Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır. goethe
ZAMAN.DE
ZAMAN.DE
VİP ÜYE

Sevmeyi Bilen Adam

Yorum

Sevmeyi Bilen Adam

( 1 kişi )

2

Yorum

5

Beğeni

5,0

Puan

241

Okunma

Sevmeyi Bilen Adam

Sevmeyi Bilen Adam

Sevgiyi ilk defa nerede aradığımı hatırlıyorum: sobanın yanındaki taburenin üstünde. Ellerim üşürdü, soba ısınsın diye beklerken demir kapaktaki kıpkızıl ışığa bakar, sanki gözlerim ısınıp kalbime akacak sanırdım. Annem sessizce çorba karıştırır, kaşık tencereye her değdiğinde çıkardığı ses, evin içindeki tek yumuşak sesti. Babamın ayak sesleri merdivenlerden inerken, ben nefesimi tutardım. Çocukluğumun ilk kuralı buydu: nefesini tut, adımlar geçene kadar.

O yıllarda içimde kocaman bir kuyu vardı. Adını o zaman koyamamıştım ama şimdi biliyorum: sevgi kuyusu. İçine bakarsın, karanlıktır, ama dipten bir yerden su sesi gelir. “Buradayım,” der gibi. Uzandıkça uzanır, yine de tutamazsın. Ben büyüdükçe bu kuyu genişledi; önce oyuncağımı içine düşürdüm, sonra kelimelerimi, en sonra da yüzüme yerleşmemiş gülüşleri.

Annem bazen saçımı okşardı, o anda dünyadaki bütün rüzgârlar susardı. “İyi bir çocuk ol,” derdi, “iyi olursan dünya da iyi olur.” Ben iyi olmaya çalıştım; not defterlerimi temiz tuttum, arkadaşlarıma kalem verdim, düşenleri kaldırdım. Ama dünya, babamın odanın kapısını sertçe kapatışında olduğu gibi, birden ve sebepsizce sertleşebiliyordu.

Sevgiyi bilmeden sevilmek isterdim. Belki de en çok o yüzden üşürdü ellerim: kimsenin avuçlarına alışmamışlardı. Bir gece, sobanın çıtırtıları uykuya dalmama yetmediğinde, kendi kendime söz verdim: Büyüyünce birinin avucunu ısıtacağım. O gün geldiğinde, ısınan eller mi olurdu, yoksa ısınan kalpler mi, bilmezdim. Bildiğim tek şey, içimdeki kuyunun bir gün suyla dolacağına inanmak zorunda oluşumdu.



Babamın sesi evin duvarlarında yankıydı. Henüz konuşmaya başlamadan önce bile, o sesin eğimini tanırdım: bazen keskin bir bıçak, bazen boş bir teneke, nadiren de olsa uzak bir dağ gibi; bakarsın var, ama dokunamazsın. Babamın sevgisi varsa bile, bizden gizlerdi. Belki ona da öğretilmemişti. Belki de sevginin kundağını açmaya hiç niyetlenmemişti.

Bir gün okula geç kaldığım için azarladı. “Sorumluluk,” dedi, “adam olmak sorumluluktur.” O an, ‘adam olmak’ kulağıma soğuk bir kelime gibi geldi. Ben daha çocuktum ve annemin kâğıt kokan cepleri vardı; içlerinde mendiller, bazen şekerler. Adam olmak, o ceplerin kapanması demekti sanki. Babamın sesi beni çerçevelediği kadar, bana bir hedef de koyuyordu: ondan başka bir adam olmak.

Yıllar içinde babamı anlamaya çalıştım. Omuzlarına çökmüş görünmez yükleri, gecenin geç saatinde mutfak lambasının altında yalnız içişini, kendi babasından kalan yarımlıkları. Bir gün fark ettim: Babamın sesi kadar sessizliği de vardı. O sessizlikte, bir erkek çocukluğu saklıydı; muhtemelen hiç ağlayamamış, ağlayamadığı için taşlaşmış bir kalp.

Onun “adam olmak” dediği şeyi ben içimde çevirdim, evirip büktüm: Benim için adam olmak, bir çocuğun başını okşarken gözleri dolmaktı; birine “korkma” derken kendi korkularını susturabilmekti. Babamın sesi, içimde bir karşı-şarkı çağırdı; ben o şarkıya kulak verdim.



