Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
İlkay Coşkun
İlkay Coşkun

Havamız Olsun - Halit Yıldırım

Yorum

Havamız Olsun - Halit Yıldırım

0

Yorum

4

Beğeni

0,0

Puan

225

Okunma

Havamız Olsun - Halit Yıldırım

Havamız Olsun - Halit Yıldırım

Havamız Olsun - Halit Yıldırım

Kıymetli dostumuz İlkay Coşkun’un 11. kitabı “Havamız Olsun” KDY’den çıktı. Kitap, bir Meteoroloji’de Mühendis olan İlkay Coşkun’un mesleki birikimini edebiyat ile buluşturduğu özel bir eser niteliğinde. Kitabı baştan sona dikkatli okuduğunuzda yılların deneyimli şair ve yazarı Coşkun’un aslında kendi mesleğinde de mahir olduğunu, mesleğin her türlü inceliğine vakıf olduğunu ve bu mesleğin halk diline yansımaları ile Anadolu irfanı diyeceğimiz bir bilgelikle nesilden nesile nasıl aktarıldığına da şahitlik ediyoruz.

Anadolu’da mer’i bir takvimin yanında bir de “eski hesap” denilen dededen toruna tevarüs eden bir takvim daha vardır. Buradaki aylar, günler, mevsimler biraz daha farklıdır ve her birinin ayrı bir ismi vardır. İşte İlkay Coşkun mesleğinin akademik literatürü yanı sıra belki de folklor olarak sayılabilecek halk literatürünü de yemiş içmiş. Bu yönüyle bile kitabın adıyla müsemma bir deyimle ne kadar hava atsa yeridir.

Kitapta işlenen mevzuların sakın akademik bir dil ile anlatıldığı zehabına kapılmayınız. Usta kalem meteorolojinin kasvetli dilini bazen ironik, bazen mizahi bazen de hüzünlü bir ile okura aktarmış. “Kulağımıza Fısıldanan, Her Mevsim Başrol, Dört Elementin Şahı, Okunacak Kitap, Hava ve Heva, Gül Pazarında Nefes Satmak ve Bir Nefes Sıhhat” başlıkları altında yedi ana başlıktan ve kırk alt başlıktan oluşan yüz yirmi sayfalık bir hacme sahip olan Havamız Olsun, zaman zaman bizi Anadolu yaylalarına çıkarıyor. Kimi zaman tarlada yağmur bekleyen bir çiftçinin yüreğine, kimi zaman döktüğü kerpiçlerin kuruması için açıp ellerini dua eden bir kerpiç ustasının dileklerine misafir ediyor.

İlkay Bey, kitap hakkında Kübra Börk ile yaptığı ve Kültür Ajanda Dergisinde yayınlanan söyleşisinde bu kitabın oluşumu ile ilgili şu bilgileri veriyor:

“Kırk yıla yakındır havayı gözlemleyerek, havayı rasat ederek geçimini idame ettiren biri olarak havaya, mevsimlere, hava parametrelerine dair söylenecek çok şeylerim olmalıydı elbet. İşte bu minvalde, bir senelik zaman diliminde yirmi civarında bu alanda yazılmış kitabı taradım. Ve daha önceki yazdıklarımı da içerisine ekleyerek, Mart 2025’te “Havamız Olsun” kitap halini aldı. Ayrıca bu zaman diliminde yazar arkadaşım Sinan Ayhan ile birlikte karşılıklı yazılar yazma mihmandarlığında bulunduk. Bu gayret üzerine bu kitabın doğumu gerçekleşti.”

Kitap böyle bir süreçten geçerek ete kemiğe bürünmüş ama onun da ötesinde bir derinliğe sahip. Hele hele mevzular arasına serpiştirilen ve her birisi binlerce yıllık gözlem ve tecrübeye dayanan deyimler ve atasözleri kitaba ayrı bir hava katmış. Gök ağlamasa yer gülmezmiş bunlardan bir tanesini… Ne kadar anlamlı değil mi?

Ya şu sözlere ne demeli! Her birisi bir altın küpe niteliğinde…

Kar çiftçinin yorganıdır.
Kışın yaba al, yazın soba al.
Kışın yorgansız, yazın ayransız olmaz.
Yazın dağlar da misafir alır.
Martın yazını yaz belleme, damın sazını saz belleme.

Anadolu insanının irfanını oluşturan binlerce yıllık rasat geleneğinin sonuçlarının nasıl bir toplumsal hafızaya dönüştüğünü ve bunun kitapta bahis konusu edildiğini yine yazarın şu ifadelerinden anlıyoruz.

“Havamız Olsun” konusunu tarihi bir süzgeçten geçirip kadim değerlerimiz bu konuya nasıl bakmışların kritiğini yaptım öncelikle. Kadim medeniyetimizin, geleneğimizin çevre anlayışını, havaya dünyaya bakışını kısa kısa da olsa değinmeye çalıştım. Bu bakışta korumacılık yönlerine, nasihatvari sözlerine de yer verdim. Ümmi bilişleriyle de olsa ince mizahlarını kullanarak yaptıklarına şahit oldum adeta. Bütün yaşamlarındaki tedbirleriyle, öncelikle eşeklerini, develerini ipinden bağlayıp sonrasında tevekkül etme hallerini görüyoruz.”

Meteoroloji mesleğinin aslı esası rasada yani gözleme dayanıyor. Kitabı dikkatlice okuduğunuzda aslında bu kitabın bir gözlemden öteye kâinat sırları hakkında bir tefekkürün kelimelere bürünerek sizinle paylaşıldığını hissediyorsunuz. Yazar bu durumu da yine bahsi geçen söyleşide şu ifadelerle dile getirmiş:

“Kâinat kitabını okurken köşebentler, düğünler ve nirengilerle karşılaşıyoruz. Böylelikle şaşırma eylemine her an kapılıp dua ve şükür sığınağında yıkanıyor olmalıyız. Hani meclislerde, söz birine gidip değer, o kişinin de o anda kalp gözü açıktır ve nasibin en büyüğünü alması gibi olunmalıdır. Allah’ın sanatına bakarak, hissederek ve kavrayarak bu hisseye ortak olunmalıdır. Öyle ya ırmaklar, denizlerin kokusunu her daim alacaktır. Başka bir ifadeyle kuşlar ölecek ama önemli olan uçuşu hatırlamak gerekiyor. Ama her şeye rağmen insan kendi çağında, kendi şartlarında ve coğrafyasında vakitlenip kendince gölgeleniyor vesselam.”

Bana kalsa bu kitabı Meteoroloji alanında eğitim veren bölümlerde yardımcı ders kitabı olarak okutmak lazım. Hatta bu kurumda çalışan genç arkadaşlara bu kitabı okutmak lazım diye düşünüyorum. Hani belki bu sözlerim için “abartma!” hocam diyenler de çıkabilir. Lakin ben bu konuda ciddiyim. Bu satırların yazarı olan bendeniz aynı zamanda bir Ziraat Mühendisiyim. Ziraat Fakültesinde ilk aldığım ders de “Meteoroloji” dersiydi. (Lakin itiraf edeyim ki bu dersi veren hocanın adını dahi hatırlamak istemiyorum, orası ayrı bir mevzu…) Yani bu meselelere aşina birisiyim. Hatta geçmişte -kırk yıl kadar önce- İlçe Tarım Müdürlüklerinin yanında küçük rasat istasyonları vardı. burada yağan yağış miktarı, rüzgâr yönü ve şiddeti gibi zirai faaliyetleri ilgilendiren rasatlar yapılır ve her gün işlenen bu cetveller teleksle merkeze bildirilirdi. Tam hatırlayamamakla birlikte ya Ziraat Fakültesindeki öğrencilik yıllarımda ya da staj yaparken İlçe Müdürümüz izne gidince onun yerine bir hafta kadar bu rasatları yapmışlığım da var. Yine 70-80’li yıllarda aynı bakanlık bünyesindeki iki genel müdürlük olarak faaliyet gösteren Meteoroloji müdürlüğü çocukluğumda Teknik Ziraat Müdürlüğü ile aynı binada hizmet veriyordu.

Kitaba önsöz yazan Sinan Ayhan da bu farklı kitaptan etkilenmiş olacak ki “Ey bir işaret bekleyen okuyucu! Elinde bir kitap var ve bu kitap her şeyden önce vasatı yerinden ediyor. Ona yaşam imkânı tanımıyor.” cümleleriyle bizim duyduğumuz heyecana eşlik ediyor.

İlkay Coşkun beyi tebrik ediyor, kendisinden yeni eserler beklediğimizi belirtmek istiyorum.

Halit Yıldırım
Milat Gazetesi
19.08.2025

www.milatgazetesi.com/ilkay-coskundan-havamiz-olsun?sfnsn=scwspwa

ilkaycoskun.blogspot.com/2025/08/havamz-olsun-halit-yldrm.html?m=1

-------------------------------------------------------------------------

Edebi Kişiliğiyle F. Eda Tosun

Şair Yazar F. Eda Tosun’u beş kelime ile betimle deseler; “şiir, anne, samimiyet, duygusallık ve özveri” kelimeleriyle anlatırdım. F. Eda hanımefendinin şiirlerini, romanını ve denemelerini okumuş birisi olarak bu girizgâh ifademin içeriğini ayrıntılarıyla dolduracak olursam; yazarın bütün yazıları kurmacadan ziyade nesnel bir gerçeklikte, sahicilikte yol alınmaktadır. Yazarın ürünlerinin genelinde hatıra ve maziyle yoğrulmuş, harbi ve hasbi yaşanmışlıklar yer almaktadır. Bu yazılanlarda şiirsel bir tavırla ve duygusal bir samimiyetle okura sunulmaktadır. Teknik olarak edebiyatın bütün söz sanatlarının imkânlarından istifade edilerek tezyinat ve betimlemeleri ustaca kullanabildiği gözleniyor. Aynı zamanda anlatımda, ince duyguların ve düşüncelerin izi de sürülmektedir.

Yazılarında, şiirlerinde, anne ve kadın olgusu, sesi başat tema olarak yer bulmaktadır. Başka bir ifade ile yazarın, anne ve kadın olmasının yanında kendi annesine duyduğu özlem ve sevgi hali yazdıklarının önemli bir kısmına eşlik etmektedir. Yazarın, “Düşler de Çürür” kitabını tamamen anne ve kız romanı olarak nitelendirmek bu anlamda yanlış olmayacaktır. Yalnız kalınan bir gece gibi anne yokluğuna sarılır yazar. Böylelikle kendi yalnızlığında ruhunu, kalemiyle ve defteriyle buluşturarak yazmaktadır. Acı ve hicran behemehâl hep yazarın yol güzergâhındadır maalesef. Yazarın kaleme aldığı öz bir ifadesi şu şekildedir; “ne giyersen giy, gidip yapışacak yaraya” Bu anlatım şekliyle yer yer ölü evinin suskunluğu gibi kelimeler boğazına düğümleniyor. Bu perspektifte özlem ve mazi ile sık sık vakitlenmektedir. Sonuçta yazı serüvenimiz biraz da kaybettiklerimizi arama işi değil midir? Bütün anlatımlarda yazarın, kendi içine doğru uzayan uzun bir yürüyüş haline şahitlik ediyoruz. Bu hayat yürüyüşünde önünde aşılması gereken hep setler bulunmaktadır. Bu yürüyüş halinde yazarın, durup da kendisini dinlemeye vakti de yoktur. Özveri ve sorumluluk hali bu sonucu doğurmaktadır elbette.

Yazarın havsalasında sadece anne yoktur elbette. Annenin yanında genel anlamda aile ve yakınlar vardır. Çocuklar, ailelerin en öncelikli olan kıymetlileridir.  Çocukluk, tilmizleri olmayan bir saflıkta yaşanır. Kafka’ya mülhem söylersek, çevremizdeki güzelliklere el sallayacak hayat dolu bir çocuk beslemek gerektiğine inanır. Bu çocukluk zamanı ki insan ömrünün en uzun yarısı ve insanı gönendiren yıllarıdır. Başka bir ifade ile anne ile beraber yazıların temeli aile ve insan oluşturur. Mesela yazarın güzel bir tespiti şu şekildedir; “çiçekli bir orman yoludur aile” Yazar, yazılarında kendisi ve bakış acısı hakkında da kimi serimlemelerde de bulunur. Örneğin, genel anlamda kadını, özel anlamda kendisini şu şekilde betimler. “Her şeye yetişen ama kendine geç kalan bir kadın” Öyle ya kadınlık daha çok anneliktir. Çokça adanmışlıktır. Yerine göre susma ve ağlamalara duçar olmaktır değil mi?

Eda hanımı tamamen hüzün ağrısı çeken bir şair ve yazar portresinde göremeyiz elbette. Hayatı “zalim felek” telakki etmez kesinkes. Şair Yazar; özlemi, acıları, hasretliklerini kalemine aksettirse de çevresine karşı hep müstağni duruş sergiler. Her şeye rağmen yol türküleri ve yol düşlerine de tutunur. Tevekkül etmenin, inançlı olmanın desteğini ve gücünü hep yanında hisseder. Aynı zamanda kadim kültürümüzden, anlayışımızdan gelen değerlerle de mücehhezdir. “Bizler yaşadık bir tamı, bir bütünü, bir sevgi vardı belli dahası saygı” mottosu ve asaletin kardeşliğiyle hayatına devam etmektedir. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
19.09.2025
------------------------

Ankara Günlüğü”nde Yaşanılan Türkü

Ankara Günlüğü” Yazar Ahmet Doğru’nun Haziran 2025 tarihinde, KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu dokuzuncu eseridir. Otuz üç adet günlük yazısının yer aldığı kitap, yüz otuz sekiz sayfa hacmindedir. Günlükler, Ekim 2018 ile Ocak 2020 tarihleri arasında yazılmış olduğunu görmekteyiz. Günlükler, Cahit Zarifoğlu’nun “Yaşamak” isimli günlüklerinde olduğu gibi gün gün değil de haftalık zaman dilimlerinde yazılarak faklı bir deneyim hayata geçirilmiştir.

Günlüklerden anlaşıldığına göre yazar, Ankara’ya güzel bir gençlik ve özlem bağışlamıştır. “Bir mırıltı palazlanır dudağımdan gözlerime Ankara dolar” (s. 107) diyerek bu özlemini taçlandırmaktadır. Yazar bütün yazdıklarında Ankara’yı özlem ve sevgiyle yâd etmektedir. Günlüklerin sonlarında, “Ne güzelsin Ankara!”, “Şen olasın Ankara!”, “Türkü türkü kal Ankara, türkü türkü gül Ankara!”, “Güle güle kal Ankara!” gibi ifadelerle temennilerini dillendirmektedir. Yazar, Ankara’yı hep ululamaz tabi ki. Zor ve sıkıntı duyduğu konulara da değinir. Ankara’yı bir bürokrasi soğukluğunda görür mesela. İnsanın olduğu her yerde iyilerde kötülerde vardır. Bundan kelli kimi insanlara ısınamamıştır. “Bir yerde söylediğin bir söz, bambaşka bir kılıkla hoş olmadık başka bir yerde karşına çıkabiliyor” (s. 25) diyerek bir nevi maruzatını iletir. Zaman zaman bunlar gibi sükût-i hayale uğrar. Bu süreçte iyi veya kötü yüzlerce anıyı Ankara toprağına armağan eder.

Kitap isminden de anlaşıldığı gibi kitabın ana omurgasını Ankara oluşturmaktadır. Ankara, anlatımlarında türkü, bağlama, teyp, kaset ve tütün birlikteliği vardır. Yazar, 1996 - 2000 yılları arasında Ankara Gazi Üniversitesinde lisans eğitimini alır. Okul bitiminde ücretli öğretmenlik ile öğretmenliğe adım atar. Devamında Ankara Bilkent Üniversitesinde yüksek lisans eğitimine başlar. 2002 yılında askeri öğretmendir. Doktora eğitimini Bolu’da 2018 - 2020 yılları arasında alırken yol güzergâhında yine Ankara vardır. Yazar, yer yer Pazarcık’ta geçen çocukluğuna varana kadar zamansal atlamalar yaparak geçmişe yolculuğa da çıkar. Bu gidişlerle beraber anılarını uyandırmaktadır adeta. Günlüklerden anlaşıldığı üzere bu yol, yazarın dimağını diri ve duru tutmaktadır. “Yol türküdür, türkü yolundur” sözündeki gibi bir döngüde ve yollardadır yazar. Yollar, hasret olduğu kadar bir taraftan da berekettir. Bu yıllarda kırk yaşını geçirmiş bir ateş ustasıdır adeta. Önsöz yazısında bu günlüklerin doğuşunu çok güzel bir şekilde izah eder. Buradaki günlükler, genelde yolda dinlenilen türkülerin sözlerini epigrafa (eserin başındaki alıntı söz veya şiir) alarak başlar. Türkü eşliğinde dünün Ankara’sındaki hatıraları ayaklandırır ve bu günün Ankara’sını seyre daldırır. Yine yazarın ifadesiyle bu yazılanlar, o yılların Ankara’sının anıştırmasını, karşılaştırmasını ve duyumsatmasını içermektedir.

Günlük veya günce dediğimiz bu yazım türü, yazarın günlük olaylarla ilgili düşüncelerini yazdığı, gününü de not düşerek kaleme aldığı kısa yazılardır. Başka bir ifade ile günlükleri insan yaşamının bir grafiği veya nabzı olarak tanımlamamız mümkündür. Cahit Zarifoğlu, Nurullah Ataç, Cemil Meriç, Cemal Süreya, Tomris Uyar, Oğuz Atay, Franz Kafka, Virginia Woolf, Stefan Zweig, Sylvia Plath, Albert Camus gibi tanınmış tanınmamış, Türk veya yabancı birçok yazarın günlükleri kitaplaştırılmış olduğunu görmekteyiz. Günlükler tarihsel olursak; “Ali Bey’in Seyahat Jurnali”, Şair Nigar Hanımın, “Hayatımın Hikâyesi” gibi ilk günlükler olarak karşılaşmaktayız.

Gerek türkü sözlerine gerekse de türkülere ses olmuş türkücülere ve kimi şair ve yazarlara çokça yer verilir günlüklerde. “Pir Sultan, Karacaoğlan, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Heyder Baba, Erzurumlu Emrah, Şehriyar, Cem Karaca, Davut Sularî, Arif Sağ, Selda Bağcan, Âşık Mahzunî Şerif, Fikret Kızılok, Gülden Karaböcek, Haluk Levent. Hasan Sağındık, Uğur Işılak, Ali Ekber Çiçek, Sabahattin Ali, Talat Sait Halman, Yavuz Bülent Bakiler, Abdurrahim Karakoç, Erdal Erzincan, Zülfü Livaneli. Selçuk Küpçük, Ali Akbaş, Mehmet Gözükara, Saadettin Yıldız Hoca” gibi isimleri ilk aklıma gelenler olarak sıralayabilirim. Günlüklerde geçen Ankara başta olmak üzere bazı mekânlara da bir bakacak olursak; “Kızılay, Güven Park, Kavaklıdere, Beytepe, Bahçelievler, Beşevler, Bilkent, Emek, Dikmen, Toroslar, Nurdağı, Amanoslar, Pazarcık, Bolu” gibi yerleri öncelikli olarak sıralayabiliriz.

Yazarın, her günlük yazısında epigrafa yerleştirdiği türkü sözleri başta olmak üzere şiir alıntılarına ve güzel sözlerden bazılarına da bir bakalım; “Hasreti bırakıp özlem getiren/ Güllerin yerine diken bitiren/ Gönlümde yarayı açan o tren/ Ötünce hatırla yâr beni beni.” (s. 18 - Diyardan Diyara, Arif Sağ türküsü), “Dilde gam var şimdilik lütfeyle gelme ey sürur” (s. 40 - Rasih), “Pir Sultan Abdal’ım bu dünya fani/ Veren Allah elbet alır bu canı/ Dostun bir çift sözü üşüttü beni/ Yüce dağ başında buymuşa döndüm.” (s. 49), “Sen Hakka tevekkül kıl/ Tefviz et ve rahat bul/ Sabır eyle ve razı ol/ Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri) gibi.

“Naçizane benim de Ankara üzerine kalem oynatmışlığım vardır. “hastaya ilaç, yolcuya telaş/ milletvekiline maaş, zengine dolaş Ankara/ kültüre seymen, düğüne oyun/ gecekonduya fukara, çocuğa lunapark Ankara.// kimine umut, güzeli soyut/ trafiği boyut, asgari ücrete büyük Ankara/ trene istasyon, otobüse durak/ insana buyruk, bazılarına kuyruk Ankara.// ülkeye baş, yolları taş/ havası talaş, başarıya ulaş Ankara/ yeşili azık, sosyetesi nazik/ yemediğin kazık; Çinçin, Roman, Sincan, Ankara.// Kalede bayrak, yolda uğrak/ memura torpil, Kızılay Ulus Ankara/ kitaba dost, sırta palto/ düşmana korku, milyonlara yaşam Ankara.// yolda taksi, dolmuş da aksi/ rızık ekmek, elbiseye kumaş Ankara./ evde TRT, gazinoda eğlence/ her gün her gece Karşıyaka’da mezar Ankara.//… yaza kavun, kışa simit/ askere silah, kahramana Kazan Ankara.”

Her ne kadar anı ile günlük karıştırılsa da günlüğün gün gün, anı yazısının ise aradan zaman geçtikten sonra yazıldığını biliriz. Türk edebiyatında rûznâmeler, vakayinâmeler, seyahatnâmeler, sefaretnâmeler gibi yazılanları da günlükler olarak değerlendirmemiz mümkündür. Günlükler bütün samimiyetiyle yazarın iç dünyasını görmemizi sağlamaktadır. Yazarın özel hayatı, kırgınlıkları, sıkıntıları, aşkları gibi birçok konuyu günlüklerde görmemiz mümkündür. Günlük yazmak, hayal gücünü uyarıp yenilikçi düşünce yollarını aralayacaktır. Böylelikle insan kendi potansiyelinin farkına varacaktır. Duyguların hem yazılı hale gelmesine hem de duygusal farkındalığı sağlayacaktır. Başka bir cihetten de günlük tutmak, edebiyatın da kapılarını daha çok aralayacaktır.

Zaman zaman günlükler okurum. Günlükleri hem daha öznel hem de daha sevimli, cana yakın bulurum. Yine aynı şekilde bu içten samimi günlükleri; şiir, hatıra ve deneme havasında okudum. Daha çok gür sesli şiirleriyle tanıdığımız Ahmet Doğru hocanın, diğer edebi türlerde ki ürünlerini de gayet başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Günlüklerde yaşanılanlar ve düşünceler açık ve serbest bir şekilde ifade edildiği için makbul olan yazarının ölümünden sonra günlüklerin yayınlanmasıdır. Yazarı hayatta iken yayınlanan günlüklerde bazı kaygılardan dolayı günlük içeriğindeki samimiyet sekteye uğrayabilmektedir. Öyle ya yazarın hayatı, kırılganlıkları, sıkıntıları, aşkları gibi birçok yaşanmışlığı içermektedir. Yine de yazar hiçbir kaygıya mahal vermeden cesaretle, içtenlikle kalemini kullandığını görmekteyiz. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
15.10.2025
-----------------

Gencim Doğruyum Çalışkanım

Gençliğe bakışta, farklı kültürel saiklerin ve inanışların etkisi değişkenlik gösterse de ortak olan fizyoloji, adrenalin, tıynet gibi ortak paydaların gerçeğinde de olaylara bakmamız gerekiyor. Bu benzerlikler üzerinden insanlığa dair daha aforistik genellemeler yapabiliriz muhakkak. İnsanın yaşam evrelerinde zorluklar, sıkıntılar olumlu-olumsuz cihetler her daim görülecektir elbette. Hiç kimseyi kendi anlayışımız üzerinden tekfir etme kolaycılığına düşmeden sadece mevcut durumu tespit etme gibi bir değerlendirmemiz ve her yönü ile konuyla şamil çözüm önerilerimiz olmalıdır. Herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi mevzusu, daim hayatiyetini sürdürmelidir. Nasıl ki büyük kardeşleri zaman erken büyütüyorsa, gençlerde hayatı tecrübe ederek, hatalar yaparak olgunluk yaşlarına ulaşacaklardır.

Öyle ki gençlik en azından hayattaki dört zenginlikten en az ikisine sahiptirler. Zamansal ve fiziksel zenginliği taşırlar. Statü ve finansal zenginliğin de birer doğal üyesidirler. Bu gençlik evresini, hayatın bir bölümünden ziyade daha çok bir düşünme tarzı olarak da betimleyebiliriz. Olumlu cihette gençlik, elvanlı ve cömert zamanlara şahitlik etse de hormonların fişeklemesiyle heyecan, adrenalin, macera gibi duyular zuhurat halinde de nüksedebilmektedir. Ve kontrol edilmeyi zorunlu kılmaktadır. Gençlerde daha diri olan yaşama sevinci bir taraftan emniyet kemeri gibi hayata daha sağlam bağlayacaktır. Şefkat, merhamet, iyilik gibi olumlu hasletler de paralel kabaracaktır. Bir yerde yaşanılan kimi adrenalin ve heyecanlar daha büyük yanılgıları önleyebilecektir. Mesela yılanlarla iç içe yaşayan kimi coğrafyalarda, çocukların ağızlarına azıcık zehir akıtılır ki bu sayede çocuklar daha ciddi yılan sokmalarına karşı bağışıklık kazanabilsinler. Günümüzde hedonist-seküler hayat direktifleriyle gençlik daha çok tek tip, bireyci ve özgürlük bağımlısı olarak yol almaktadırlar. Dünyadan tamamen tecrit olmak kadar dünya ile mesafeli bir ilişki kuramamakta hüsranlık getirecektir maalesef.

Sonuçta bütün bu değerlendirmelerimizin ana teması, bizcil bir yaklaşım çerçevesinde yol alacaktır. Yani başka bir ifade ile gençliği, başkalarının değer terazisine vurmadan ziyade, kendi özgül ağırlığımızla tartmamız daha elzem olacaktır. Buradaki amaç hayatın hiç bir evresini yermek, eleştirmek veya ululamak değil elbette. Bütün gençleri aynı kefeye koyarak enseyi karartmakta doğru olmayacaktır. Ne yaşlıyı eski görmek, ne de gençleri ve çocukları yeni addetmek doğru olmayacaktır. Olsa olsa gençliği daha çok heyecanı ve alışkanlığı zihinsel yetiler üzerinden dumura uğratmamak olmalıdır. Öyle ya gençliğin kıymeti, nedret boyutundadır. Daha çokta hayatın diğer evreleriyle uyum içerisinde bir bütünlük sağlayarak insanlığı yüceltmesi arzu edilir.

İlkay Coşkun
20.10.2025
-----------------

Acı Ceviz

”Acı Ceviz” Yazar Murat Soyak’ın, 2023 tarihinde Simer Yayınları etiketiyle 4. baskısını yaptığı hikâye kitabıdır. Eser, on sekiz hikâyeden oluşmakta ve yüz iki sayfa hacmindedir. “Acı Ceviz” kitabın ilk hikâyesi olmasının yanında, “Şen Boyacılar”, “Amele Pazarı”, “Tesbih”, “Bağ Bozgunu”, “Okul Yolu”, “Kuyu”, “Çanakkale İçinde”, “İstanbul” isimlerinde diğer hikâyelerle devam etmektedir.

Anlatımlardan edindiğimiz ilk intibaa ya göre hikâyeler dönemsel olarak daha çok seksenler ve doksanlara denk düşmektedir. Bu anlatımlardan yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına tekabül ettiği hissi uyanmaktadır. Evliya kıssalarının, ahir zaman alametlerinin, askerlik hatıraların daha fazla anlatıldığı zamanlara karşılık gelmektedir. Bu zamanlar ki muhabbetin insan içinde çiçekler büyüttüğü, kadir kıymetin daha bir değerli olduğu, mektupların bir kuş misali dağları aştığı ve kabahatim daha çok yüzleri gölgelediği zamanlardan bahsediyoruz. Çarşı ekmeğinin kokusunun ve tadının alındığı güzelliklerle beraber, mektubun arkasına ellerin çizilip yollandığı nostaljik zamanlardır bunlar. Bu yıllar ki çocukların taşın sertliğini, gülün inceliğini tecrübe ettiği güzelliklerdir. Bu yıllarda akrabalar, evladüiyallar daha çok yakın çevrededirler. Aileler, çekirdekleşmemişlerdi henüz.

Hikâyelerde dış anlatıcı sesi daha çok duyuluyor. Yazar, hikâyeleri yaşanırken bir yerlerde sonlandırılmaktadır. Bu da hikâyenin daha devamının olduğu hissini okura vermektedir. Hikâyelerde, kahramanlardan daha çok olay örgüsünün önde olduğunu söyleyebiliriz. Hikâyelerde nesnellik ve gözlemlerle beraber öznelliklere de yer verilmektedir. Anlatımlarda Anadolu’nun bir portresi çiziliyor adeta. Anadolu da fakirlikte, ambarı yosulu zenginliklerde vardır elbette. Muhannete muhtaç olmak istemeyen bir çalışkanlıkta… Düğün evinin defçisi de ölü evinin yasçısı da hayatta olan gerçekliklerdendir. Dededen, babadan ekinci olan İç Anadolu insanının yaşantısını ve kültürünü de okuyoruz bir taraftan.

Bizden, Anadolu’dan diyeceğimiz hikâyelerde, kahraman isimlerine bir göz atacak olursak; “Sadıkoğlu İbrahim, Emin, Mahmut, Ali Ağa, Yanık Yüzlü Ömer, Yakup Emmi, Şükrü, Kerim, Yusuf, Ahmet, Cemile, Muhittin, Elif, Selim, Muharrem, Şinasi, İhsan Efendi, Tahir, Neşet, Cengiz, Eşref, Kadir Çavuş, Şükran Teyze, Hayrettin” gibi isimleri aklıma ilk gelenler olarak sıralayabilirim.

Yazar, yer yer Anadolu’nun kadim değerlerinden, kültüründen süzülerek gelen kimi güzel sözleri de alıntıladığını görmekteyiz. Bazı türkü sözleriyle de nasiplendirir okurlarını. “Cevizden düşen iflah olmaz”, “Başın yarılsa da sırrını ele verme evlat”, “Değmen benim gamlı, yaslı yüreğime”, “İnsanın zehrini insan alır”, “Bülbülün yatağı bahçeler, bağlar/ Garibin yatağı kahveler, hanlar/ Gurbet ilde ölsem bana kim ağlar/ Ötme garip bülbül, gönül şen değil” gibi.

Son tahlilde, bu hikâyelerde köy- kent Anadolu serüveninin ritmini ve hareket alanına şahitlik ediyoruz. Özellikle şehirlere yoğun göçlerle beraber, kent ile köy arasında kalan Anadolu insanının retrospektif hafızasından alıntılanmış kesitler olarak düşünebiliriz. Yazar, yaşamış olduğu birçok hatırayı hikâyelerle ayaklandırmış gözüküyor. Bu durum da hikâyelerin kurgudan daha çok mazi de yaşanmış hikâyeler olduğu anlayışını kuvvetlendirmektedir. Böylelikle kültürümüzün ve değerlerimizin aurası taşınmaktadır. İçerisinde kurgu da olsa anıların penceresinden bu şekilde bakabilmek ne güzelliktir. Taşranın mücadelesi, şehrin umudu, göçün hikâyesi, acılar ve sevinçler ile yoğrulmuş bu güzel hikâyelere buyurunuz. İyi okumalar.

İlkay Coşkun
10.11.2025
-------------------------------------------

Koşa Koşa İnsan

Hayatı Toparlayan Rutin

Hayatımızda basit ve sıradan rutinlerin ne çok kıymeti harbîyesi varmış meğer. Bunu köye gidişlerde, yaşlı başlı amcaların sıraya girerek ‘hoş geldin’ demelerinden ve çocuk halimle koltuklarımın kabararak karşılık vermemden hatırlarım. Şimdilerde de köye gidişlerim olmakta ama birkaç kişinin dışında varlığımın farkında bile olunmaması yüreğimi burkmakta. O zamanların imece, kubaşma, değiş-tokuş gibi birçok uygulamalarını hatırlarım ve bu günlerimle kıyaslarım. Yine o yılların şehir hayatı içerisinde her bayram komşu ve dostların birbirlerinin evlerine gidiş gelişlerini düşünüyorum. Bu uygulamaları sıradan görsek de bu halleri şimdilerde arar durumdayız. Geçmişin çoğu anında yaşadığımız tatlı ve hoş rutinlerimizdi bunlar.

Nasıl ki toplama bir millet olunmuyorsa; şehirlerden, kasabalardan, yurtdışından süreli gelişlerle de köycülük ve mahallelik olmuyormuş. Toplama halk ile köy ve mahalle kurulamıyor olduğunu en çarpıcı şekliyle anlıyoruz. Ruh ve aidiyet duygusu gerektiriyormuş. “Taş yerinde ağırdır” sözüne şimdi daha çok anlam veriyorum. Bütün bunlar insana yoldaş, daha ekmel uygulamalardı. Çoğu etkileşim, uzam kazandığı yerde bir bütünlük sağlamaktaydı. Hepsi de toplumu oluşturan bir dinamik ve senkronik duygudaşlıkla yol almaktaydı.

Kadim bir bilgeliğin ve kültürün şahitliği üzerinde, dünün hatıraları zihinlerimizde birer birer sökün etmekte. Dün de yaşanılan çoğu uygulamalar, biteviye ve kimi rutinlerle beraber çokça ruhu beslemekteydi. Hayatın yanında sağlam bir duruşa takat oluyordu. Kimilerine göre durgun, sessiz ve münzevi zamanları çağrıştırmaktadır. Daha az adrenalin içerse de daha çok huzurun kaynağı niteliğindeydi. Yani rutinlik, bir sıradanlık değildi elbette. Sıradanlık, mücrim bir görüntü verse de daha çok olumlu bir rutinlik ile bazı alışkanlıklar birlikte bir devri daimîliği imlemekteydi.

Kan Çarpması

Tıpkıları ve aynıları içerisinde yaşadıklarıyla susturulmuş insanıdır. Başını hoş tutan bir suskunluk değildir bu. Olsa olsa daha çok vurgun yemişlik. Ama bir tarafında hep avuntu taşımaktadır. Hayata yenile yenile devam etmenin bir suskunluğu böyle olsa gerek. Bir şeyi hep yanlış yapma korkusuyla baştan yenilmişlik hali. Mahir bir terzi gibi güçlendirilmemiş bir hayat. Olsa olsa çıtkırıldım hüznü ve daha çok da suskunluğu yaşıyor olmalı. Ne bir pirden el almış ne de bir müritten güngörmüş olmalı. Belki de en zor olan darmadağınık kanatlarıyla mücadelesidir.

Vefayı da göz ardı edecek bir hoyratlık cenderesine girmiş olmalı. İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük düz mantığını dahi uygulayamayan bir geri duruş. Kendine güvenmenin yıkıntısını yaşıyor olmalı. Azlıktaki görgüsü, çağları aşacak yanılsaması olmalı. Bütün faraziyelerde reddi miras yenilgili bir hal eşliğinde. Dünün kadifiye edilmiş bugünün viranesinde oyalanmıştır. Bir inat tabarî hevesi gütse de cürmü kadar yer yakacağının hodbinliği içerisinde. Açtın gözünü boğaza düğümleyip yumdun sözünü. Üslup u beyan aynıyla insan olacaktın. Biriktirdiği sis, barut ve telaşa memuru da olsa hayal kırıklığı ve tesanüt oyunu yaşadıklarıyla kalacaktır. Deniz düşü kurup çölde oturmak böyle bir şey olsa gerek. Yarın ölüm, gül suyu olsa da her taştan korkan bir testi olmayı kendisine yakıştıracaktır. Hakeza kaybetmenin yetimliğini yaşıyor olmalı böylelikle.

İlkay Coşkun
20.11.2025

----------------------------------

Tek Gül Mona Roza’nın Hikâyesi

“Tek Gül Mona Roza’nın Hikâyesi” Yazar Musa Yaşaroğlu’nun Üçüncü Yeni Yayınları etiketiyle, 2024 yılında okurlarıyla buluşturduğu hikâye kitabıdır. Kitap, yetmiş sekiz sayfa hacminde ve on adet hikâyeden oluşmaktadır. Yazarın bu kitabından başka şiir, deneme, roman ve hikâye türlerinde on çeşit eseri bulunmaktadır.

Kitabın ilk hikâyesi olan “Mona Roza’nın Hikâyesi” kırk sayfa hacmindedir. Uzunca olan bu hikâye kitap hacminin yarısına tekabül etmektedir. Gerek bu uzun hikâye gerekse de bu hikâyenin kitaba isim olması nedeniyle kitapta önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda kitabı iki ana bölüme ayırabiliriz. Mona Roza Hikâyesi ve diğerleri şeklinde. Bu hikâye tek başına bir kitab-ı tab’a büründürülebilirdi. Diğer dokuz hikâyede de okul, öğrencilik, öğretmenlik, yolculuk, deprem ve yalnızlık gibi yazarın yaşadıkları veya çevresinde şahit oldukları üzerinden şekillenmiş olduğunu söylesek yanlış olmayacaktır. Yazarın sesi yer yer hikâyelerde duyulmaktadır. Anlatım genellikle birinci tekil şahıs üzerinden samimi ve içeri’den bir bakış açısı ile ele alınmaktadır.

İlk hikâye, Üstad Sezai Karakoç’un yirmili yaşlarının başında çok gençken, üniversite yıllarında yazdığı Mona Roza şiirinin yazılış hikâyesi kurgusal bir teknikle ve gerçeklikle kaleme alınmaktadır. Ama daha çok da kurmaca gerçeklikten ziyade nesnel bir gerçekliği yansıtmaktadır. Hikâye edilen bu konu, üstadın duruşuna, manevi kimliğine ve mahremiyetine halel getirmeyecek bir üslupla ve magazinleştirilmeden ele alınmaktadır. Üstadın, Mona Roza şiirinde yaşanan aşktan, sevdadan daha çok fazla olduğu sık sık hatırlatılarak yanlış anlaşılmaların önüne geçilmektedir. Ayrıca üstadın gerek düşünce alanındaki teorisyenliğine gerekse de edebiyat ve şiir alanındaki üstatlığına birçok cihetten vurgular yapılmaktadır. Merhum Nuri Pakdil’in “Yazarlar, ulusun toplumsal çalkantı barometreleridir” sözündeki gibi üstadı geniş bir çerçeveden görmemize imkân vermektedir.

