0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
281
Okunma

Dönüş
Zindanın kapısı, ardına kadar açıldığında garip, önce güneşin ışığına dayanamadı. Yıllar boyunca paslı demir parmaklıkların arasından süzülen sönük ışık huzmeleriyle yetinmişti. Gözleri, hakikatin parlaklığına yabancılaşmıştı. Bir mahpusun ilk adımındaki ürkekliğiyle dışarı çıktı. Ayağına değen toprak bile ona yabancı geldi; çünkü özgürlük dediği şey, yıllardır zihninde hayalden ibaretti.
Zindandan çıkış, sadece bir bedenin taş duvarlardan kurtulması değildi; aynı zamanda ruhun da kendi prangalarından çözülmesiydi. Ama garip, derinlerde bir yerde, özgürlüğün göğsüne saplanan başka bir diken olduğunu hissetti. Zira özgürlük, artık bir başlangıç değil; yitirilmiş bir hayatın geride bıraktığı boşlukla yüzleşmekti.
Adımlarını ağır ağır attı. Yüreğinde bir telaş, zihninde bir sorumluluk taşıyordu. Yıllar boyunca hücresinin karanlığında biriktirdiği anılar, şimdi adım adım sokaklara dökülüyordu. Ama içinde bir korku vardı: “Acaba şehir beni bekliyor mu, yoksa ben şehri artık tanımayacak mıyım?”
Dağların ardında bıraktığı bu şehir, bir zamanlar umutla örülüydü. Çocukluğunun kahkahaları, gençliğinin hayalleri, dostluklarının sıcaklığı hep oradaydı. O, yıllar boyunca hücrede bu hatıralarla yaşadı. Ama şimdi, o hatıraların üstüne zamanın ne örttüğünü bilmiyordu.
Yolun kıvrımından şehre ilk bakışı attığında, yüreği sanki kaburgalarını parçalayıp dışarı fırlamak istedi. Çünkü karşısında gördüğü manzara, özlemle beklediği şehre ait değildi. Uzakta, göğe doğru yükselmesi gereken minareler yerine yarısı yıkılmış kuleler vardı. Renkli çatıların yerinde, harabeye dönmüş taş yığınları yükseliyordu. Çocuk sesleriyle dolu olması gereken sokaklar, suskunluğun ağır örtüsü altında kalmıştı.
Bir şehre değil, bir mezarlığa dönüyordu. Ama bu mezarlıkta gömülenler, yalnızca insanlar değildi. Gömülen, hatıralardı; gömülen, umutlardı; gömülen, insanlığın kendisiydi.
Garip, dizlerinin titrediğini hissetti. Zindanın demirleri ona hiç bu kadar ağır gelmemişti. Çünkü şimdi gördüğü, ruhunun üzerine kapanmış, gölgesiyle onu boğan başka bir zindandı: harabelerden yapılmış, sessizlikle örülmüş, yalnızlıkla mühürlenmiş bir zindan.
Durdu. Toprağa eğildi. Elini taşların üzerine koydu. O taşların sıcaklığında, geçmişin soluk nefesini aradı. Fakat taşlar susuyordu. Hiçbir şey söylemiyorlardı.
O an, garip bir şey hissetti: Sanki kendi ömrüyle şehrin ömrü birbirine karışmıştı. O, zindanda yıllarını tüketirken şehir de kendi içinde çürümüş, yıkılmış, yok olmuştu. Zaman, yalnızca onun için değil, şehir için de durmamış; ama ilerlerken her ikisini de harap etmişti.
Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Çöken duvarların, yıkılmış sokakların, suskun meydanların ağırlığı, ciğerine taş gibi doldu. O anda anladı ki, bu dönüş bir kavuşma değil; bir hesaplaşmaydı. Şehriyle, hayatıyla, kendisiyle ve Rabbiyle bir hesaplaşma…
Şehrin Sessizliği
Garip, şehre adımını attığında ilk fark ettiği şey sessizlikti. Ama bu sessizlik, sıradan bir sükûnet değildi; içinde uğultusu olmayan bir çınlama, kulakları dolduran bir boşluktu. Sanki şehrin nefesi kesilmiş, dili tutulmuş, göğsü çökmüştü. O sessizlikte, yalnızca geçmişin yankısı kalmıştı.
