1
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
120
Okunma
Erken başlayan bir akşamın kızıllığı bozkırın tepelerinde soluyor. Sonbaharda günler iyice kısalmış, erimiş bir soluk kalmış. Kamuran atandığı köye gidiyor. Köyün minibüsü dönüş yolunda, minibüsü bırakan ilçe, geri çekilip küçülüyor. Murat’ın salına salına sıcak iklimlere doğru akan suyu, demir kanatlı köprüsü ve köprü üzerinde eve dönen nahır, ırmağın kenarında yaprakları kızarmış, ihtiyar birer anne gibi şefkatli söğütler, söğüt ağaçlarında insanı imrendiren sıcak yuvalarına tünemiş uğuldayan karga sürüsü hepsi geride kalıyor. Kamuran “işte köyüm orada” diyor. Uzaklarda bozkırın orasına burasına serpilmiş durmuş irili ufaklı köyler görülüyor. Köpek sesleri ile beraber köylerin bazısı hızla minibüsün yanından geçip gidiyor, hemen geride uzaklaşıyor. Kamuran geride kalan köylerin lojmanına imrenerek bakıyor. Uzaktan gördüğü her köye “işte benim köyüm” diyor. Ulaşıncaya kadar geçen zaman aralığında o köye bağlanıyor, lojmana yerleşip sobasını yakıyor. Sobada çay fokurdamaya başlar başlamaz köy, içinde okulu, lojmanı, lojmanın sobası ve çatıdaki dumanı vedalaşıp geride kalıyor.
Kamuran’ın ismi vilayette çekilen kurada en uzak ilçenin bir köyüne çıkmıştı. Karayazı, Malazgirt ve Patnos üçgeninde bir köydü. Kamuran’ın köyüne dair bir fikri yoktu. Ona göre önemli olan atanmış olmasıydı gerisi kolaydı. Öğretmenevinde çantasını toplandıktan sonra, yarın yolculuk var diye erkenden yatmıştı. Gece gözüne uyku girmemiş, atanma heyecanı geçmiş, yerini başka düşüncelere bırakmıştı. Uykusunda valizini alıp terminale gidiyor, minibüse biniyordu. Biraz sonra simsarın sesi yazıhaneden çıkıp geliyor, yanlış arabaya bindiğini söylüyordu. Cılız genç bir çocuk alan simsarın sesine tutunarak başka bir minibüs buluyordu. Gece bitmek bilmiyordu. Hayalinde görev yerini arayıp buluyordu. Asfalt yolda arabadan inmiş, elinde valizi öylece durmuş köyüne bakıyordu. Önünde toprak bir yol uzanıyordu. Toprak yolun bittiği yerde köy vardı. Köyün okulu uzaktan olduğu gibi görülüyordu. Lojmanın bacasından dumanlar yükseliyordu. Okulun etrafında toprak damlı taş evler vardı. Kamuran elinde valizi ile sabaha kadar bu toprak yolda dumanı tüten lojmanına doğru yürüyordu. Uyanıp yeniden uyuyor, rüya kaldığı yerden devam ediyordu.
