9
Yorum
25
Beğeni
5,0
Puan
475
Okunma


Yağmur, İzmir Alsancak Garı’nın demir çatısına binlerce mızrak gibi iniyordu. Gece vakti, sarı peronun ışıkları ıslak raylarda kırık cam parıltıları gibi savruluyordu. Mehmet, siyah bir paltonun içinde, sırtına çöken kırk yedi yılın ağırlığıyla bir sütun gibi dikiliyordu. Elleri cebinde, ama parmakları görünmez bir şeyi sıkıyor gibi gergindi. Gözleri, rayların karanlık ufkunda kaybolmuştu. Zaman, onu neredeyse yarım asır öncesine, yine bir yağmurlu geceye, yüreğini sonsuza dek ıslak bir yara gibi taşıyan o veda anına götürmüştü...
Zeynep, karşısındaki bankta oturuyordu. Bej trençkotunun yakası kalkıktı, saçlarının bukleleri nemle kıvrılıp alnına yapışmıştı. Elleri, dizlerinde duran eski bir deri çantanın tokalarını avuçluyordu. Gözleri, Mehmet’in profilinde geziniyor, o keskin çeneli, artık kırışıklarla çerçevelenmiş yüzünde, delikanlılığının silüetini arıyordu. Yıllar, onu da öğütmüştü. Ama bakışlarındaki o derin, puslu hüzün, tıpkı gençliklerindeki gibi Mehmet’in içini burktu.
Mehmet: (Başını yavaşça çevirip ona baktı. Sesindeki titreklik, yağmurun şakırtısına karıştı.)
“...Hâlâ yağmurda beklemekten hoşlanıyorsun.”
Elleri ceplerinden çıktı, boşlukta anlamsız bir hareket yaptı. Bu cümle, on yedi yaşındayken, ilk kez elini tutmak için bahane aradığı günküyle aynıydı. Şimdi ise aralarında görünmez bir duvar vardı.
Zeynep: (Dudaklarında zoraki, ince bir çizgi belirdi. Çantasının tokasını çıt çıt oynattı.)
“Alışkanlık işte. Beklediğim şeyler değişse de... beklemek hep aynı.”
Gözleri, Mehmet’in sol yüzünde, şakaklarına doğru uzanan derin çizgiye takıldı. O çizgi, ayrılık gecesinin bıçak gibi soğuğunu taşıyordu sanki.
Mehmet: (Bir adım yaklaştı. Ayakkabılarının ucu, Zeynep’in ayakkabılarının ucuna değecek kadar yakındı. İçinde, onu çekip kucaklama dürtüsüyle sarsıldı. Elleri titreyerek ceketinin düğmelerini düzeltti.)
“...Gidiyor musun yine?”
Sesi boğuktu. Sormak istediği asıl soru, yüreğinin ta derininde yanıyordu: Neden gittin o zaman? Neden beni bu karanlıkta bıraktın ?
Zeynep: (Başını kaldırıp doğrudan gözlerine baktı. Gözbebekleri, peron ışığında ıslak taş gibi parlıyordu.)
“Gitmek mi? Mehmet, ben hep gittim. Sen durdun. Sen hep bu şehrin taşında, toprağında kaldın.”
Bir damla yağmur, yanağından süzülüp çene hattında kayboldu. Mehmet, bunun yağmur mu yoksa gözyaşı mı olduğunu anlamaya çalışırken içi sızladı.
Mehmet: (Sol elini uzattı. Havada asılı kaldı. Zeynep’in saçına dokunmak, o nemli bukleleri geriye atmak istiyordu. Parmakları havada büzüldü, yumruk oldu, geri çekildi.)
“...Kaldım. Çünkü her taşın altında senin kokun vardı. Her rüzgâr, senin kahkahalarını getiriyordu kulaklarıma. Kaçmak, ihanet olurdu sana.”
Sesi kısıldı, boğazında bir yumru vardı. Zeynep’in gittiği günden beri, bu şehir onun için bir mezardı. Her sokak başı, onu kaybettiği anın tekrarıydı.
Zeynep: (Aniden ayağa kalktı. Boyu hâlâ Mehmet’in omzuna ancak geliyordu. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu.)
“Benim kokum mu? O koku, senin hapsettiğin bir hayaletten ibaret artık! Ben de her gece senin sesinle uyandım Mehmet! Kapının çalındığını duyup, ‘Geldin mi?’ diye koştum girişe... Ama hep boş sokaklara baktım!”
Sesi yükseldi, son kelimeleri bir çığlık kırıklığıyla kesildi. Elleri titreyerek çantasını sımsıkı kavradı. Sanki tutunacak tek şey oydu.
Mehmet: (Gözlerini kapadı. Zeynep’in sesindeki acı, yılların pasını sıyırıp atıyordu. Ellerini açtı, avuçları yukarı dönük, çaresizce.)
“Peki ne yapmalıydım? Peşinden mi gitmeliydim?