“Mona Roza’nın Hikâyesi” tekniğinde, Mona Roza şiiri de bölüm bölüm hikâyeye misafir edilmekte ve anlatımda şiir muhteviyatına uyarlanmaktadır. Başka bir ifade ile bölüm bölüm Mona Roza şiiri şerh ediliyor desek yeridir. Edebiyat ve tarih bölümde okuyan Beyza ve Kerem’in Üstad Sezai Karakoç ve üstadın arkadaşı ile Mona Roza şiirinin nasıl yazıldığı, nasıl doğduğu üzerinden Üstad ile kısa bir görüşme ve üstadın üniversiteden sınıf arkadaşı olarak kurgulanan Yusuf Kirmikli’nin okul dönemlerine ait anlatımları üzerinden konu derinleştirilmektedir. Bu kanallarla Üstadın mütemadi platonik hali resmedilmektedir adeta. Ayrıca üstadın Ping Pong Masası şiiri ve sınıf arkadaşı olan Şair Cemal Süreya’nın da hikâyede isminin geçmesi diğer güzelliklerden olsa gerek. Merak duygusunu fazla törpülememe adına bu kısa malumatla yetinmiş olalım.

Hikâyede geçen isimlere bir göz atacak olursak, “Selen, Beyza, Kerem, Erzurumlu Bekir, Giresunlu Sami, Afyonlu Kemal, Kayserili Ahmet, Hafize Öğretmen, Osman Hoca. Nuran, Engin, Rengin, Hasan, Bakkal Lütfi, Manav Sabri, Zahit Bey, Gülce Nine, Cevdet, Selim Öğretmen. Kırkdörtlük Kamil, Kırküçlük İbo, Şadiye, Çaycı Ali, Salih, Ümit, Latif, Esma, Meryem” gibi isimleri öncelikli olarak sıralayabilirim. Bu isimlerden de anlaşılacağı üzere Anadolu’dan, bizden, anonim diyeceğimiz bireylerle karşılaşmaktayız. Hikâyelerin geçtikleri yerler olarak da Kocaeli, Ankara, İstanbul, Konya, Maraş, Kayseri gibi yerleri sıralayabilirim.

Hikâyelerde sıcak insan ilişkileri ve taşra esintisi kendisini fazlasıyla hissettirmektedir. Bu durumu sahici hayat hikâyeleri olarak da nitelendirebiliriz. Teknik olarak hikâyelerde metin betimlemeleri, diyaloglar ve gösterme teknikleri kendisine fazlasıyla yer bulmaktadır. İçerik olarak da yazar duyguyu, geleneği, milli ve manevi değerleri öncelediğini söyleyebiliriz. Hikâyeler, kültürel bir altlıkla beraber kadim değerlerle mücehhez bir anlatımla yol almaktadır. Başka bir anlamda Müslümanca bir bakış tesmiye edilmiş desek yanlış olmayacaktır. Yani hikâyelerde milli ve manevi değerler daha çok etüt edilmektedir. İtibarına, konforuna teslim olmuş günümüz insanının karşısında bir dik duruş sergilenmektedir adeta. Güçlüklere, mücadeleye ve çabaya yönelik bir anlatım derinliği taşımaktadır. Hikâyelerde yer yer de lirizmin ağır bastığı bölümlerle de karşılaşmaktayız. Güzel bir hikâye kitabı okudum. İyi okumalar dilerim.


Eğitimci Yazar Musa Yaşaroğlu

1985 yılında Bayburt’un Güneydere Köyü’nde dünyaya geldi. Hayatını inşaat işçisi olarak sürdüren emektar bir babanın yedi çocuğundan altıncısıdır. İlköğretim ve lise eğitimini Bayburt’ta tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. 2007 yılında Kocaeli’de öğretmenlik hayatına başladı. Halen Gebze Bilim ve Sanat Merkezi’nde Türkçe Öğretmeni olarak görevine devam etmekte olan Yaşaroğlu, evli ve üç kız babasıdır.

Öğretmenlik mesleğinin yanında aktif olarak yazarlık hayatına devam eden Musa Yaşaroğlu’nun Dil ve Edebiyat, Ketebe Piyan, Üçüncü Yeni, Cins, Enderun, Cimga, Temmuz, Ayasofya, Şiar, Hisdüşüm, Kardelen Çocuk gibi dergilerde şiir, deneme ve hikaye türünde eserleri yayınlanmış ve yayınlanmaya devam etmektedir.

Neşredilmiş Eserleri:

Fasl-ı Hazan (2011), Hüzün ve Eylül (2012), Mum Misali (2013), Aşkın Kölesi (2014), Sürgündeki Palto (2016), Değer Dede (2019), Mukaddes Yükün Hamalı (Hikâye, 2021), Kaldırımların Emzirdiği Çocuk (Roman, 2024), Tek Gül- Mona Roza’nın Hikâyesi (Hikâye, 2024), Âkif Dedemiz ile Zaman Yolculuğu (2025)

İlkay Coşkun
04.12.2025

Paylaş:
4 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Havamız olsun - halit yıldırım Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Havamız olsun - halit yıldırım yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Havamız Olsun - Halit Yıldırım yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL