0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
72
Okunma
Ben bu şehrin paslı eklemlerinde yaşayan bir karaltıyım artık. Üstüme çöken hava bile beni tanımıyor. Sokak lambalarının titreyen nabızlarında yürürken sanki ayaklarımın altında biriken karanlığı ben üretiyorum. Tenime yapışmış gece, unuttuğum bir suçluluk gibi. Aynalara bakmayı çoktan bıraktım. Her defasında yüzümde bana ait olmayan çatlaklar beliriyor. Bir haritanın çürümüş çizgileri gibi. Saklanmış bir acının eski yol tarifleri gibi. Kendimi izlemek istemiyorum çünkü artık kendime ait olmayan birine dönüşüyorum. İnsan bazen öldüğünü kimse fark etmeden yaşamaya devam ediyor.
Ruhlarımız artık bildirim sesiyle açılıyor. Titrediğinde hatırlanan kalpler çağı bu. Bir parmak hareketiyle silinen konuşmaların arasında kayboluyoruz hepimiz. Bir telefon ekranının sol üst köşesinde sürüklenen üzgün bir işaret kadar değersizleşti içimizdeki fırtınalar. Ben bazen içimde kopan yıkıntıları kimse duymasın diye kulaklığıma eski bir şarkı takıyorum. Sesi çok az açıyorum. Çünkü fazla açarsam içimdeki karanlık dışarı sızacakmış gibi geliyor. Şarkı bile yoruluyor beni taşımaktan. Sanki yıllar önce kaybolmuş birinin ezgisini taşıyorum cebimde ve her gece o ezgiyi yanlışlıkla düşürüyorum.
Kendime her gece aynı soruyu soruyorum. Nerede bozuldu kalbimin ritmi. Cevap hep aynı yerden sızıyor. Bir çocukluğun kuytusundan. Üzerine yıllardır oturduğum bir hatıranın küflenmiş içinden. İnsan bazen yaşadıklarını unuttuğunu sanıyor ama unuttuğu yerlerde çiçek açmıyor hayat. Orada yalnızca karanlık birikiyor. Bazen hafızamın bir köşesinde bir sandalye gıcırdıyor. Bazen bir pencere kapanıyor. Bazen bir çocuğun yüzü karanlığa karışıyor. Hepsi aynı yere çıkıyor. İçimdeki kırılmanın kaynağına.
Bugün sokakları yoklarken fark ettim. Şehir sanki göğsümün içine yerleştirilmiş gizli bir kamera gibi her hıçkırığımı kaydediyor. Sanki beni izliyor. Adımlarımın titrediği bütün anları hafızasına kaydediyor. Belki insan kendi acısının algoritmasını hesaplayan bir makinedir. Gülüşlerimizin veri tabanı bozuk. Hatıralarımızın sunucusu çökmüş. Kapı zillerine bile dokunamıyorum artık. İçimde bir yerden erişilemeyen kaynak uyarısı çıkıyor. Bazen anlamıyorum. Bazen her şeyi fazla anlıyorum. Ama en çok da susmayı öğreniyorum.
Akşamüstü rüzgâr saçlarımı dalgalandırırken kendimi kaldırım kenarında otururken buldum. Ayakkabılarımın tabanına yapışan toz bile taşıdığım acıya üzülmüş gibiydi. Yanımdan geçen insanların hiçbiri fark etmedi. Karanlıkta kaybolmuş bir karakterdim sanki. Yazarının bile unuttuğu bir paragraf. Bir taslak metnin arasında sıkışmış yarım bir nefes. Yüzü olmayan biri gibi. İsmi unutulan biri gibi. Bütün bunlar olurken içimde bir cümle büyüdü. Dünyaya geç gelenlerin kaderi hep yanlış kapının önünde beklemektir.
Ve tam o sırada içimde başka bir şey kıpırdadı.
Adını bilmediğim ama çok uzun zamandır taşıdığım o tuhaf sancı.
Kırk ikindi ağrısı.
Göğsümün içine yağmurun en karanlık anını yerleştiren bir acı.
Ne tam yağar.
Ne diner.
Ne anlatılır.
Ne saklanır.
İnsan bazen kendi içinde bir mevsimi taşır ve o mevsim hiç geçmez.
Benim içimde de hep kırk ikindi var.
Her biri ayrı bir sızı.
Her biri başka bir karanlık.
Her biri yutamadığım bir kelime.
