0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
74
Okunma
Şehrin iyi semtlerinden birinde dört daireli geniş bir apartman yaptırmıştım. Çocukları evlendirdikçe, kat kat üstüme yerleştiler: En altta ben, üstümde sırasıyla onlar…
Hayatımın geri kalanını huzurla geçireceğimi sanırdım. Ama karım bir akşamüstü ansızın kalp krizinden öldü. O gün evde sessizlik çöktü; duvarların rengi bile değişmiş gibiydi.
Gündüzleri fabrikaya gidiyor, akşamları torunlarla oyalanıyordum. Fabrikanın yüzde elli beş hissesi bende, geri kalanı ise yıllar önce çocuklarıma paylaştırmıştım. Her şey bana bağlıydı ama ben onların işine karışmıyordum. Yine de büyük oğlum sık sık:
“Baba, sen artık fabrikanın yönetimini bize devretsen… Ha şimdi, ha sonra…”
diyordu. O sözün ardında sadece onun değil, damatlarımın ve kızlarımın da sesi vardı. Bu konuyu ustalıkla savuştururdum ama insan bir yerden sonra anlar: iş büyüyor.
Bir süre sonra başımda ağrılar başladı. Kimseye söylemedim. Eski bir dostum olan nörolog arkadaşa gittim. Tetkikler yapıldı ve beynimin ön tarafında bir kitle bulundu. Ameliyat burnumdan girilerek yapılacak, hayati risk azdı ama bir daha hiçbir şeyin tadını alamayacaktım.
Operasyon başarılı geçti. Fakat parçanın patoloji sonucu habis çıktı. Tedaviye başladık. Çocuklarıma başta söylememiştim; öğrendiklerinde kızdılar ama artık iş işten geçmişti. Tüm filmler ve tetkikler gösteriyordu: ur yayılıyordu.
Doktora yalnız gittim ve açıkça sordum:
— Kaç ayım kaldı?
Önlüğünün cebine ellerini sokup pencereye yürüdü. Kısa bir sessizlik… Sonra:
— Bir yıl… en fazla.
O günü aklımın bir köşesine kazıdım. Ölümden korkmuyordum. Ama insan giderken ardında ne bırakacağına bakar.
Ertesi sabah çocuklara yazlığa gideceğimi söyledim. Oğlum, “Tedavin ne olacak?” diye sordu. Sustum. Zaten her şeyi biliyorlardı. Hep birlikte beni yazlığa götürdüler. Orada yıllardır yanımızda çalışan yaşlı yardımcımız karşıladı bizi.
Salonda toplandılar. En sonunda küçük kızım konuştu:
— Baba, kendi aramızda konuştuk… Serveti sağlığında paylaşsak, herkes payını alsa… Hem senin de için rahat eder.
Elime bir kâğıt verdiler. Paylaşım cetveli. Hisseler, daireler, fabrika… Hepsi tek tek bölünmüş.
Çocuklarımın yüzlerine baktım. Sanki tanımadığım insanlar olmuşlardı. O kağıt ellerimde ağırlaştı.
— Ben öldükten sonra her şey zaten sizin olacak. Neden şimdi?
Büyük oğlum hiç çekinmedi:
— Sağlığında yaparsan kavga çıkmaz. Sonra mahkeme satışıyla her şey yok olur. Biz de avucumuzu yalarız.
Bu sözleri duyunca içimden kalkıp hepsinin yüzüne tükürmek geldi. Ama sadece ayağa kalktım ve:
— Bu kâğıdı bende bırakın. İncelerim. Belki birbirinizin hakkına girmişsinizdir, dediğimde gözleri bile parladı.
O gece avukatımı ve doktorumu çağırdım. Uzun uzun konuştuk. Ne yapacağımı biliyordum.
Bir hafta sonra öldüm.
Cenaze sonrası çocukların hepsi bir davetiye aldı:
“Falanca mahkemede merhumun vasiyeti açıklanacaktır.”
Mahkeme salonunda yüzleri asıktı. Hakim vasiyeti açtı ve okudu:
“Sağlığımda sizler miras için acele ettiğiniz gün, ben öldüm.
Ölümüm bugün değil, o günde gerçekleşti.”
Kimse konuşamadı.
“Servetimi torunlarıma bırakıyorum. Çünkü onlar henüz insanlığın tadını kaybetmediler.”
Çocuklarım başlarını eğdi. Sanki yıllardır bekledikleri mirası değil, en ağır cümleyi almışlardı.
Hakim son satırı okudu:
“Siz bana yaşarken vasiyeti düşündürdünüz.
Ben de size bir vasiyet bırakıyorum:
Geriye dönüp vicdanınızı tartın.
Mezar taşımdan ağır gelirse, bilin ki gerçek miras o zaman başlar.”
Kapı açıldı. Torunum koşarak içeri girdi ve dedesinin bastonuna sarıldı. Bir tek o, o bastonu tutarken neyi kaybettiklerini anlamıştı.
O gün çocuklarım ilk kez gerçekten yetim kaldılar..
Kamil Erbil