Bir zamanlar kalabalık pazarların uğultusu kulaklara dolardı. Meydanlarda satıcıların sesleri birbirine karışır, çocuklar aralarında koşuştururken kahkahalar göğe yükselirdi. Şimdi o meydanlar, taşlarla örtülmüş birer mezar gibiydi. Yalnızca rüzgârın uğultusu dolanıyordu aralarında, o da bir ağıt gibi hüzünlüydü.
Evler, birbirine yaslanmış gövdeleriyle artık birer yıkıntıydı. Çatılar çökmüş, duvarlar yarılmış, pencereler boş göz çukurlarına dönmüştü. Garip, her pencereye baktığında oradan bir yüzün çıkıp gülümsemesini bekledi. Ama hiçbir yüz çıkmadı. O göz çukurları, sadece sessizlikle geri baktı.
Mescitlere yöneldi adımları. Bir zamanlar göğe yükselen ezan sesleriyle dirilen ruhu hatırlıyordu. Ama şimdi minare yarıdan kırılmış, mihrabın önü taşlarla kapanmıştı. Sessizlik, duaların yerini almıştı. Göğe yükselmesi gereken sözler, harabelerin altında gömülüydü.
Çarşının içine girdi. Yıllar önce burada bir seher vakti yürümüştü. Fırınlardan ekmek kokusu yükselmiş, kahveciler sabahın ilk sohbetini yapmıştı. O kokular, o sesler, o hayat şimdi yoktu. Çarşı, yalnızca taşların arasından sızan gölgelerin mekânı olmuştu.
Her taş, bir şey söylüyor gibiydi ama kelimesizdi. Sessizlik, kelimelerin yerine geçmişti. Taşların sessizliği, insanların yokluğunu daha da acıtıcı kılıyordu. Çünkü garip, o taşların altında sevdiklerinin ayak izlerini hatırlıyordu. Her köşe başında bir dostun kahkahası vardı bir zamanlar; şimdi yalnızca yankılanan boşluk kaldı.
Yüreği sıkıştı. Şehrin sessizliği, onun içindeki gürültüyü daha da çoğaltıyordu. Çünkü içinde hâlâ konuşan hatıralar vardı. Ama o, hatıraların karşısında, harabelerin sessizliği bir duvar gibi dikiliyordu.
Durdu, çöken bir evin önünde. Kapısı yarıdan kırılmış, menteşeleri paslanmıştı. Kapının önünde bir ayakkabı buldu, yıllar öncesinden kalmış, küçük bir çocuğa ait olmalıydı. O ayakkabıya baktığında boğazına düğüm oturdu. O küçücük ayakkabı, şehrin sessizliğinden daha çok bağırıyordu.
Yürüdü, yürüdü. Sokakların her adımı, içindeki yalnızlığı büyütüyordu. Sessizlik, artık sadece dışarıda değildi; içine de sızıyordu. O an anladı ki: Bir şehrin ölümü, sessizlikle başlıyordu. Sesler kaybolduğunda, insanlar yok olmuştu; insanlar yok olduğunda da hatıralar susmuştu.
Ve garip, o sessizlikte kendi sesini duydu. Kendi nefesini, kendi kalp atışını. Bir zamanlar kalabalıkların arasında silinip giden nefesi, şimdi bütün şehrin boşluğunda yankılanıyordu. O nefes, hem dirilişin hem de yalnızlığın işaretiydi.
Ağıt
Garip, yıkılmış şehrin ortasında durdu. Taşların arasında bir mezarlık sessizliği vardı, ama o sessizlik, yüreğinde kopan fırtınaları daha da büyütüyordu. Dizlerinin bağı çözüldü, toprağın üzerine çöktü. Ellerini taşlara bastırdı, parmaklarının arasından soğuk toprak süzüldü. Sanki bütün ömrü, avuçlarından kayıp gidiyordu.