Sen beni seçmedin oysa ben seni seçmiştim”
İçini kemiren asıl soruyu nihayet fısıldadı:
“...Beni neden terk ettin Zeynep?”
Zeynep: (Bir adım geriledi. Sırtını, trenin gelmesini bekleyen yolcuların olduğu duvara dayadı. Yüzü bembeyazdı.)
“Terk mi? Benim bir ailem vardı , kıyamadığım bir babam ve senin ailen okulu , askerliği var deyince... bana nefes aldırmadılar ki Mehmet!
Mehmet : ’’ Kaçalım dedim sana ama ’’
Zeynep : ( O anki korkaklığı, ömür boyu sürecek bir pişmanlığa dönüşmüştü )
’’Keşke yapabilseydim ’’
“...Sessizliğim, sana ihanet değildi. Sadece... Senden daha çok korktum. Sana bağlanmaktan korktum. kaybettikten sonra anladım ki, sana bağlanmaktan korkmak, seni kaybetmekten beter bir cehennemmiş , çünkü hala seni seviyorum” diyebildi.
O sırada Mehmet’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Zeynep: (Nefesi kesik kesikti. Mehmet’in gözyaşı, içindeki öfke duvarını eritiyor gibiydi. Elini kaldırdı, Mehmet’in yanağına dokunacak kadar yaklaştı. Ama son anda çekti, avucunu kendi yüreğine bastırdı.)
“. Ben de her gün seninle yaşadım. Başka bir adamın yanında... çocuğumu kucağıma aldığımda... hep senin eksikliğinle. Sen benim için bir hayal değildin. Yarım kalmış bir nefestin.”
Uzaktan tren düdüğünün sesi duyuldu, Peron titredi. Zeynep’in gözlerinde bir panik, bir veda kararı belirdi.
Mehmet: (Trenin yaklaşan ışıkları, Zeynep’in yüzünü aydınlattı. O yüz, artık yabancı ama bir o kadar da tanıdıktı. Son bir çırpınışla fısıldadı:)
“...Kal.”
Tek kelime. Otuz yıllık suskunluğun, pişmanlığın, özlemin özeti. Elleri, Zeynep’in kollarını tutmak için uzandı, ama havada kaldı.
Zeynep: (Çantasını sıkıca kavradı. Adımını trene doğru attı. Dönüp son bir kez baktı. Gözleri, Mehmet’in içindeki fırtınayı görüyordu.)
“...Kalamam. Çünkü sen , ben seni bıraktığım o geceden beri hep buradaydın. Ben ise... hep o günün karanlığında kaldım.”
Trene doğru yürüdü. Adımları ağır, bedeni yağmura ve hatıralara karşı direniyor gibiydi. Mehmet, onun sırtını izlerken, gençliğinde tren penceresinde kaybolan o silueti hatırladı. Hiçbir şey değişmemişti.
Mehmet: (Zeynep, tren kapısına adımını atarken, son bir seslendi. Sesinde artık isyan yok, sadece ezeli bir keder vardı)
“...Ben seni hep sevdim Zeynep. Bir avuç toprak gibi... sessiz, derinde, ama her damla yağmurda sana doğru çoğalarak.”
Tren kapıları kapandı. Zeynep, buğulanmış camın ardında silik bir gölgeydi sadece. Mehmet’in gözlerinde, camdaki buğuya değen parmak izi hayali canlandı.
Zeynep: (Tren hareket ederken, camın buğusuna bir ‘M’ harfi çizdi. Dudakları kıpırdadı, sesi duyulmadan)
“...Ben de.”
Camdaki harf, buğuyla birlikte kayboldu. Zeynep’in gözlerinden süzülen yaş, çenesine inip trenin karanlığında kayboldu. Mehmet’in son sözleri, içinde bir mızrak gibi saplanıp kalmıştı: "Bir avuç toprak gibi..."
Mehmet, ıssız peronda tek başına kaldı. Yağmur, paltonun omzunda karanlık lekelere dönüştü. Elini cebine attı. İçinden küçük, eski bir fotoğraf çıkardı: On yedi yaşlarında, gülümseyen Zeynep’le kol kola girmişlerdi. Parmakları, Zeynep’in fotoğraftaki yüzüne dokundu. O dokunuş, gerçek tenin sıcaklığına asla erişemeyecekti.
“Bir avuç toprak gibi...” diye mırıldandı rüzgâra.
Sesi, raylarda kaybolan trenin uğultusuna karıştı.
Peron ışıkları söndü.
Karanlık, iki ayrı hayatı, iki ayrı acıyı, birbirine asla kavuşamayacak iki yarım ayı yuttu.
Mehmet, fotoğrafı avucunda sıkarak,
Zeynep’in gittiği yöne doğru,
Hiç bitmeyecek bir yağmurun içinde yürüdü...
Yürüdü...
Yürüdü...
Yürüdükçe , kendi kaybolmuşluğunda kayboldu...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (7)