Kamuran sabah terminale gittiğinde genç simsarın sesinden bu anı daha önceden yaşadığı rüyasını anımsadı. Simsar, minibüs dolmadan kalkmayacak diyordu. Gelen yolcular içeri girip boş buldukları koltuklara oturuyordu. Kamuran’ın elinde olsa kaldırımdan geçenleri toplayıp bir an önce yola çıkacaktı. Kamuran hayatında ilk defa uzaklara gitmek için böyle can atıyordu. Sonunda araba harekete geçti. Araba sokaklarda şöyle bir dolanıyor, bekleyen birkaç yolcuyu alıyor yine durağa gelip istop ediyordu. Durum böyle iki üç kez yineleyince yolcular arasında kargaşa başladı, şoför kayıplara karışmıştı, kendi aralarında şoförü soruyorlardı. İçlerinden biri inip yazıhaneye şoförü sormaya gitti, peşinden şoförle çıkıp geldi. Şoför içeriye uzanıp bir isim sordu, sorduğu isim henüz yoktu. Şimdi de şoför yazıhanede camın arkasında oturmuş çay içiyordu. Terminalde seyyar satıcıların sesleri köşe bucakta dolaşıyordu, bu sesler bazen iyice yaklaşıyor sonra uzaklaşıyordu. Boyacı çocuklar minibüse çıkıp iniyorlardı. Alıç satan bir çocuk elinde plastik kovası ile kafasını minibüsün içine doğru uzattı, sonra içerdeki sessizlikten o da sıkılmış olacak ki, kafasını çekip başka bir minibüse gitti. Nihayet araba sarsılmaya başladı, yolcuların yüzünde biraz rahatlama oldu fakat biraz sonra şehrin çıkışındaki benzinliğe girdi. Pompaya yanaşıp artık asla gitmeyecekmiş gibi istop etti. Minibüsün üstündeki bidonlara mazot dolduruyorlardı. Minibüsün etrafında insanlar dolanıp duruyorlardı. Kimi şoföre emanet tembihliyor, kimisi selam verip gönderiyordu. Kamuran sinirleri alınmış diğer yolcular gibi o da olayların akışına kendini bırakmıştı. Kamuran’ın yorgun kafası camda uyumuştu. Kendine geldiğinde, teypteki dengbejin sesi ile uçsuz bucaksız sarı bir düzlükte yol alıyorlardı.
Dağların arasında bir düzlüğe kurulmuş küçük bir kasabada durdular. Buranın sakinleri tek katlı dükkânlardan oluşan çarşının içinde bir kahvehane önünde taburelere oturup kamburunu çıkarmış çay içiyor. Önlerinden çamurlu bir su kanalı geçiyor. Sağlı sollu kanalın iki yakasında yükselen salkım söğütlerin gölgesinde ördekler yüzüyor. Bu kasabada hiç kimsenin acelesi yok. Su kenarında oynayan çocuklar, ördeklere ekmek atıyor. Şoför ihtiyaç molası vermiş, minibüs durduğu anda yerde toz duman kalkmıştı. Kahvenin önünde oturanlar dönüp inmekte olan yolculara merakla bakmıştı. Her günkü hallerinden bıkmış bu insanlar sanki konuşulacak yeni bir şey arıyorlardı. Yolcuların çoğu inip evlerine gitti. Geride kalanlar oturup kaçak çay içmeye başaldı. Çocukların attığı ekmek kırıntıları yerde duruyor, bir düzine serçe, söğüdün dalından aynı anda yere seriliyor alelacele yerdeki ekmek kırıntılarını toplayıp yine geldikleri dala konuyordu. Bunu böyle sürekli yapıyorlardı. Söğüt dalında bekleyen bir serçenin kararsız gölgesi durgun suya düşüyor. Aşağıdaki ördekler suyu dalgalandırınca suyun üstündeki kararsız gölge gidip geliyor, kırılıyor ikiye bölünüyor derken yok oluyordu. Ördekler yüzen ekmek parçalarının peşinden uzaklaşınca su yeniden duruluyor. Gölgenin kaybolan parçaları toplanıp yeniden birleşiyordu. Nihayet söğüdün dalındaki serçe cesaretle yere süzülüverdi. Kamuran’ın gözleri bir süre daha suyun yüzünde serçenin gölgesini aradı. Kamuran kendini o anda bu ürkek serçe kadar garip hissetti. Ördeklerin peşinden koşan çocukların sesi Kamuran’ı daldığı hayallerden uyandırdı. Yan masada oturan sarıklı bir adam, bir gence “hacıya selam söyle” dedi. Öteki “aleyküm selam” dedi. Sarıklı adam “o beni tanır” dedi. Sonra başını göğsüne düşürerek uzun uzun düşündü. Peşinden eski bir rüyadan uyanır gibi başını kaldırdı. Suphanallah suphanallah suphanallah diyerek tespihini çekip bitirdi. İki eli ile tespihini koparacak gibi tuttu, kıpırdayan dudaklarına yaklaştırarak okuyup üfledi. Sonra karşıdakinin yüzüne, başını iki yana sallayarak okuyup üfledi. Karşısında duran genç, sükûnet içinde onu dinliyordu. Sarıklı adam, “sen daha bebekken sizin köyde imamlık yaptım” dedi. “Sarıklı imam dersen hacı tanır” dedi. Genç oğlan, her defasında selamı alıp hürmetle başının üstüne koyuyordu. Kamuran bir an kendisini yaşlanmış imamın yerine koyuyor, Sarıklı imamın selam gönderdiği köyü hayal etmeye başlıyordu. Tam o anda diğer bir masada yolcular şoförle tartışmaya başladı. Meğer yolcular az olduğundan şoför ağırdan alıyormuş, birkaç yolcu daha çıkar diye onca zamandır bekliyormuş.
