0
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
202
Okunma
SUYUN ÜZERİNDEKİ ÂLEM
Gri apartmanların gölgesinde yürüyordum; şehir, yüzünü saklamış gibiydi. Gökyüzü ne hüzünlü ne neşeli, yalnızca kendi hâlindeydi. Her şey donuktu. Adımlarım yeryüzünün ritmine değil, içimdeki sessizliğe uyuyordu. “Bu binalar ne kadar da yüksek,” dedim kendi kendime. O yükseklikler, birden göğe değil, öteye uzanıyormuş gibi geldi. Ve sonra… bir düşünce kıvılcımı: “Öldükten sonra ne oluyor?”
Bir boyutun eşiğinde miyiz her an, yoksa sonsuz bir karanlığa mı hazırlıyoruz kendimizi? Ölüm… bir kapanış mı, yoksa sonsuzluğa açılan bir pencere mi?
Başım eğikti, yürürken ayaklarımın değil, zihnimin izini sürüyordum. Tam o anda, kulaklarıma sanki göğün altından kopmuş bir ses doldu. Başımı çevirdim, kimse yoktu. Ama içimde bir şey değişmişti.
Yere baktığımda gördüm: Asfalt, boydan boya yarılmıştı. O çatlağın içinden mavi bir su yükseliyordu; berrak, serin ve huzur veren bir su. Kalabalık bir telaşla sağa sola koşuştururken ben, yalnızca o suya bakıyordum. Gözlerimle değil, ruhumla seyrediyordum.
Ve bir el… nereden geldiğini bilemediğim bir el, beni hafifçe itti. Dengemi kaybettim, suya düştüm. Ama düşüşüm, bir felaket gibi değil; sanki kutsal bir kabule benziyordu. Ne çırpınma vardı ne de korku. Sırtımı suya verdim, kollarımı açtım ve göğe baktım.
Gökyüzü… ilahi bir tablo gibiydi. Bulutlar beyaz, gök masmavi... Sular beni yavaşça aşağı çekiyor ama içimde sadece bir huzur var. Her şey geride kalıyor: şehir, sesler, insanlar... Suyun berraklığında kendimi bile bırakıyorum.
“Demek ölüm böyleymiş,” diye fısıldadım.
Gözlerimi kapattığımda, perdeler açıldı. Yaşamlar gördüm. Önce bir çocuğun gözünden dünyayı tanıdım. İkinci defa insanlarla karşılaştım; sevdim, acıdım, affettim. Sonra üçüncü defa doğdum; bu defa ellerim değil, kalbim kılıç taşıyordu. Ruhani bir savaşın tam ortasındaydım. Karşımda düşman değil, kendim vardı.
Gözlerimi tekrar açtım. Suyun içinde, sol yanımda yemyeşil bir yer vardı; toprağın ruhu gibi dingin. Oradan süzülen beyaz bir ışık vardı, göz kamaştırıcı ama yakmayan, çağıran ama zorlamayan bir ışık.
Sağımda ise kapkara bir kapı açıldı. İçinden kıpkırmızı alevler taşıyor, bir feryat yankılanıyordu:
“Hayır! Hayır!”
Gözlerimi kısmaya çalıştım. O ateşin kıyısında uzun saçlı birini gördüm. Yaklaşıp yüzünü seçtiğimde, yüreğim sıkıştı: Berat’tı. Çocukluk arkadaşım…
“Bırakın onu!” diye bağırdım. Suyun direncine aldırmadan hızlıca yüzdüm.
Berat’ı ellerinden tutanlar insan değildi; yüzleri simsiyah, gözleri boş, ifadeleri tanımsızdı. Biri bana dönüp:
“Bu senin savaşın değil,” dedi.
Yumruğumu sıktım. Bu defa dünyevi değil, kalbi bir öfke vardı içimde. Yumruk attım, direndim, çektim Berat’ı. Ama zaman diye bildiğimiz şey orada yoktu. Ne kadar sürdüğünü bilmeden, biri beni sertçe savurdu.
Sırtım yeşilliklerle dolu tarafa çarptı. Derin bir nefes aldım. Toprak gibi kokan o ışığın önünde diz çöktüm. Ama başımı kaldırdığımda Berat çoktan uzaklaşmış, alevler içinde kaybolmuştu. Kapı kapanıyordu.
İçimde soğuk bir titreme vardı; ama bu soğuk, suyun değil, kayıplığın soğukluğuydu. Gökyüzü, sanki artık bana bakmıyordu. Suyun sessizliği, bir tür yas gibi üzerime çökmüştü.
Ben yalnızdım. İlahi kapılar susmuş, dünyevi eller dostumu alıp gitmişti.
Ama o an anladım ki:
İnsan, bazen cennete ulaşmadan önce cehennemi tanımak zorundadır.
5.0
100% (1)