Ve o an, içindeki bütün birikmiş acı göğsünden dışarı taştı:
“Niçin beni yapayalnız bıraktın Allah’ım?
Niçin bütün dostlarımı, bütün sevdiklerimi, gözlerimin önünden çekip aldın?
Niçin beni yıllarca zindanda beklettin de, çıktığımda karşıma bu harabeyi koydun?”
Sesini göğe yükseltmek istedi. Ama sanki gök, onu dinlemek için bile kapanmıştı. Haykırışı, taşlara çarptı, viranelerin duvarlarında yankılandı, sonra tekrar kendi yüreğine geri döndü. Bu yankı, onu daha da acıttı. Çünkü kendi sözleri, kendi içine saplanan birer hançer olmuştu.
O an anladı: Aslında yalnızlığı, zindanın karanlığında değil; bu harabelerin ortasında başlıyordu. Zindanda umutla beklemişti, bir gün dönerim diye. Ama döndüğünde, umutlarını taşıyacak kimse kalmamıştı.
Kalktı, şehrin ortasında bir zamanlar meydan olan yere yürüdü. Meydanın ortasında, yıkılmış bir çeşmenin başına geldi. O çeşme, yıllar önce berrak sularıyla çocukları serinletir, yolculara ikram olurdu. Şimdi çatlamış, içi boş, dudakları kurumuştu. Çeşmenin başına oturdu, gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Allah’ım,” dedi, “benim dualarımın göğe yükselmesini engelleyen ne oldu? Neden bunca zaman beni susturdun? Neden beni, bütün sevdiklerimin gömüldüğü bu şehrin ortasında yapayalnız bıraktın? Beni niçin bu kadar sessizlikle sınadın?”
Her damla gözyaşı, kurumuş çeşmenin taşlarına düştü. Ve o taşlar, sanki yılların susuzluğunu onun gözyaşıyla gidermek ister gibi suyu içine çekti.
Birden, gözlerinin önüne geçmiş günlerin hayali geldi. Çocukken aynı çeşmeden kana kana içtiği suyu, dostlarıyla yaptığı sohbetleri, annesinin duasını hatırladı. Gözlerinde bir an için parlayan o hatıra ışığı, hemen ardından daha derin bir karanlığa gömüldü. Çünkü hepsi geride kalmış, toprakla örtülmüş, sessizliğe gömülmüştü.
Kafasını göğe kaldırdı. Sanki yıldızlardan bir cevap bekliyordu. Ama gök sessizdi. Yalnızca taşların arasında esen rüzgâr vardı. O rüzgâr da onun ağıdını alıp etrafa savurdu.
O an içinden bir fısıltı yükseldi: “Sen yalnız değilsin. Senin ağıdını gök duymazsa, taşlar duyar. Senin feryadını insanlar işitmezse, rüzgâr işitir. Senin gözyaşını toprak görür. Ve senin yalnızlığını, Rabbin bilir.”
Ama garip, o fısıltıya tutunacak hâlde değildi. Çünkü ağıdının ağırlığı, yüreğini yakıp kavuruyordu. Yalnızlık, yalnızca bir insanın çekebileceği bir yük değildi artık. O yük, bütün bir şehrin mezar taşlarına kazınmıştı.
Bir süre sustu. Ama sessizlik de acısını dindirmedi. Ve yeniden haykırdı:
“Allah’ım, beni niçin terk ettin? Niçin bu şehirden bütün sevinçleri söküp aldın? Niçin beni bu harabelerle baş başa bıraktın?”
Bu defa sesi daha yüksek çıktı, daha derinden geldi. Ve o ses, göğün derinliklerinde kaybolurken, yerdeki taşların kalbine kazındı.
Garip, şehrin enkazına her adım attığında, yalnızca taşların arasına sinmiş sessizliği değil, aynı zamanda kendi kalbinin harap olmuş köşelerini de dinliyordu. Bir zamanlar çocuk sesleriyle yankılanan sokaklarda şimdi sadece rüzgârın uğultusu vardı. Ne bir kapı çalınıyor, ne bir pencere açılıyordu. Tüm evler, tüm duvarlar, tüm avlular birer mezar sessizliğiyle konuşuyordu. Ve o, bu sessizliğin tam ortasında dizlerinin üzerine çöktü, ellerini göğe kaldırdı:
“Allah’ım, neden beni yapayalnız bıraktın? Neden bütün bir şehri, bütün bir hayatı, bütün bir ümidi alıp da bana sadece viraneleri bıraktın?”