Minibüsün camında bozkır yürümeye başladı. Sarı zemine serpilmiş ağaçlarda alıçlar sarkıyordu. Yol derin bir vadide akan su boyunca yukarı çıkıyordu. Yamacın gölgesi uzanmış yolda yatıyordu Yol bazen köprüden karşı yamaca geçiyor, bazen de koyu gölgenin içinde kayboluyordu. Vadi bitip yüksek bir plato başladığında ilerde bozkırın içinde Kamuran’ın ilçesi göründü. Gün batımında söğüt kümeleri içinde evlerin sivri çatıları yanıyordu. Araba yaklaştıkça art arda parlayan çatılar çoğaldı. Yaklaştıkça büyüyen ilçe arabayı karşıladı. Biraz sonra minibüs Kamuran’ı bir dükkânın önünde bıraktı.
Köyün minibüsü her zaman bu dükkânın önünden kalkıyordu. Minibüs son yolcusunu da alınca yola çıktı. Muhtar iki eli direksiyonda dikiz aynasından Kamuran’a bakarak onu minibüstekilere tanıttı. Bütün gözler dolaşıp öğretmeni, şoförün arkasındaki koltukta buldu. Öğretmen, kumral saçlı, açık tenli, ince uzundu. Sivilceli alnı açıktı. Konuşurken hep gülümsüyor, yaşı yirmi iki, yirmi üç gibi gösteriyordu. Öğretmen meraklı bakışlardan ufalıp koltuğa biraz daha gömüldü. Köylülerden peş peşe sorular geliyordu. Köylülerin meraklı bakışları eşliğinde yeni bir yolculuk başladı. Yan koltukta, sarıklı imamın selam gönderdiği hacı oturmuştu. Hacı konuşmak için yeni birini bulmuş, onu soru yağmuruna tutmuştu. Dikiz aynasından muhtarın endişeli gözleri, gelip hacıyı buldu. "öğretmeni bunaltma" dercesine baktı. Yaşlı hacının gözleri de çaresiz bunu kabul etti. Sorular kırp diye kesildi. Herkes yüzünü camdan yana çevirdi. Biraz sonra muhtar, Bitlis paketini omuzunun üstünden öğretmene uzattı, dikiz aynasındaki gözleri, alınmış hacıya "bir sigara yak" dedi. Hacının eli, bütün gözlerin çevrildiği Bitlis paketine uzanıverdi. Minibüsün içi bir anda tütün dumanına boğuldu. Hacı bütün göğsü ile öksürmeye başladı. Öksürüğü durunca köşeli şapkasını çıkarıp dizine koydu. Köşeli şapkanın içinden sararmış gazete parçaları dökülmeye başladı. Hacı çıplak tepesini mendili ile güzelce sildi. Yol uzadıkça herkes çekilmiş, kendi halinde tütün içiyordu. Kamuran nihayet derin bir nefes alıp kendi kalıbına çekildi. Gün iyice kısalmış önü arkası dağların gölgesinde kaybolmuştu. Günün kalan kısmı sabahtan beridir yollarda zayi edilmişti.
Kamuran, onu köyüne ilk defa götürmekte olan minibüsün camına kafasını dayamış. Endişeli eli saçlarında, şakaklarında, ensesinde dolanıp duruyordu. Kaşımak için tırnakları alnında bir sivilce kabuğu arayıp buluyordu, sonra farkında olmadan orada bir sivilce daha kanatıyordu. Hacı daha öksürüyordu. Muhtarın dikiz aynasında gülen gözleri, arada bir gelip öğretmeni yerinde yokluyordu. Kamuran atandığı köyün, yol boyunca gördüğü köylere benzeyip benzemediğini düşünüyordu. Beğenmeyerek izlediği köyler geride kaldıkça umudu tükeniyordu. “Bari şu ilerdeki köy olsaydı, girişinde birkaç söğüt olan, toprak damlarında çocukları el sallayan” diyordu içinden, hedeflerini küçültmüş, asgari koşullar üzerinden kendini ikna etmeye çalışıyordu.
