynı derinlikle yazmak mümkün değildir. Bunu kendinden beklemek insana haksızlık olur. Yazı da insan gibidir; bazen susar, bazen coşar, bazen anlamsızlaşır. Bu değişkenliği kabullenmek gerekir. Yazıyı bir görev, bir mecburiyet, bir ispat aracı hâline getirdiğimiz anda ruhunu kaybetmeye başlar. Oysa yazı, biraz da lüzumsuzluk sayesinde vardır. Kimse okumasa da yazılabilen şeydir yazı. Kimse alkışlamasa da var olabilen bir eylemdir.
Sonuçta bembeyaz sayfanın karşısına oturan insan, o gün hangi ruh hâlindeyse onu masaya bırakır. Bazen bu bir yakınmadır, bazen bir soru, bazen cevapsız bir iç dökümü. Belki yine tekrara düşülür, belki yine aynı metaforlar dolaşır durur cümlelerde. Ama yine de yazılır. Çünkü yazmamak, yazmanın mümkün olduğu bir dünyada, insanın kendine uyguladığı bir tür suskunluk cezasıdır ve belki de bütün bu döngünün içinde asıl amaç iyi yazmak değil, yazarken biraz olsun nefes alabilmektir. İşte bu soğuk ve kasvetli aralık ayında soğuk bir pazartesi sabahında zihnimden süzülüp dökülenler de bunlardı. Hesapsız ve planlamadan, İçimden geldiği gibi.