O an, insan dilinin bittiği yerde tabiat dile geldi. Baykuşlar harabenin kemikleşmiş direklerinde ötüyor, onların sesleri ağıdın yankısına katılıyordu. Üveyikler, yıkık duvarların kıyısında kanat çırpıyor, sanki bir selamla göğe melekleri çağırıyordu. Turnalar ise uzak diyarların göklerinde süzülüyor, garibin ahını dünyanın dört bir yanına taşıyordu.
Ama asıl sır, rüzgârın nefesinde gizliydi. Çünkü rüzgâr, onun gözyaşlarının tuzunu, onun kalbinin derinliklerinden kopup gelen feryadı, hak ve adaletin tohumlarına dönüştürerek savuruyordu. İhmal edilmiş, kurumuş, unutulmuş bütün topraklara, bütün kalplere, bütün coğrafyalara bu tohumlar serpiliyordu. Ve hiç kimsenin beklemediği bir anda, en kurak topraklarda filizler boy veriyor, en taşlaşmış gönüllerde umut yeşeriyordu.
Çok değil, kısa bir zaman sonra… İnsanlık haritası yeniden çizilmeye başlandı. Ama bu kez mürekkep, kalemden değil gözlerden süzülen yaşlardan akıyordu. Her damla, yeryüzünün merkezine işleniyor; sevincin, merhametin, adaletin izleriyle yeni bir dünya kuruluyordu. O dünya ki, sevinç yağmur gibi her yere yağıyor, sevgi miski amber gibi kokusunu yayıyor, merhamet yüreklerin sızısı oluyor, adalet vidanın sütunu, erdem yalnızlık abidesinin zirvesi haline geliyordu.
Ve garip, ellerini semadan indirip bu yeni filizlere baktığında anladı: Yalnız bırakılmamıştı. Onun çığlığı, onun ağıdı, onun yalnızlığı dünyanın yeni dirilişinin ilk harfiydi.
Filizler birer birer topraktan yükselmeye başladığında, kimse bunun bir feryadın, bir yalnızlığın, bir garibin gözyaşlarından doğduğunu bilmiyordu. İlk önce küçücük yeşil gölgeler beliriyordu harabelerin taş diplerinde. Ardından çiçekler açtı, rengi unutulmuş gökyüzünü hatırlatır gibi. İnsanlar şaşırdı: “Bunca zaman sessiz, susuz, ölü duran bu topraklar nasıl yeniden nefes aldı?”
Bilmiyorlardı ki, o nefes, bir kalbin paramparça yalnızlığından doğmuştu. O kalp ki Allah’a yakarırken, sadece kendi derdini değil, tüm insanlığın kaybolmuş merhametini dile getirmişti. O kalp ki adaletin yeryüzünden kovulmasına ağlamış, zulmün en karanlık gecelerine beddua etmemiş, sadece “Ya Rab, bana sabır ve ümmete diriliş” diye niyaz etmişti.
İşte bu niyazın tohumu rüzgârla taşındı; her viraneyi, her unutulmuş köyü, her terk edilmiş gönlü dolaştı. Önce sessizce kök saldı, sonra bir gün ansızın bir orman gibi çoğaldı. İnsanlar farkına varmadan etraflarını saran bu filizlere bakınca, içlerinde unuttukları duygulara dokunmaya başladılar:
Merhametin sıcaklığı…
Adaletin berraklığı…
Sevginin iyileştirici kokusu…
Ve işte o an, gözyaşları artık sadece acının değil, sevincin de damlaları oldu. İnsanlık haritası yeniden çiziliyordu: her gözyaşı damlası bir kıta, her sevinç tebessümü bir deniz, her merhamet eli yeni bir ülke oluyordu. Dünya yeniden kuruluyordu, ama bu kez taş ve betonla değil, adaletin sütunlarıyla, erdemin gölgeleriyle, sevginin sonsuz çiçekleriyle.
