1
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
184
Okunma
Gül çavuş, Enez’in sırtını yemyeşil tepelere dayamış, yüzünü Saros’un maviliğine dönmüş küçük bir balıkçı köyüydü. Rüzgârın tuzlu dokunuşu, ağların ıslak kokusu, keçilerin çan sesleri köyün ezgisini oluştururdu. Bu ezginin en eski notalarından biriydi Halil İbrahim. Elleri nasırlı, yüzü rüzgâr ve güneşle kavrulmuş, omuzları hayatın yüküyle çökmüş bir adam. İki kızı, iki oğlu, bir avuç keçisi ve "Deniz Ana" dediği tekneleri vardı dünyasında. Eşi Fatma, onun sert kabuğunun altındaki yalnız kalbiydi.
O kader gecesi, gökyüzü kurşuniydi. Rüzgâr, çamların tepesinde uğulduyor, dalgalar sahili dövmeye başlamıştı. Evde ise başka bir fırtına kopuyordu. Fatma, komşu köydeki bir düğüne gitmek için hazırlanıyordu. "Gitme Fatma," dedi Halil İbrahim, sesi alışılmışın dışında gergin. "Hava kötü. Çocuklar kalır. Hem... ne gerek var?" Gözlerinde, terk edilmişlik korkusu ve kırılmış bir gurur vardı.
Fatma, onun bu hâline alışkındı. "Bir akşamcık Halil," dedi yumuşakça, ama kararlı. "Komşuluk hakkı. Dönücem hemen." Pencereyi gösterdi: "Yağmur da başlamadan."
"Komşuluk mu?" Halil İbrahim’in sesi yükseldi, içindeki fırtına dışarı taştı. "Benim komşum deniz! Senin komşun şu gâvur düğünleri mi? Bırak da gitsinler! Burada dur! Evine, çocuklarına bak!" Öfke, kıskançlık ve derin bir yalnızlık hissiyle boğuluyordu. Fatma’nın gitmesi, onu koca evde, dört çocukla, kendi karanlık düşünceleriyle baş başa bırakacaktı. Bu düşünce onu dehşete düşürdü.
Fatma, onun bu haksız çıkışına içerledi. "Ben gidiyorum Halil. Akşam dönerim." Kapıyı çarpıp çıktı. Ardında, Halil İbrahim’in gözlerinde biriken öfke ve çaresizlik fırtınası kaldı. Çocukların korkulu bakışları, evin içini dolduran ağır sessizlik onu boğdu. Dışarıda, rüzgârın uğultusu alay eder gibiydi.
"Öyle mi?" diye homurdandı kendi kendine, yumruğunu masaya vurarak. "Gitmek isteyen gitsin! Ben de giderim! Deniz Ana beni bekler!" Mantık, korku, deneyim... Hepsi öfke kasırgasında savrulup gitti. Yağmur artık bardaktan boşanırcasına yağıyor, rüzgâr evin çatısını sarsıyordu. Hiçbir balıkçının akıl edemeyeceği bir şey yaptı Halil İbrahim. Kalın yün kazağını giyip, yağmurluğunu kapıp, "Siz oturun!" diye hırçınca bağırarak çocuklarına’’ Karanlık ve azgın denize doğru yürüdü.
Liman, cehennemi andırıyordu. Dalgalar rıhtıma çarpa çarpa köpürüyor, tekneler çılgınca sallanıyordu. Diğer tekneler bağlıydı, sahipleri sıcak evlerindeydi. Sadece Halil İbrahim’in küçük mavi tekneleri "Deniz Ana", fırtınaya meydan okurcasına bağlı duruyordu. Belki de onu bekliyordu. Halil İbrahim, ıslak halatları titrek elleriyle çözdü. Motoru zorlukla çalıştırdı. Tekne, ilk büyük dalgayla birlikte sarsılarak açıldı limandan. Karanlık, yağmur ve köpük denizinin içine doğru...
