0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
219
Okunma

Belki unuttuk, kâinatın mayasının onunla yoğrulduğunu, gözlerimize, ellerimize ve kalbimize can verenin o olduğunu. Onun hayat veren bir iksir olduğunu, insanların onunla yaşadıklarını, mutlu olduklarını ve çevrelerindekileri de ancak onunla mutlu edebildiklerini. Onun can damarımız olduğunu; birbirimizi adeta onunla gördüğümüzü, onunla duyduğumuzu ve onunla hissettiğimizi. Onun kâinatta insan olabilmenin ve insan kalabilmenin ilk şartı olduğunu. Ama aşk hep vardı.
Belki unuttuk, onun varlıklar âleminin hayat kaynağı, güneşi olduğunu; güneş ışınları gibi tüm kâinatı sarıp sarmaladığını. Onu görmezden gelmenin, yeryüzünde yaşayıp güneşi inkâr etmeye benzediğini. İsim-cisim sahibi her varlığın dünyada bulunuşunu güneşe, mana âlemindeki yerini ise ona borçlu olduğunu. İstikrar, değişebilirlik, zenginlik, yoksulluk, itaat, asilik ve daha birçok özelliği zıtlarıyla birlikte taşıyan kâinatın birebir aynası durumundaki insan gönlünü, ruhsuz bir taş parçasından ayıranın da ancak ve ancak o olduğunu. Kâinat olsun, gönül olsun küçük büyük bütün âlemlerin huzuru, refahı ve kendilerini yaşanır kılan her türlü özelliklerini ona borçlu olduklarını. Ama aşk hep vardı.
O, öncesiz ve sonrasız kudretin bilinmeyi isteyerek insanı yaratmasındaydı. Âlemlerin var oluş serüveninin sebebi olan en sevgilinin yaratılmasındaydı. Dünyanın dönmesinde, mevsimlerin değişmesinde, ayın geceyi süslemesinde, güneşin yörüngesinde süzülmesinde, yıldızların yol göstermesindeydi. Dört unsurun her hikâyetinde, altı yönün her işâretinde, ilâhî güzelliğin mükemmel bir şekilde tecelli ettiği, gönülleri titreten her güzelde, güzele bakan her gözde, gönlü yakan her sevdâda, sevdâyı anlatan her sözde, gülün nazında, bülbülün niyazındaydı. Aşk hep vardı.
İnsanlık tarihinin en çetin imtihanlarındaydı o. Hz. Adem’i cennette, Hz. Nuh’u tufanda, Hz. Yusuf’u hapiste, Hz. İbrahim’i ateşte, Hz. Eyyûb’u hastalıkta, Hz. Musa’yı Tih çölünde, Hz. İsa’yı bir ihanetin ortasında bulan imtihanlardaydı. Adem Baba ile Havva Ana’nın yıllarca birbirlerini aramalarında, Habil ile Kabil’in kavgalarında, İnatçı kavminin Hz. Nuh’a olan düşmanlığında, Hz. Nuh’un inananları selamete ulaştırmadaki kararlılığındaydı. Hz. İbrahim’in putları kıran baltasında, Hz. İsmail’i kesmeyen bıçağındaydı. Hz. İsa’nın ölüleri dirilten nefesinde, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yaran asasında, Züleyha’nın tuzağındaki Hz. Yusuf’u Allah’ın himayesindeydi. Hz. Yâkûb’un gözyaşında, Hz. Eyyûb’un sabır taşındaydı. Darağacındaki Hallac-ı Mansur’un ölüme gülümsemesinde, İbrahim bin Ethem’in tacını tahtını terk etmesinde, Mevlâ’ yı bulan Mecnun’un Leylâ’dan geçmesinde, Mevlana’nın, ölümü düğün gecesi ilan etmesindeydi. Aşk hep vardı.
Aşk, bazen isyandaydı. Varlığımızı içerden kuşatan beşeri boyutların toplamını teşkil eden nefsin meşru olmayan isteklerine karşı ruhun derinliklerinden kopup gelen iç patlamada, bir devrimde, bir isyandaydı. İçte başlayan bu isyanın dış dünyada da yer bulmasıyla nefsine isyan bayrağını açan insanın her şeyi feda etmedeki özgürlüğündeydi. Nefsin yenilgisiyle büyüyen ruhun zaferindeydi; yenilgi yenilgi büyüyen zaferdeydi. Aşk hep vardı.
Kimi zaman hayretteydi aşk. Sebeplerin arkasındaki gerçek etkiyi gören gözlerdeki hayrette. Semanın, rahmet damlalarına dönüşen gözyaşlarının dünyaya arzı misali yağmurun yağışı, rüzgârın esişi, ay ve günün devredişi, güneşin sonsuzluğa çağıran ışık huzmeleriyle bedenleri ve gönülleri ısıtışı, nebatatın bitişi, çiçeklerin gelişi, kuşların ötüşü, ırmakların akışındaki sırdaydı. Aşk hep vardı.
Kimi zaman da sükuttaydı, o. İçten içe volkan gibi kaynayan muhabbetin, mâşuğun terbiyesinde, durgun sular gibi dizaynı ve hırçın kayaların inadına, verimli toprağa çevirme cehdindeydi. Bu cehdin neticesinde de, kaşların keman, gözlerin sâkî, güzelliğin bâkî oluşundaki esrardaydı. Aşk hep vardı.
Ne mantıklıydı ne de mantıksız, mantık ötesiydi. Sınırlılık, kölelik, fanilik kokan beden elbisesi içindeki ruhun; solmaza, eskimeze, ölmeze, bitmeze susamasında; ona kanat çırpmasındaydı. Tasavvufta en yüksek mertebe sayılan mârifetullaha, bir başka deyişle mutlağın bilgisine ulaşmadaydı. Zaman, mekân, mesafe kavramlarını aşan, göklerin ve meleklerin selam durduğu son Peygamber’in miraç yolculuğunda aklı temsil eden meleğin, Sidretül Münteha’dan öteye geçememesi üzerine “Buradan ileriye neyle geçilir?” sorusuna verdiği cevaptaydı. Aşk hep vardı.
Ve o, kâinatın en büyük âşıklarının vasıflarındaydı. Veyel Karani’nin uzletinde, Cüneyd-i Bağdâdî’nin zühdünde, İbrahim bin Ethem’in terkinde, Şah-ı Nakşîbend’in zikrinde, İmam-ı Rabbani’nin ilminde, Abdülkadir Geylânî’nin yardımında, Bâyezid’i Bestâmi’nin irfanında, Ahmed er-Rifâi’nin bürhanında, Yunus’un sadakatinde, Mevlânâ’nın sevdâsındayı.
Aşk hep vardı.
Remzi ORMANCI
Ekim 2025
Osmangazi/BURSA