0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
156
Okunma

Annem doğumda çok kan kaybetmiş.
Doğumhane karanlıkmış, köy ebesi elinde titrek bir gaz lambasıyla uğraşmış benimle.
Sonra ağlamışım — yüksek sesle, ilk ve belki de en özgür çığlığımı o anda atmışım.
Ama kimse sevinmemiş.
Babamın ilk cümlesi şu olmuş:
“Kız mı?!”
Annem sessiz kalmış. O sessizlik var ya, işte o sessizlik benimle büyüdü.
O an sanki bana verilmiş bir miras gibiydi: Susmak.
Evin içinde hep bir “keşke oğlan olsaydı” havası gezdi yıllarca.
Ben büyürken, annemin gözlerinde hep aynı suçluluk:
Sanki benim doğurmamış olsaydı, daha az yük taşıyacaktı.
Babam abimle gurur duyardı.
“Bizim soyumuzu o sürdürecek,” derdi.
Benim adım sadece bir defterde yazılıydı, o kadar.
“Sen de annene yardım et,” derlerdi hep.
Henüz sekiz yaşındaydım, çocukluğumu mutfakta, leğen başında bıraktım.
Abim top peşinde koşarken, ben çamaşır suyunun içinde ellerimi yakardım.
Ama ne zaman “ben de dışarı çıkayım” desem, bir ses duyardım:
“Kız kısmı dışarıda ne gezer? Ayıptır!”
O zamanlar anlamazdım,
ayıp neydi, kim karar verirdi ayıp olana?
Ama yavaş yavaş öğrendim:
Bizim oralarda “ayıp”, kadınların etrafına örülmüş görünmez bir duvardı.
Okula başladım sonunda.
Annem ısrar etti, babam gönülsüzce izin verdi.
Ama her sabah yola çıkarken, arkamdan şu sözleri duyardım:
“Uslu dur. Erkeklerle konuşma. Öğretmenine fazla sırnaşma.”
Birinci sınıfta öğretmenim elimi tuttuğunda utanmıştım.
Çünkü bana hep dokunmanın kötü bir şey olduğu öğretilmişti.
“Erkek eli değmesin” derlerdi.
Ama o gün, o sıcacık öğretmen eli, ilk defa bana “sen de değerlisin” demişti sanki.
Defterimin kenarına küçük bir hayal çizmiştim:
Bir kadın, elinde kitap, kalabalık bir salonda konuşuyor.
Babam defteri buldu.
Çizimi görünce sinirlendi.
“Kadın dediğin çok konuşmaz!” dedi.
“Evini bilsin, haddini bilsin!”
O defteri sobaya attı.
Kağıt yanarken, ben de yandım.
Bir kız çocuğunun hayalleriyle birlikte yanışı sessiz olur.
Ne duman çıkar, ne çığlık.
Sadece içten içe köz gibi sızlar.
Sonra lise zamanı geldi.
Ama bana “artık yeter, kız büyüdü” dediler.
Abim okula devam etti.
Benim yerime bana “çeyiz sandığı” verildi.
İçine işlemeli örtüler, danteller koydular.
Ben de o sandığın dibine, defterimin küllerini sakladım.
Belki bir gün çıkarırım, diye.
On sekizime bastığım yıl, bana “kısmet çıktı” dediler.
Ben istemedim.
Ama kimse bana sormadı.
Sanki ben bir eşya, bir “verilecek şey”mişim gibi konuştular.
Annem sessizdi, gözleri dolu.
“Ne yapayım kızım,” dedi fısıltıyla, “babana söz düşmez.”
Oysa düşmeliydi.
Ama bizde kadınların sesi düşmezdi zaten, sadece düşürülürdü.
Evlenme günü geldi.
Odamda otururken kadınlar çevremde fısıldaşıyordu:
“Beyaz çarşaf unutulmasın!”
“Kız temizdir inşallah…”
Sanki ben insan değilmişim de, bir sınavdan geçecekmişim gibi.
O gece gözlerimi kapattım.