Kamuran’ın bakışları uzaklara dalmış, camın dışında, minibüsten daha hızlı davranıp gece bastırmadan atandığı köyü arayıp bulmaya, yolun yakınına getirmeye, lojmanına yerleşmeye sonra sobayı yakmaya çalışıyordu. Uzaklarda derin bir vadi, vadinin uzandığı buharlı ufukta koyu bulutlar içinde Köse Dağı duruyor. Dağın doruklarını yılın ilk karı ağartmış, orda günün son güneşleri de üşümüş, toplanmış gitmeye hazırdı. Kamuran’ın içine tarifi olmayan, hiç diğerlerine benzemeyen apayrı bir yalnızlık gelip çöktü, bütün şartlara razı olduğu halde yalnızlık duygusu yakasını bir türlü bırakmadı. İki yamacında kayalıklar dizilmiş olan vadide nehir salınarak beyaz bir yol oluyor, beyaz yol bir bu yana bir karşı yana yaslanıyor, sonra Kamuran’ın geldiği sıcak diyarlara doğru gidiyordu. Ağaçsız köyler karşılıklı yamaçlara konmuş, Kamuran’ın isimlerini sonradan öğreneceği Sarıçoban, Nurettin, Suağılı, Konaklı, Hançayırı, Sürpaşa, Bahçecik, Aktuz, Gülkomşu ve diğerleri peş peşe sıralanıyordu. Nehir bu aylarda durgundur. İçinde balıklar akıntıya karşı yüzüyor. Suyun kenarında yabani söğüt ağaçları kızarmış yapraklarını döküyor. İnekler eve dönüyor. Köylüler gün boyunca pancar sökmüş şimdi evlerinde soba başında oturuyor. Nehrin üstünde paslanmış demir bir köprü vardır. O köprüde çocukların yazın suya cıvıltılı atlayışları asılı duruyor. Murat suyu çakıl taşları üzerinden yüzyıllardır böyle telaşsız böyle durgun akıyor. Bulutlar yağış getirmeye başka bir mevsime, yine Köse Dağı’na gitmiş. Sonbaharda nehrin suyu azalmış çakıl taşlarının sırtı açıkta kurumuş iyice ağarmış.
Virajlarda kopan yol ötede yine ortaya çıkıyor. Muhtar yolu gözü kapalı biliyor. Yer yer sürülmüş kahverengi arazi minibüsle beraber ilerliyor. Tellere konmuş sığırcık kuşları ve elektrik direkleri hızla gelip geçiyor. Köpek sesleri ile yaklaşan muhacir köyleri hemen geride kalıyor. Koyun sürüleri yoldan karşıya hızla akıyor, sonra toz bulutunun içinde kayboluyor. Minibüsün camı egzoz kokulu sıcak nefesle buğulanmış, Hacının gözleri büyümüş öksürüyor. Cızırtılı teypte dengbejler sonu gelmez ağıtları birbirlerine devrediyor. Köyler geride kaldıkça Kamuran’ın her köyde biraz aklı kalıyor. Konuşmalar silinmiş, kulağında sadece uğultu var. Aklı üniversite okuduğu neon ışıklı şehirdedir. Üsküdar iskelesinde vapuru beklerken şehrin siluetinde batan güneşe bakıyor. Kız kulesi, boğazda vapurlar, karşıda Galata, gökte bulutlar hepsi kızıla boyanmış yanıyor. Sevdiği kız geliyor aklına, kalbi küt küt atıyor. Kim bilir hangi vilayete atanmıştır. Sevmesine seviyordu ama cesaretini toplayıp bir türlü karşısına çıkamamıştı. “Elini tutup seni seviyorum diyemedim ya, son güne kadar Leyla benden haber bekledi” diyordu. O zaman atanıp atanmayacağından emin değildi. Halen bunun ezikliğini içinde taşıyordu. Onca zaman sonra gidip Leyla’yı en son bıraktığı yerde bulacağını mı zannediyordu, nefret ediyordu kendinden. Nerdeyse kafasını cama