Garip, harabenin ortasında ayakta durdu, artık yalnız değildi. Etrafında çocukların kahkahaları yeniden yükseliyordu; kadınların elleri tohum ekiyor, erkekler alın teriyle toprağı işliyordu. Baykuşların ağıtları yerini bülbüllerin nağmelerine bırakmıştı. Turnalar hâlâ gökteydi, ama artık acıyı değil sevinci taşıyorlardı dünyanın dört bir yanına.
Ve o, şehrine bakarken şunu fısıldadı kendi kendine:
“Meğer Allah beni yalnız bırakmamış. Bütün bir insanlığı yeniden ayağa kaldıracak dirilişin tohumu olmak için seçmiş.”
Yeni filizler yalnızca toprakta değil, insanların yüreklerinde de yeşeriyordu. Önceleri korkuyla birbirinden kaçan, sessizlikle kuşatılmış insanların gözlerinde artık umut parlıyordu. Herkes fark etti ki, harabelerden yükselen bu yeni hayat sadece taşları, duvarları değil, onların içindeki pas tutmuş vicdanları da temizliyordu.
Çocuklar ilk kez uzun zamandır koşarak oyun oynamaya başladılar. Onların kahkahaları, karanlık günlerin üzerine doğan güneş gibiydi. Kadınlar, gözlerinde yılların biriktirdiği kederle birlikte, toprağa yeni filizler ekti; çünkü artık toprağın onlara ihanet etmeyeceğini biliyorlardı. Erkekler, alın teriyle taş üstüne taş koyuyor, ama bu kez saraylar değil; adaletin gölgeliklerini, merhametin çatısını, erdemin sığınaklarını inşa ediyorlardı.
Bir zamanlar zulmün ve ihanetin sembolü olan meydanlarda artık mahkemeler değil, adaletin kendisi yükseliyordu. Hiç kimse rüşvetle konuşmuyor, hiç kimse korkuyla susmuyordu. Her söz, vicdanın süzgecinden geçiyor, her karar Allah’ın adını anarak alınıyordu.
Merhamet, yeni şehrin kanunu oldu. Yoksullar aç kalmadı, çünkü herkes lokmasından pay ayırmayı şeref sayıyordu. Yetimler sokaklarda değil, gönüllerde büyüyordu. Hastalar yalnız ölmedi, çünkü her ev bir şifa yuvasına dönüşmüştü.
Ve erdem, bu yeni düzenin zirvesine yerleşti. Hiç kimse çıkar için eğilmedi; menfaat için dostluk kurulmadı, makam için ihanet edilmedi. İnsanlar yalnızca hakikate boyun eğdi. Bu yüzden kalpler omurgalı, vicdanlar dimdik durdu.
Zalimler ise bu diriliş karşısında korkuya kapıldılar. Onlar, taş duvarlarla, silahlarla, servetle hüküm sürdüklerini sanmışlardı. Ama bir garibin yalnızlık içindeki duası, onların kurduğu imparatorluklardan daha güçlü çıktı. Çünkü dua göğe yükselmiş, gökten rahmet olup yağmış, yağmur toprağı diriltmiş, toprak insanı ayağa kaldırmıştı.
Ve bakıldığında artık dünya harap bir mezarlık değil, yeniden doğan bir bahçeydi. Gözyaşlarıyla sulanmış, sevinçle çiçek açmış, merhametle kokmuş, adaletle kök salmış bir bahçe…
Garip, bu bahçenin ortasında durmuş, yüreği hâlâ sızlıyordu ama o sızı artık bir acı değil; bir hatırlatma, bir yol işaretiydi. Ve kendi kendine dedi:
“İnsanlık yeniden doğduysa, bu yalnızlığın, bu ağıdın, bu gözyaşının boşa olmadığını anladım. Demek ki her virane, Allah’ın dilediği vakitte bir cennete dönüşebilir.”
Erol Kekeç/10.07.2025/Sancaktepe/İST