0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
377
Okunma

Köydeki üç kahvenin, bitişiklerindeki üç bakkal dükkânının ve kahvelerin bitişiğindeki ahırlardan da bir tanesinin sahibi olan İbrahim Ağa, kendisinin işlettiği bakkal dükkânının içinden açılan kapıdan, bir yıl önce kiraya verdiği kahvesine, yanındaki yabancı bir adamla birlikte girdi. İbrahim Ağa, elliden az yaşlı, kısa boylu, tombul, yüzü pek gülmeyen, insanlara da çok iyi davranmayan, otoriter görünümlü, para canlısı, çıkarcı olarak bilinen, köyde de pek sevilmeyen biriydi. Bir defasında muhtar adayı olduğu, karısının bile ona oy vermediği, köyde çok konuşulan bir olaydı. Yanındaki adam, uzun boylu, zayıf, kasketli, mahcup görünüşlü, rolünü iyi ezberleyemeyen, şaşırmaktan ürken bir görüntü vermekteydi.
Öğle ile ikindi arası bir zamandı. Diğer üç kahveyle hem şekil hem de genişlik olarak, aynı gibi olan bu kahve de elli- altmış metrekare kadar ancak vardı. Ahşap tavanı, sanki özellikle siyaha boyanmışçasına, sigara dumanından ve pislikten kapkaraydı. İçerideki yirmi-yirmi beş kadar ahşap sandalyelerin hemen hiçbiri sağlam görünmüyordu. Dört masanın üzerleri beton mozaik kaplıydı. Çok önceden boyandığı belli, solgun yeşil bir camekânla örtülü ocaklığı, oldukça haraptı. Kömür ateşiyle ısınan, üzerinde iki adet çaydanlığın olduğu güğüm, yanda çok eski ve temiz olmayan lavaboya dönük, sarı küçük musluğu olan bir küp, onun yanında duvardaki çiviye tutturulmuş, el kurutmak için kullanıldığı belli, eski ve kirli bir havlu. Camekânın içinde, çay bardakları, tabaklar ve kahve fincanları, yüz gramlık bir paket çay, küp şeker gibi malzemeler dizili. Fakat, özellikle temizlik yönünden çok kötü bir görüntü.
Ocaklığın hemen yanındaki masanın kenarındaki sandalyeye oturmuş, kendi doldurduğu çayı yudumlayan, köylü sigarasını oldukça derinden üfleyip içine çeken, arkasındaki duvarda, tahtadan bir aparata oturtulmuş, anten olarak da duvara monte edilmiş telleri kullandığı belli olan, bitişiğindeki, kocaman, dikdörtgen şeklindeki bataryadan beslenen, kırmızı renkli radyodan gelen, eski bir türkünün sesinden etkilendiği, efkârlandığı belli olan, köylü kasketli, dik saçlı, sarı bıyıklı, gür kaşlı, kırklı yaşlardaki kahvecinin yanına oturdu. Birlikte geldiği o yabancı adama da masanın yanında bir yer gösterip oturttu. Kahvedeki birkaçı yaşlı, diğerleri de genç olan, bazıları hararetli şekilde kâğıt oynayan az sayıdaki köylünün de dikkatini çekti bu durum. Hemen hepsinin bakışları o masaya çevrildi.
Ağa, sağ elini kiracısının omzuna atıp konuşmaya başladı:
’’ Mustafa; bu adam kahveye talip. Yetmiş beş lira da aylık veriyor. İyi para doğrusu. Senin verdiğin otuz beş lira. ’’ Kahveci, öylece durakaldı. Birden ayağa kalkıp, bağırmak, kükremek, isyan etmek geçti içinden. Ama kendini tutması gerekiyordu. Köyün garibiydi, gelmesiydi. Bu kahve onun hem iş yeri hem de eviydi. Birazdan köydeki okuldan dönecek olan, dokuz yaşındaki oğluyla birlikte, bu kahvede yaşıyorlardı. Çıksalar, gidecek bir yerleri de yoktu. Başka yerde düzen kuracak bir birikimleri, varlıkları da yoktu. Zaten güç belâ geçinip gidiyorlardı. Gücü ancak sigarasına yetebilirdi. Daha bir derin çekerek, daha kuvvetli üfleyerek bastırdı öfkesini.
’’ Benim gönlüm senden yana. Onun dediğini sen ver, yine sende kalsın kahve. ’’ deyip sözünü bitirdi.
Adamı da yanına alıp kalkarken, son bir söz daha etti:
’’ Sen biraz düşün. Bu adam biraz bekleyecek bugün. Cevabının verirsin. ’’
Peşlerinden ayağa kalkıp sigarasını ayağının altına aldı, öfkesini çıkarmak istercesine ezdi de ezdi. Sonra ocaklığa geçip, içinden, biraz da seslice küfürler savurarak, eline aldığı bulaşıkları yıkamaya başladı. Daha ilk bardağı yıkamaya başladığında, bardak tuzla buz olup parmaklarını kesti. Kanamaya başlayan eline, duvardaki havluyu bastı. Ettiği küfürler, daha da sesli çıkmaya başladı ağzından.
Okuldan dönen oğlu, onun bu halini görünce ağlamaklı oldu. Yanına yaklaştı babasının.
’’ Baba, ne oldu eline? ’’ diye sormasıyla, adamın sanki bütün günahı çocuğa yüklermiş gibi çok ters bir cevabı geldi:
’’ Eninin körü oldu! İbrahim Ağa, yetmiş beş lira kira istiyor kahveye! Nasıl veririz? ’’ Çocuk babasının böyle öfkeli hallerine alışıktı ama yine de şok oldu. Henüz dokuz yaşındaydı. Bir yıldır, annesinin gönderdiği günden beri, bu kahvede yaşıyorlardı. Babası, oldum olası, bunalımlı, öfkeli biriydi. Her fırsatta, en çok da ona bağırırdı. Ne var ki, vurması, dövmesi yoktu. Aslında, öyle bağırmasını, belki de dövmesine tercih edebilirdi. Bazen sözleri, dayaktan daha da ağır geliyordu.
’’ Yarın Pazar. Nasıl olsa okul yok. Pendik’te, Şahin Bakkal’ın karşısındaki sağır fırıncıya gidip, halka galeta alıp, sabahları köyde satacaksın. Becerirsen belki kahvenin kirasını ödeyebiliriz! ’’
Becerdi çocuk, biraz da mutlu oldu. İşe yarayacak, belki de babasının kendisine daha iyi davranmasına sebep olabilecekti.
Pazartesi sabahı, erkenden, babasının bulduğu bir sepete yerleştirdiği, halka ve galetaları koluna takıp köyün sokaklarına çıktı:
’’ Taze halka var, galeta vaaaaar ! Beş kuruşa halka, on kuruşa galetaaaaaa ! ’’
Şimdi çok mutluydu çocuk, hem de çok mutlu. Başını zor taşıyan incecik boynu, doğuştan çürük, ön dişlerini göstererek gülümsemeye çalışıyordu hayata, meydan okurcasına, kendisini bu sefalete tutsak eden hayata...
Fikret TEZEL