vuracak, Hacı yerinden zıplayacak herkes dönüp bakacak, muhtarın aynadaki gözleri panikleyecekti. “Kız seni mi bekleyecekti, şimdi evlenmiştir, elin kızı seni niye beklesin, şimdi İstanbul’da mis gibi bir okula atanmıştır.” Kamuran kendini yiyip bitiriyordu. Belki o yüzden çok uzak bir köye gidip kaybolmak istiyordu. Malazgirt’in ücra bir köyü neyine yetmiyor, git gözden kaybol” diyordu içinden. Mezuniyet töreninde gözünü ondan alamamıştı. Leyla o gün çok güzel olmuştu. En son tören bitmiş herkes dağılırken göz göze gelmişlerdi. O an hiç gitmiyor gözünün önünden. O günden beri Leyla başında mezuniyet kepi ile gelip karşısında duruyor. Bir bebek var arkada durmadan ağlıyor. Kamuran’ın başı dönüyor, midesi ağzına geliyor. İki parmağını sokup kravatını gevşetiyor. Kulaklarının arkasından soğuk ter akıyor. Minibüste herkesin gözü yoldadır. Bir bebek var yolculuk süresince ağlıyor arkada. Yol uzadıkça Kamuran’ın bükülü dizleri uyuşuyor. Eteklerine günün son kızıllığı gömülen dağların zirvesi de siyah bulutların içinde kayboluyor. Yolun telaşı yoktur anlaşılan, karanlığın içine doğru, köpek havlamaları gelen cılız pencere ışıklarına doğru minibüs sarsıla sarsıla ilerliyor.
Kamuran ilk gece muhtarın evine misafir oldu. Akşam misafir odasının penceresinden okula doğru, karanlığın içine doğru bakarken, muhtar bir elinde sigara, diğer eliyle karanlıkta ona güzel bir okul çiziyordu, sonra en yeni lojmanı da beyaza boyuyordu. Kamuran “bir daha göster” diyordu. Muhtar, üşenmeden karanlığa bakarak yeni baştan bir okul daha çiziyordu. Kamuran, muhtarın en son çizdiği okulu daha çok beğeniyordu.
Kamuran o akşam yolda kendisiyle köy pazarlığı yaparken köpek havlamaları eşliğinde minibüsün onu getirdiği, cılız ışıklar içinde, kendisini orada sanki yüzyıldır bekleyen köy işte burasıdır. Vilayette kura çekildiği andan beridir hayalinde geldiği köy burasıdır. Rüyasında, elinde valizi ile yürüdüğü toprak yolun ucundaki köy, çamurlu kanalın orada tabureye kamburunu çıkarmış oturmuş sarıklı imamın selam gönderdiği köy, minibüsün camında Kamuran’ın gözleri ile yakalayıp yakına getirdiği, sonra lojmanına yerleştiği, sonra sobasına çay koyduğu köy işte burasıdır. Kamuran’ın köyü hafif eğimli bir yamaca kurulmuş, aşağı doğru bakıldığında evlerin bittiği yerde Murat Irmağı’nın geniş kıvrımları görülüyor. Irmağın koyaklarında sonbaharda başıboş atlar otlanıyor. Irmağın salındığı düzlükte geniş şeker pancarı tarlalarında köylüler kış bastırmadan pancarı sökme telaşındadır. Köyün içinden geçen yol uzak köylere Köse Dağı’na doğru gidiyor. İlçeden dönen minibüsler akşam bu köyden geçiyor. Daha uzak köylerin öğretmenleri geçerken Kamuran’ın lojmanına gıpta ile bakıyor. Yol boyunca sağlı sollu taş evler sıralanmış, toprak damlarında kuru otlar rüzgârda sallanıyor. Okul birkaç barakadan oluşuyor, çevre duvarı olmadığından zamanla barakalar birbirinden iyice uzaklaşmış hissi uyandırıyor.
Mustafa Alagöz
5.0
100% (5)