O an anladım:
Bizim toplumda kadınlar doğar doğmaz yargılanır,
büyüyünce kontrol edilir,
ölünce de “iyi kadındı” denilirse ancak affedilir.
Ama ben affedilmeye değil, var olmaya doğmuştum.
Evlilik kolay olmadı.
Kocamın sevgisi değil, otoritesi vardı.
Her şeyde son söz onundu, hatta benim üzerimde bile.
Bir gün yemeğe tuz az diye tokat yedim.
Ses etmedim.
Ertesi gün, neden sustuğuma şaşırmadım.
Çünkü o kadar çok susturulmuştum ki,
artık konuşmak unutulmuş bir refleks gibiydi.
Köyde bir kadın kaçtı o yıl.
Kardeşi buldu, vurdu.
“Namusu temizledik” dediler.
Sokaklarda insanlar sessiz yürüdü, kimse bir şey demedi.
Ama o kadının adı uzun süre dillerden düşmedi.
Benim içimden ise bir cümle geçti o gün:
“Bir kadın ölüyorsa, bir toplum çoktan çürümüştür.”
Ama bunu kimseye söyleyemedim.
Çünkü bizde kadınların iç sesi bile tehlikeli sayılır.
Yıllar geçti.
Bir kızım oldu.
İlk ağladığında babası sustu.
Ama ben gülümsedim.
Gözyaşlarım yanaklarıma karıştı,
ama bu sefer utançtan değil, gururdandı.
Onu kucağıma aldım, kalbime koydum ve fısıldadım:
“Sen benim suskunluğumun intikamısın.”
O büyürken, ben değiştim.
Her “sus” dediklerinde, ben biraz daha konuştum.
Her “ayıp” dediklerinde, ben biraz daha cesur oldum.
Çünkü anladım:
Kız çocuklarını korumak, onları susturmakla değil,
konuşturmakla başlar.
Ona her gece aynı cümleyi söyledim:
“Kızım, namus senin bacaklarında değil, aklında.
Aklını kimseye kiraya verme.”
Ve bir gün, annemin gözüyle bana bakan komşu kadınlara baktım.
İçlerinden biri fısıldadı:
“Kızını fazla serbest bırakma, sonra el âlem ne der?”
Ben gülümsedim.
“El âlem istediğini desin,” dedim.
“Benim kızım insan olacak, laf değil.”
Şimdi kırk yaşındayım.
Köyde hâlâ aynı laflar dönüyor: “ayıp”, “töre”, “eksik etek”.
Ama artık ben susmuyorum.
Kızımı okula gönderiyorum,
o da bazen dönüp bana sarılıyor, “Anne, senin için okuyorum,” diyor.
O an anlıyorum ki,
bir kadının özgürlüğü bazen bir sonraki kuşakta meyve verir.
Bir gün köyün meydanında konuştum.
İlk defa mikrofonu elime aldım.
Kalabalık sessizdi.
Kalbim atıyordu, ama sesim titremedi.
“Biz kadınlar eksik değiliz,” dedim.
“Biz yarım bırakıldık.
Ama artık tamamlanmak bizim elimizde.”
Sonra sustum.
Uzun bir sessizlik oldu.
Sonra bir kadın alkışladı.
Bir diğeri ağladı.
Ve ben, yıllar sonra ilk kez, yaşadığımı hissettim.
Ben o “eksik etek” dedikleri kız çocuğuyum.
Doğduğumda yüzü asılan babaların,
“ayıp” diyerek susturulan annelerin hikâyesiyim.
Ama ben sustuğum kadar değil,
konuştuğum kadar varım artık.
Ve ben bugün biliyorum:
Asıl namus, bacak arasında değil, beyindedir.
Namus, vicdandır.
Namus, haktır.
Namus, kimseye zarar vermemekte,
kimseyi susturmamakta, kimseyi öldürmemektedir.
Ben kızdım, kadınım, anneyim.
Ben “ayıp” değilim.
Ben hakikatim.
Ve artık susmayacağım.
5.0
100% (1)