0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
200
Okunma
Jale konuyu değiştirmek için bir anlık sessizlikten yararlandı, “Yüzün öyle büyümüş ve değişmiş ki, seni ilk gördüğümde bir an tanıyamadım; o an, içimde senin eski haline karşı tarifsiz bir özlem uyandı. Seni abin sandım hatta. Adı Karan’dı, değil mi?” dedi.
Mete ise, “Evet, uzun zaman önce rahmetli oldu,” diye yanıtladı.
Jale, “Kusura bakma, bilmiyordum. Peki, bir sakıncası yoksa merak ettim… Nasıl vefat etmişti?” dedi.
“Yıllar önce, av mevsimi gelince babamla ağabeyim Karan keklik avlamak için Gökçeada’ya gitmiş. Babamın tüfeğinden çıkan kaza kurşunu ağabeyime isabet etmiş. Hastaneye yetiştirmişler ama ne yaptıysalar da kurtaramamışlar. Babam da hem cinayetten hem de kaçak avcılıktan hapsi boylamış. Annem ona öyle sinirlenmişti ki, ziyaretine gitmek bir yana, babamı bir daha hiç görmedik.”
Mete, o günleri hatırladı; bir gece ansızın büyümüş, olgunlaşmış ve derslerine sıkı sıkıya bağlanmıştı. Üniversiteden dereceyle mezun bir veteriner olmuş, başarılı iş hayatıyla beraber evin tüm ekonomik yükünü sırtlamıştı.
Çocukluğunu şimdi hayal meyal hatırlıyor olmasına rağmen Jale’nin küçüklüğünü ayrıntıları ile oldukça net bir şekilde hatırlıyordu. Belleğinde ona özel bir yer ayrılmıştı, orada zaman duru bir nehir gibi akıp gitse de dibindeki taşlar rengini koruyordu.
Mete içinden, “Seni seviyorum.” demeyi geçirdi ama yapamıyordu. Sadece iki kelimeydi. Neden ağzından çıkmıyordu? Geçen gün Jale’ye öylesine takılmak, onu sinir etmek için limonatam deyişini hatırladı. Sevgilisi olmaya ne kadar uzak bir konumda olduğunu düşünerek bahçesindeki limon ağacına ve ileride kalan asfalt yola baktı. Yoldan geçen arabaları ve sokak hayvanlarını izlerken kendi kendine düşündü. “Korkağın biri miydi yoksa? Ne yapacağını kestiremeyen, hayatı oyun sanan, aşkla dalga geçen biri miydi? Aşağılık, pısırık herifin teki miydi? Sorun neydi? Aşktan mı korkuyordu, yoksa reddedilmekten mi? Karşısındaki kadını kaybetmekten başka bir korkusu yoktu. Bir cesaretle davranıp bir an önce söylemeliydi. Aşkı, suskunluğun oltasına takılmış yaralı bir balık gibi çırpınıyordu; ne yakalanması doğruydu ne de kurtulması mümkün. Her kıpırdanışında, suskunluğun ince iğnesi biraz daha derine saplanıyor, aşkı usulca kanatıyordu. Oysa zaman tükenmeden, bu sessizliğin paslı kancasından sıyrılmalı; aşkını itiraf edip suya bırakmalıydı ki özgürce yüzsün, rüzgârla kabaran denizde serpilip büyüsün, belki de bir gün gerçeğe dönüşebilsin diye.” aklı bu düşüncelerle çalkalanıp dururken, sanki düşüncelerini okuyor gibi gözüken Jale’ye renk vermemeye çalıştı.
Mete, “Madem yarın işe gidemiyoruz, hava güzel olursa kumsala gitsek nasıl olur? Akşam nasıl döneceksin, feribotla mı?”
Jale, “Otobüsle dönmeyi planlıyorum. Biletimi çoktan aldım. Aslında bugün dönmeyi düşünüyordum, sabah da söylemiştim zaten.”
Mete, “Evet, hatırlıyorum. Zaten feribot seferlerinin iptal olacağı başından belliydi. Hava gerçekten çok kötü. Şu tepemizdeki şemsiye olmasaydı, bu yağmurda burada oturmak mümkün olmazdı.” Jale, "Yarın hava açarsa kumsala gidelim, sonuçta bu son günümüz. Belki yine yağmur yağar, ama olsun... Beraberiz ya."
Mete, “Seni seviyorum Jale.”
Jale, Mete’nin gözlerinin derinliğinde kayboldu… Bakışlarındaki samimiyet, Jale’nin kalbine dokundu. Bir an sessizlik oldu, sanki her şey durdu. Korkuları vardı ama kalbinin bir yanı, ‘bu defa güven’ diyordu. Ve Jale, tüm o karmaşanın içinde, ona inanmayı seçti. Mete’ye gülümsediği o anda, bahçenin ortasındaki ahşap masanın yanındaki şemsiye ansızın devrildi. Şemsiyenin devrilmesiyle birlikte yağmurdan ıslanmaya başladıklarından evin kapısına koştular. Evde kimse yoktu o nedenle pencerelerden sızan ışık yerini karanlığa bırakmıştı.
Jale elbisesine bakarak, "Niye dışarıda kaldık ki? Şemsiyeyi alıp içeri geçseydik en azından ıslanmazdık." Mete, “Evet, ıslandık… Ama seninle ıslanmak bile içimdeki ateşi söndürmedi.” Mete onu öptü. O an, aralarındaki ateşin yükseldiği o tutkulu dokunuşta, beklenmedik bir sesle irkildi. Yanağında hissettiği ani acıyla şaşkınlık içinde donakaldı. Yağmurun altında, arkasına bakmadan koşan kadına baktı. Bu yaşananın iyi mi, kötü mü olduğunu çözmeye çalışıyordu. Reddedilmiş miydi? Yoksa bu kadın gerçekten deli miydi?
Neden hem gülüp hem de ona tokat atıp kaçmıştı? O tokat, öpüşmenin heyecanını, aralarındaki tutkunun ateşini bir anlığına söndürmüştü. Ama aynı zamanda onu derin bir yerde sarsmış, karmaşık hislerle baş başa bırakmıştı.
Mete eski zamanları düşündü; hayır, bu kadın deli değildi. Sadece hâlâ çocuktu. Çocukluğunu özgürce yaşayamadıkça, içinde sakladığı o masumluk, kontrol edilemeyen duygularla dışa vururdu. Yakınlarda okuduğu bir kitabın sayfalarında böyle yazıyordu: “Çocukluğunu dilediğince yaşayamayanlar hep çocuk kalırdı.”
Mete, babası onu terk ettiğinde kazandığı kitap okuma alışkanlığının hayatında nasıl bir sığınak olduğunu hatırladı. O zamandan beri okuduğu kitapların sayfalarında yaşamıştı, yaşadığı zor anlarda bir kapı aralamıştı kendine. Kariyerinde başarılı olmasında bu alışkanlığın büyük payı vardı.
Şimdi ise, o tokadın ardından yüzünde hissettiği sıcaklıkla, içinde yükselen karmaşık arzu ve kırgınlıkla kadının peşinden bakakaldı. O anın büyüsü, ıslak tenlerinin temasında, öpüşmenin bıraktığı tatlı izde, zamana meydan okuyordu. Aralarındaki kıvılcımlar, yağmurun ritmiyle daha da alevlenmişti.
Ve Mete, o anda anladı; bu kadınla yaşanacak her şey, fırtına kadar yoğun, ateş kadar yakıcı olacaktı.
5.0
100% (2)