Deniz, o gece gerçekten de bir anaydı; ama öfkeli, azgın bir ana. "Deniz Ana" tekneleri, bir ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Halil İbrahim, dümene yapışmış, gözlerini karanlığa dikmiş, yağmurun ve tuzlu dalgaların dövdüğü yüzünde bir inat ve pişmanlık karışımı ifadeyle savaşıyordu. Fatma’nın gitmesine öfkelenmişti, ama şimdi bu öfke onu nereye sürüklüyordu? Çocukların evde tek başına kaldığını düşündüğü an, yüreğine bir hançer saplanıyordu. "Geri dön!" diye haykırdı rüzgâra, ama sesi dalgalar tarafından yutuldu.
Sonra koca bir dalga, karanlığın içinden bir canavar gibi yükseldi ve Deniz Ana’nın üzerine çullandı. Tahta gıcırtıları, cam kırılma sesleri, Halil İbrahim’in boğuk bir çığlığı... Tekne parçalandı. Halil İbrahim, buz gibi sulara gömüldü. Şok ve panikle çırpındı. Hayatta kalma içgüdüsü, öfkeyi ve pişmanlığı yendi. Kıyıya doğru, dalgalara karşı, ciğerleri yırtılır gibi olana kadar yüzdü. Gücü tükenmek üzereyken, kumlu bir kıyıya vurdu. Ölümden dönmüştü, ama bedeli ağırdı. Sırılsıklam, titreyen elleriyle kendini kumsala çekti.
Nefes nefese, kumların üzerine yığıldı. Gözlerini açtığında, fırtınanın şiddeti biraz kırılmış, yağmur ince bir çisentiye dönüşmüştü. Etrafa baktı. Tanıdık bir koydu burası. Kıyıda, dalgaların attığı birkaç iri ıstakoz ve balık parıldıyordu kumların üzerinde. Ani bir hareketle, donmuş parmaklarıyla onları topladı. "Çocuklara... götürürüm," diye mırıldandı dudakları morarmış bir halde. "Fatma dönünce yerler." Bu düşünce, donmuş bedeninde geçici bir sıcaklık yarattı.
Kumsaldan biraz içeride, rüzgâra karşı kalkan olan yaşlı bir çam ağacı gördü. Sürünerek oraya yaklaştı. Köklere sırtını dayadı. Ellerinde hala balıklar vardı. Başını ağaca yasladı. Gözlerini kapattı. Kulaklarında çocuklarının sesleri, Fatma’nın kahkahası çınlıyordu. Evdeki sıcak sobanın hayali, bedenindeki keskin soğuğu bir an için uzaklaştırdı. Yorgunluk, şok, hipotermi... Hepsi birleşti. Titremesi durdu. Yüzünde garip bir sükûnet yerleşti. Çam ağacının altında, avuçlarında birkaç balıkla, kendini evine, ailesine götürdüğünü hayal ederek, derin ve sonsuz bir uykuya daldı Halil İbrahim...
Sabah. Fırtına dinmişti. Güneş, ıslak toprak ve denizden yükselen buharların arasından süzülüyordu. Fatma, gün ağarırken telaşla eve dönmüş, Halil İbrahim’i bulamayınca çılgına dönmüştü. Köylülerle birlikte sahile indiler. Onu, çam ağacının dibinde, sırtı köklere dayalı, başı hafif öne düşmüş, avuçlarında kupkuru balıklarla, dondurucu soğuğun ve bitkinliğin sessiz kucağında buldular. Yüzünde öfke değil, pişmanlık değil, nihayet bulmuş bir huzur, derin bir yorgunluk vardı. Fatma’nın çığlığı, sessiz koya yayılırken, rüzgâr, çam dallarına takılıp kalan Halil İbrahim’in son fırtınasının hikâyesini fısıldıyordu. Bir anlık öfke, bir ömürlük pişmanlık ve bir avuç soğuk balık... Gül çavuş ’un kıyısında, denizle kara arasında, sonsuza dek kalmış bir babanın hazin sonuydu.
/ Dedem Hali İbrahim Durmaz’ın ölümü.../
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (2)