Annemin sessizliği, evdeki en büyük cümleydi. Kalın perdeler gibi, rüzgâr estiğinde hafifçe dalgalanır, ama kopmazdı. O sessizlikte dua vardı, pişmanlık yoktu; sabır vardı, öfke yoktu. Bana konuşmayı değil, dinlemeyi öğretti. Dinlemenin, sevmek kadar büyük bir eylem olduğunu yıllar sonra anladım.

Bir akşam, tabakları yıkarken elleri deterjandan buruş buruş olmuştu. “Anne,” dedim, “mutlu musun?” Kısa bir duraksama… Sonra o hep bildiğim, içini içine katlayan gülüş. “Mutluluk, bazen bir fincan çayın üstündeki buhar oğlum,” dedi. “Gelir, yüzünü ısıtır, sonra camda buğu olup kaybolur. Ama yüzün ısındı mı, o da bir şey.” Akşam boyu bunu düşündüm: Buğu da sevgidir, kalıcı olmasa bile.

Annem bana sevmeyi öğretmedi; sevmeyi beklemeyi öğretti. Bazen sevgiyi büyütmek için susmanın gerektiğini, bazen de susmanın içinde saklı “görülme” arzusunu. O yüzden seveceğim kadının gözlerine bakmayı, sözleri bitince değil, nefesi değişince anlamayı annemden öğrendim. Onun sessizliği, kalbimin alfabesi oldu.



Yalnızlık, benim yaşım ilerledikçe büyüyen bir gölgeydi. Okul çıkışlarında kalabalık sokaklardan geçerken bile, içimin en kalabalık yerinde yalnızdım. Çünkü kimse, oyuk oyuk yerlerimi bilmiyordu. Kimse, geceleri neden aynı kabusu gördüğümü, sabahları neden aynı şarkıyla uyandığımı fark etmiyordu. İnsan kalbini anlatamadıkça büyür sanıyordum; meğer anlatamadıkça içine sığmazmış.

Yalnızlık bana iki hediye verdi: kitaplar ve sokak lambaları. Kitaplar, başkalarının gözlerinden dünyaya bakmayı öğretti; sokak lambaları ise akşam yürüyüşlerimde beni dinleyen sarı kulaklar oldu. Onların sessizliğinde kendi cümlelerimi duymaya başladım. İçimdeki kuyunun çevresine oturdum, sabırla, bir taş daha, bir taş daha, sanki bir fıskiye kurar gibi bekledim.

O zaman anladım: Yalnız büyüyen kalp, sevince ürker. Tutar bırakmaz; bıraksa kaybedecek sanır, tutsa incitecek. Kendimi buna hazırladım. Bir gün biri karşıma çıkacak, ve ben ya kaçacaktım ya kalacaktım. Kaçmak, çocukluğuma geri dönmekti; kalmaksa, adam olmaya başka bir tarif getirmek.



İlk aşk, bir ders zili gibiydi: çaldığında herkes ayağa kalkar, ama nereye gideceğini karıştırırsın. Onu, kütüphanenin zemin katındaki masada, parmak uçlarıyla sayfa çevirirken gördüm. Sakin bir yağmur gibiydi, sesi yoktu ama serinliği vardı. Bir süre sadece izledim; sonra kendi kendime “şimdi konuşmazsan, yıllarca içinden konuşursun” dedim.

Konuştuğumda sesim titredi. O gülümsedi. O an içimdeki kuyudan bir ses yükseldi: su, ilk kez yüzüme değdi. İlk aşk, insana kendi çocukluğunu iade ediyor. Onun yanında, yıllardır görmediğim sokak oyunlarının kokusunu hatırladım; misketler, ip atlamalar, toprak yollar… Kalbim birden hafifledi.

Ama ilk aşk, çoğu kez öğretmendir; yanında ödev de verir. Ben, sevmeyi bildiğimi sanıyordum; meğer anlamayı, mesafeyi, zamana saygıyı bilmek gerekiyormuş. Ona fazlalık olan tüm korkularımı yükledim. O, taşınamayacaklarını ince bir nezaketle kenara koydu. Gün geldi, yollarımız ayrıldı. Gidişi, annemin buhar benzetmesini hatırlattı: yüzümü ısıtmıştı; şimdi camda buğu kalmıştı. Silince, cam şeffaflaşıyordu, ama parmak izi de kalıyordu.

İlk aşkımdan kalbimin raflarını düzenlemeyi öğrendim. Oraya kırılgan eşyalar koymamalıydım; ya da koyacaksam, kırılırsa içimde seve seve toplayacağımı bilmeliydim.



Bir dönem geldi, kendimi kaybettim. İşlerin arasında, yetişmesi gereken dosyaların ve ertelediğim uykuların içinde. Şehir, üzerinde durmadan dönen bir mil gibi hızlandı. Anlam, telaşın içinde ufalandı. Akşamları eve döndüğümde, ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz kalbimi de çıkarıp bir kenara bırakmak istedim; ağırdı, yorgundu, suskundu.

Kayboluş, konuşmaktan vazgeçtiğinde başlıyor. Arkadaşlarım soruyordu, “iyisin değil mi?” “İyiyim,” diyordum, ama bu kelime, içi boşalmış bir kabuk gibi ağzımdan yuvarlanıp yere düşüyordu. O dönem kimseye anlatmadığım bir şey var: Geceleri çocukluğumun evine dönüyordum rüyamda, soba yanmıyordu, ellerim yine üşüyordu. Uyandığımda, avuç içlerimde bir sızı kalıyordu. O sızı, bana bir şey fısıldıyordu: “Hatırla; birine söz vermiştin: avuç ısıtacaktın.”

Kayboluşun içinden çıkmak için harita gerekmez; bazen tek bir bakış yeter. Ben o bakışı bir akşam üstü, bir kafede gördüm. Kitap okuyan bir kadının gözlerinde, derin bir sessizlik vardı. Annemin sessizliğine benzemiyordu; bu, içini açınca konuşan cinsten bir sessizlikti. Göz göze gelince, içimde yıllardır bekleyen su kabardı.



Yılların omzuma bıraktığı yorgunluğu saklayamazdım. Ama saklamamak da bir cesaretti. Ona yaklaşırken, kendime dedim ki: “Olduğun gibi git. Eksik, yorgun, ama gerçek.” Masasına gidip “Yanına oturabilir miyim?” dedim. Gülümsedi: “Eğer sessizliğe itirazın yoksa.” İçimden “Tam orası benim dilim,” diye geçirdim.

Konuşmalarımız, iki kıyı arasına gerilmiş bir köprü gibiydi. Kırılgan ama tuttuğu sürece, üzerinden geçen her cümle, altımızda akan hayata şaşırıyordu. Adını söyledi, ben adımı. Bir kahve, bir çay, bir gün, bir hafta… Varlığı içimdeki kuyunun kenarına çiçekler ekti. O çiçeklerin adını bilmiyordum; bildiğim, kokularının çocuklukta hiç duymadığım bir ferahlık taşıdığıydı.

Ona yorgunluğumu anlattım. Sustum, bekledim. “Yorgunluk,” dedi, “insanın sevgiye en çok yaklaştığı andır. Çünkü o zaman maske kalmaz.” Bu cümleyi bir yerime kazıdım. Sevmek, maskesiz kalabilmekmiş. O gün, ilk kez kendime acımadan kendimi sevdim. Yorgunluğumu saklamadım; onu avuçlarının arasına bıraktım.



Onun gözleri, anlatamadığım dilleri konuşuyordu. Bazen bir şarkının nakaratı gibi aklımda dönüyor, bazen uzun bir romanın ara cümlesi gibi durup beni bekliyordu. Gözlerine baktıkça, çocukluğumun soğuk pencereleri buğulanıyordu. İçimdeki o eski üşüme, yerini temkinli bir ılıklığa bıraktı.

Bir gün bana “Küçükken ne olmak isterdin?” diye sordu. “Sıcak,” dedim. Gülümsedi; anladı. O gülüşte, annemin mutfak lambası yandı. Sevilince çocuk olmanın ne demek olduğunu, onun yanında öğrendim: sıradan bir cümlede sevinmek, bir yağmur damlasına sığınak bulmak, bir otobüs durağında beklerken birbirinin omzuna başını koyup dünyayı susturmak.

Onunla yürürken, kaldırımlar genişledi. Şehrin gürültüsü, anlaşılır bir uğultuya dönüştü. Sevgide büyümek değil, küçülmek vardı sanki: Eşyalar hafifledi, beklentiler sadeleşti. Kalbim, ilkokul birinci sınıf defterleri gibi çizgili ve temizdi. Bir tek şey yazıyordum oraya: “Buradayım.”



Sevince insan çocuk olur derler; ben gerçekten oldum. Kırılgan ama cesur bir çocuk. Ona sakladığım heceleri gösterdim; “bak,” dedim, “bunlar utangaç.” O heceleri tek tek diline aldı, üfleyerek kuruttu, cümle yaptı. Bir akşam parkta salıncağa bindik; içimde yıllardır durduğu yerde pas tutmuş zincirler, birden yağlandı sanki. Ayaklarımı yerden kesince, gökyüzüyle aramdaki mesafe kısaldı.

Çocuk olmak, hesap tutmamak demekti. “Ne kadar veriyorum, ne kadar alıyorum?” sorusu susuyordu. Onun kahkahasında kendi kahkahamı duymak, sesimin bir yerlerden bana iade edilmesiydi. Elimi tuttu; o anda içimdeki kuyu, taşmadan doldu. İlk kez, içinde yüzmek istedim o suda.

Bir çocuğun cebi gibi doldu günlerimiz: at kestaneleri, kıyıda duran deniz kabukları, yağmur sonrası toprak kokusu… Bunları biriktirdik. Büyüyünce lazım olacaktı.



Sevgiyi bildiğimi sanırdım; meğer öğrenmek, her gün yeniden ‘bilmiyorum’ demekmiş. O incinince, onu tamir etmek değil, yanında durmak gerekiyordu. Bazen sorularına cevap değil, sessizliğine omuz lazımdı. Öğrendim: Sevmek, karşındakini değiştirmek değil, onun değişmek istediği hızda yürümekti.

Kavga ettiğimiz günler de oldu. “Sen hep susuyorsun,” dedi bir akşam. Haklıydı; çocukluğumdan kalma bir refleksle, fırtına yaklaşınca nefesimi tutuyordum. “Buradayım,” dedim, “nefes almayı yeni öğreniyorum.” O an fark ettim: Sevgide en büyük cesaret, eline bir aynayı alıp kalbine tutmak. Kendi eksiklerini görüp kaçmamak.

Birlikte ritüeller kurduk: her hafta bir gün telefonsuz yürüyüş; akşam yatmadan önce üç teşekkür; sabah kahvesinden sonra bir sarılma. Küçük şeyler, büyük bir evi ayakta tutan kolonlar gibi bizi taşıdı. Sevgiyi, günlük bir pratik olarak sevdim: emek, tekrar, sabır.



Sonbaharda bir rüzgâr esti. Hayat, bazen açıklaması olmayan yerinden ayrılışlar getirir. Ayrılmadık; ama aramıza görünmeyen bir mesafe girdi. İş, şehir, yorgunluk… Gözlerine bakınca orada hâlâ bendim; ama gözlerinin arkasında, yorulan bir kalbin gölgesi belirdi. Korktum. Korkum, eski evimin bodrum kapısı gibi gıcırdadı.

Bir akşam, “Bazen her şeyi doğru yapsak bile yetmiyor,” dedi. “Aşk, bazen dinlenmek istiyor.” İçime bir taş düştü. “Peki,” dedim, “beklerim. Ama neyi?” O da bilmiyordu. O gün, kaybetmenin bir tür beklemek olduğunu öğrendim: Elindeki şeyi bırakıp, yine de elini açık tutmak.

Geceleri, çocukluğumun sobasının başına döndüm yine—ama bu kez elimde kibrit vardı. İçimdeki suyu hatırladım. “Sevmek,” dedim kendime, “sadece yanında yürümek değil, yalnız yürürken de onun için iyi kalmak.” Kaybetmek, kim olduğuna dair hızlı bir sınav. Ben orada, kendime verdiğim sözü hatırladım: avuç ısıtacaktım. Önce kendi avuçlarımı ısıtmam gerekti.



Bir sabah, pencerede ince bir güneş ipliği. Telefonda kısa bir mesaj: “Konuşalım mı?” Parkta buluştuk. “Yoruldum,” dedi, “ama senden değil; hayattan.” Yanına oturdum. Elimi uzattım. “Ben de,” dedim, “ama hayat yoruyor diye birbirimizi yormayalım.” Uzun süre konuştuk, sustuk, yine konuştuk. O gün anladım: Sevmeyi bilmek, doğru cümleyi bulmak değil; doğru nefesi bulmak.

Bazen aşklar büyük final istemez: perdeler yavaşça kapanır, sahnede iki kişi kalır ve ışık kararırken birbirlerinin elini daha sıkı tutarlar. Bizimki öyle oldu. O, “Biliyor musun,” dedi, “yanında çocuk olabiliyorum.” Gülümsedim. “Ben de.” Çocukluğumun üşüyen elleri, onun avuçlarında ısındı. Babamın sesinden kurtulmadım; ama onun anlamını değiştirdim. Annemin sessizliğini sürdürmedim; ama sessizlikten korkmadım.

Şimdi biliyorum: Sevmeyi bilmek, birini kendinden daha çok sevmek değil; onu severken kendini de unutmamak. Birlikte yürümek, ama aynı anda ikinizin de ayakkabılarının bağını çözülünce eğilip bağlayabilmek. Su taşıyan bir kuyu gibi, zamanla dolar, zamanla eksilir; ama dibi sağlamdır.

Ben sevmeyi bilen bir adamım demiyorum artık; ben sevgide öğrenen bir adamım diyorum. Çünkü sevgi, sonuç değil, süreç. Ve sevince, insanın içinden bir çocuk çıkar; kirpikleri uzun, dizleri yaralı, ama gözleri pırıl pırıl. O çocuğu elinden tutar, birlikte yürürsünüz. Yol uzun, ama artık üşümüyorum. Avuçlarım sıcak. Ve biliyorum: Bir insan sevdikçe değil, sevince insan olur.

Paylaş:
5 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Sevmeyi bilen adam Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Sevmeyi bilen adam yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Sevmeyi Bilen Adam yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Deli Kızın Ülkesi
Deli Kızın Ülkesi, @delikizinulkesi1
25.10.2025 15:55:57
Okuduğum en anlamlı hayat ôzetiydi. Yazı uzun olsa da hayatı,yaşamımızdaki duyguları,hayatımıza giren kişilerin bize olumlu -olumsuz kattığı kazanımları ilk öğretmenimiz olan anne,baba ilk aşk hatta ilk okul yılları tüm bizi büyüten hayat özeti olarak düşünürsek o kadar çok detaylar sığmış ki yazı kısa geliyor okudukça ve bitmesin istiyorsun.Çok dokunaklı , çok tanıdık, bildik,çok akıcı, farkındalık dolu herkesi kesimden , her yaştan insanın kendini göreceği bir yaşam özetiydi. Yazınız her insanın yaşadığı ama yaşarken farkında olmadığı dönemselliklere, ışık tutmuş.Gözlemlerinizle kazanılan öğretileri ve farkındalıkları ustaca etkili bir biçimde kalbimizde hissettirdiniz ,baştan sona zaman yolculuğuydu yaşattığınız.
Sevmeyi Bilen Adam en büyük dönem ödevini başarıyla geçmiş,hayatı,mutluluğu,mutsuzluğu,aşkı, kaybetmeyi,dinlemeyi hayattan kesitlerle gözlem ve deneyimle birleştirip bizlerle şapka çıkartacak bir başucu yazısı paylaşmış.Ben etkilendim,ben çok sevdim,hüzünlü.tanıdık, etkileyici her duyguyu,her zerremde hissedere defalarca okuduğum hep hep okumaktan sıkılmayacağım anılarda yolculuktu benim için.Teşekkürler hissettirdikleriniz için.Tebrikler bayım.
Merdümg.riz
Merdümg.riz, @merdumg-riz
24.10.2025 12:15:00
5 puan verdi
Şimdi biliyorum: Sevmeyi bilmek, birini kendinden daha çok sevmek değil; onu severken kendini de unutmamak. Birlikte yürümek, ama aynı anda ikinizin de ayakkabılarının bağını çözülünce eğilip bağlayabilmek. Su taşıyan bir kuyu gibi, zamanla dolar, zamanla eksilir; ama dibi sağlamdır.

Ben sevmeyi bilen bir adamım demiyorum artık; ben sevgide öğrenen bir adamım diyorum. Çünkü sevgi, sonuç değil, süreç. Ve sevince, insanın içinden bir çocuk çıkar; kirpikleri uzun, dizleri yaralı, ama gözleri pırıl pırıl. O çocuğu elinden tutar, birlikte yürürsünüz. Yol uzun, ama artık üşümüyorum. Avuçlarım sıcak. Ve biliyorum: Bir insan sevdikçe değil, sevince insan olur.


Duygunun yoğunluğu iliklerime kadar işledi. Bazı yerlerde kendimi , çocukluğumu bazı yerlerde anneliğimi buldum. Hissedildi. Yüreğinize kaleminize sağlık saygılar.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL