7
Yorum
32
Beğeni
5,0
Puan
763
Okunma

Çığlık salonu/dört mevsim ve çelik.
Yağmur, camlara öfkeyle vuruyordu. Gökyüzü mor bir mürekkep lekesi gibi yayılmıştı ufka. Metruk binanin çatı katında, duvarları çatlak odada, iki müzik birbirine karışıyordu: Bir köşede Vivaldi’nin Dört Mevsim”i yankılanırken, diğer tarafta Rammstein’ın elektrik yüklü riffleri duvarları titretiyordu. Sanki Barok dönemle endüstriyel metal bir savaşa tutuşmuştu.
Psikolog, beyaz deli gömleği içinde, demir karyolasının kenarına çömelmiş, avuçlarını kulaklarına bastırıyordu. “susun!” diye bağırdı, ama sesi yağmura ve müziğe yenik düştü. Bir hafta önce buranın doktoruydu. Şimdi? Hastalarından biri onu beyaz bir gömleğe sokmuş, anahtarı pencere dışına fırlatmıştı. Belki de hak etmişti. Sonuçta, buraya “tedavi” için getirdiği herkese aynı şeyi söylüyordu, ‘Gerçeklik sizinle dans etmiyorsa, siz onunla dans edin.’ Şimdi gerçeklik, onun kafasında bir savaş balesi sahneliyordu.
Odanın ortasında, bir grup blogger masanın üzerine kurulmuş dizüstü bilgisayarlarını tıkırdatıyordu. “Bu yayın tarihin en viral anı olacak!” diye haykırdı genç bir kadın, gözleri ekrana yapışmış. Yanındaki, siyah takım elbiseli bir adam ise ciddiyetle notlar alıyordu: “Gözlem,kolektif psikoz, müzik ve doğa olaylarıyla tetiklenebilir. Kanıt, bu odada’ .Diğer köşede ise, uzun saçlı bir blogger kafasını ritmik bir şekilde sallayarak Rammstein’a eşlik ediyor, elindeki telefonla çektiği videoya çığlık atıyordu: “Bunu görüyor musun? Bu nedir lan’ sil gitsin..
Rüzgâr, pencereden içeri bir canavar gibi doldu. Dışarıda, meşe ağacının dalları çatırdıyor, camlara vuruyordu. Her şimşek çaktığında, duvardaki gölgeler dans ediyor, odadakilerin siluetleri kırılıp yeniden doğuyordu. Masanın üzerindeki mumlar titreyerek yanıyor, hava keskin bir lavanta ve küf kokusuyla doluydu.
Kitaplığın yanında üç şair, bir yazar ve iki roman karakteri gibiydiler. Biri, kırmızı rujunu duvara sürterek şiirler yazıyordu. Diğeri, ceketinin düğmelerini iliklemiş, Goethe’ye benzetilebilecek bir ciddiyetle yağmuru izliyordu. “Bu fırtına… İnsan ruhunun metaforu,” diye mırıldandı. Yanındaki kadın, kahkahalarla güldü: “Metafor mu? Bu gerçek! Bak, şu dallar nasıl da kırılıyor… Tıpkı bizim gibi.”
Aniden, kapı gıcırdadı. İçeri, elinde bir keman ve bir elektro gitar tutan genç bir kız girdi. Saçları ıslak lacivert, gözlerinde yağmurdan daha derin bir parıltı vardı. “İkisini de çalmak zorunda mıyız?” diye sordu, sesi hem Vivaldi’nin kemanı kadar narin, hem de Rammstein’ın vokali kadar sertti. Odadakiler sustu. Sanki cevap, dışarıda kırılan dallarda gizliydi.
Psikolog ayağa kalktı. Gömleği hâlâ üzerindeydi, ama gözlerinde yeni bir ışık vardı. “Dans edin,” diye fısıldadı önce, sonra bağırdı: “Dans edin! Gerçeklik sizinle dans etmiyorsa, siz onu yıkın.’
Ve öyle oldu. Bloggerlar kameraları fırlattı, şairler mısraları unuttu, kız kemanı ve gitarı aynı anda çalmaya başladı. Yağmur, müzik, çığlıklar ve kırılan dallar… Hepsi, o gece, metruk binanın çatı katında bir şeye dönüştü. Belki bir sanat manifestosuna, belki bir çığlığa, belki de sadece… bir hikâyeye.
Sabah olduğunda, odada sadece kırık dallar, yırtık kağıtlar ve hâlâ çalan bir radyo vardı. Dışarıda ise, meşe ağacının gövdesinde, kimsenin okuyamayacağı bir şiir kazılıydı:
Rüzgâr kırıldığında,
En çılgın bestemizi yaptık.
Ve biz,
Parçalanmış notalardan
Yeni bir ilahi dikiyoruz…
5.0
100% (3)