Bazen düşünüyorum. Bu şehre geç mi geldim. Kendime mi geç kaldım. Yoksa bana ayrılan süre çoktan dolmuş muydu da ben fark etmedim. Biri beni yazarken vazgeçmiş olabilir. Sonra geri dönmüş olabilir. Sonra yine silmiş olabilir. Ben kelimelerle büyüyen bir gölge gibi hissediyorum kendimi. Karanlıkta çoğalıyorum. Aydınlıkta eksiliyorum. Güneş bile beni görünmez kılmak için fazla hızlı doğuyor.
Bu sabah uyandığımda odanın içi daha kirli görünüyordu. Perdelerin dikişlerinde bir zaman önce unuttuğum bir iç çekiş asılı duruyordu. Yorganın kıvrımlarında gece boyunca dönüp duran düşüncelerimin tortusu kalmıştı. Ben uyandım ama içimdeki karanlık uyanmayı reddetti. Gecenin siyahını sessizce olduğu yerde tuttu. Yastığımın soğuk kısmına yanağımı bastırdım. Bir anlığına çocukluğumu aradım. O sıcaklığı değil. O hafifliği değil. Sadece bir iz aradım. Ama bulamadım.
Giyinirken kıyafetlerime sanki başka birine aitmiş gibi baktım. Gardırobum bir başkasının acılarını saklıyor gibiydi. Şehrin içindeyim ama sanki dışındayım. Sokaklar beni kabul etmiyor. Kaldırımlar beni tanımıyor. İnsanların bakışlarının içinden geçip gidiyorum. Bir hayaletin kalabalığa çarpması gibi.
Dışarı çıktığımda hava griydi. Gri dediğim şey bile yorgundu. Gökyüzü sanki bütün renklerini bir çamaşır makinesinin içine atmış ve yanlış programı seçmiş gibiydi. Her şey solmuştu. Ben bile. Solmuş bir yüz gibi. Unutulmuş bir fotoğraf gibi.
Yürürken bir vitrinin önünde durdum. Camın ardında duran cansız manken bile benden daha canlı görünüyordu. Bir an göğsümün içindeki boşluğu orada bırakmak istedim. Camın önüne. Sonra devam ettim. Rüzgârın omzuma dokunuşunda bile yoruldum. Sanki rüzgâr bile beni itti.
Şehrin kalabalığına karışmaya çalıştım. İnsanların yüzlerinde kendi kayboluşumu aradım. Ama bulamadım. Kimsede yoktum. Kimsede beni çağıran bir iz yoktu. Ben de kendimi çağırmayı bıraktım. Kendine yabancı bir nefes oldum.
Bir banka oturdum. Oturduğum bank bile beni tanımadı. Üzerine adımı kazımaya çalışmak istedim. Bunu yapmadım. Çünkü adım bile bana yabancı geliyordu. Hatta söylemeye çekindim. Bu şehir bana başka bir isim fısıldıyor gibi geldi. Eksik. Duyduğum en dürüst hitap buydu. Eksik. Tam olmayı hiç becerememiş. Tamamlanmayı hiç öğrenememiş.
Etrafımdaki uğultu arttıkça içimdeki sessizlik büyüdü. İnsan kalabalığının ortasında hiçbir yere ait olmayan bir boşluk gibi oturdum. Bir süre sonra ayağa kalktım. Adımlarım yavaşladı. Bir robotun bataryası bitiyormuş gibi. İçimdeki ezgi de yavaşladı. Her nefesimde bir şey daha eksildi. Her adımımda bir iz daha silindi.
Sonra birden fark ettim. Şehrin içindeki bütün yollar birbirine benziyordu. Her yol aynı hüzünle kaplıydı. Her yol beni aynı sona götürüyordu. İçimde bir duygu kabardı. Bir yoğunluk. Adını koyamadığım bir şey. Kelimelerim bile yoruldu onu anlatmaktan. Ama ben yürümeye devam ettim. Çünkü durursam çökebilirdim. Çünkü durursam belki de yok olurdum.
Kırk ikindi ağrısı yeniden yükseldi.
Göğsümün içinde bir yağmur hazırlandı.
Damlamadı.
Ama yağacakmış gibi kıpırdadı.
İşte o an anladım.
Bazı insanlar yağmurun yağdığı günlerde ıslanır.
Bazı insanlar ise yağmuru hiç durmadan kendi içinde taşır.
Ben ikinci olanlardanım.
İçimdeki mevsim hiçbir zaman bitmeyecek olanlardan.
Adımı söylemeyeceğim.
Bu şehir zaten bana çoktan bir isim verdi.
Eksik.