0
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
304
Okunma

Zorlu bir askerlik döneminden sonra İstanbul’da polis olan amcamın ısrarı ile bir kaç ay kafamı dinlemek üzere İstanbul’a gitmiştim. Yıl 2002 mayıs ayının son günleriydi. Güneş yazın müjdecisi ilk baharın son parıltısı gibi kararsız bir şekilde gökyüzünde süzülüyordu. Amcam beni Esenler otogarından alıp Halkalıdaki Polis lojmanlarına getirene kadar kırk beş dakikalık İstanbul trafiğini sohbet ederek atlatmıştık. Polis lojmanlarının kapısına geldiğimizde yükselen iki yüksek binayı görür görmez irkilerek amcama dönüp ;
-Kaçıncı katta oturuyorsunuz amca ?
On birinci kat diye cevapladığında amcamın elinden valizimi kaptığım gibi ;
- Hadi amca görüşürüz , yengeme çok selam çocukları da öpersin benim için
Amcam şaşkın bir şekilde ;
- Oğlum nereye ?
- 1999 depremini Sakarya’da yaşamış bir insanın burada kalacağını düşünmüyorsun herhalde amca ?
Amcam ;
- Sağlam la bu binalar , hem nereye gideceksin bu saatte ?
Ben ;
- Var bir arkadaşım , hadi ben kaçtım görüşürüz
Amcam ;
- Dur , bari ben bırakayım
Ben ;
- Yok sen gelme gideceğim insan aynasızları sevmez
Amcam ;
- Bak şimdi , kırarım kolunu bacağını ha
Amcamdan şakalaşarak ayrıldıktan sonra lise yıllarında dört yıl yatılı okulda yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen İbrahim arkadaşımı aradım. İstanbul Üniversitesi Denizcilik Fakültesinde son sınıf okuyordu. İbrahim’in telefonu uzun uzun çaldıktan sonra açıldı .
Ben :
- Oo kaptan seyir defterin kapanmadıysa gemiye bir misafir yolcu ilave yazar mısın ?
İbrahim ;
- Kimsiniz ?
Ben ;
- Ohooo sen daha kaptan olmadan bizi unutmuşsun ben 32 numara dediğimde
İbrahim ;
- Vay Çağdaş sen misin ? Çok özledim seni be , neredesin ?
Ben ;
-Şimdi Halkalıdan demir aldım , sen hangi konumdaysan oraya akayım.
İbrahim ;
- Sen Küçükçekmece tren İstasyonuna gel ben orada beklerim seni
Telefonu kapattıktan sonra bir taksiye atladım . Gideceğim yeri söyledim yaklaşık 30 dakika sonra Küçükçekmece tren istasyonuna gelmiştik. Hava yeni yeni kararmaya başlamış gecenin kasvetli ilk temasını serin bir rüzgarın ısırığıyla hissetmiştim. Geceler , hele ki İstanbul’da , ne zaman tene rüzgar değse içim bir hoş olurdu , onun tenine de dokunmuş mudur diye düşüncelere daldırırdı beni. Ben öyle gözlerimi kapatmış o anın hazzına varırken omuzumda bir el hissettim.
- Sen misin diye sevinerek gözlerimi açtığımda İbrahim’in o sararmış benzi ile karşılaşınca yüzüm düşmüştü. Neyse ki çabuk toparladım durumu.
İbrahim ;
- Kim olacak ki , benim oğlum
Ben ;
- Biliyoruz be soluk benizli sende.
İbrahim doğuştan kızıla çalan saçları , sapsarı teni ile aramızda soluk benizli lakabı ile anılırdı. Hatta onun bir köylüsü daha vardı yatılı okulda o da oturmayı , uyumayı çok severdi ona da oturan boğa derdik.
İbrahim ;
- Hiç değişmemişsin be oğlum , diye bana sarıldı . Özlemişiz birbirimizi.
Biraz yürüdükten sonra duraktan minibüse binip öğrenci evlerine gittik. Kapıya geldiğimizde kaç katlı ev dedim .
3 katlı deyince , atlasam da ölmem herhalde diye içimden geçirerek eve girdik. Klasik öğrenci evi vakası vardı o gece , ev iki kişi tutulur ama hiç iki kişi uyanılmaz. O gece tam 9 baş saydım ben hariç. Çok kalabalıkmışsınız bilseydim rahatsız etmezdim deyince. İbrahim bu en az halimiz ama arkadaşlar gidecek biz burada Hasan ile kalıyoruz diyerek beni ev arkadaşı ile tanıştırdı. Tavada yumurta , şeffaf demli çay eşliğinde akşam yemeğimizi yedikten sonra İbrahim hadi çıkalım diyerek beni sohbet edip demlenebileceğimiz bir mekana götürdü. Şerefime söylenen bir büyük rakı sanırım İbrahimi’n İstanbul’da ısmarladığı en son rakıydı. Eskiler anıldı , benim askerlik onun üniversite anıları derken vakit epey geç olmuştu. Mekandan çıkıp eve yürüyerek döndük.
Eve geldiğimizde Hasan çoktan uyumuştu. Birer sade neskafe eşliğinde balkonda sohbete devam ettik. Üniversiteyi deprem dolayısı ile bırakmış olmama çok üzülmüştü İbrahim . Sen böyle olmamalıydın içimizde en başarılı sendin , bizi çalışmaya teşvik ederdin diye hayıflandı bütün gece.
O gece rahatsız bir çekyat deneyimi ve yarı uykusuz bir gecenin ardından sırt ağrıları ile uyanmıştım. Mutfak masasının üzerinde bir not , ev anahtarı ve bir miktar para bırakılmıştı. Ev anahtarını alıp notu okudum , bugün sınavları olduğunu şimdi söyledi diye kızdım İbrahim’e , yoksa ben ona akşam içirir miydim diye hayıflandım.
Paraları masa üstüne bırakıp akşama yemeği benim yapacağımı yazan bir not bıraktım.
Evden çıkıp nereye gittiğine bakmadan bir minibüse ,sonra metroya ,yine bir minibüse binip sanki birini arayıp bulma telaşıyla dolandım. En son Eminönü meydanında bir sesle kendime geldim ;
- Bul karayı al parayı abicim
Karayı bulmak mı ? Bir bulsam ben o karayı var ya ...
Bir adam elinde üç oyun kağıdı bir sandıktan masa üzerine siyah figürlü olan kartı önce çevresine gösterip o kağıtları ters çevirip sürekli yerlerini değiştiriyor bir taraftan da durmadan bağırıyordu.
- Bul karayı al parayı...
Önünde toplanan kalabalık , bulduğunu düşünen elindeki bulunan parayı düşündüğü kartın üzerine koyuyor , doğruysa koyduğu paranın üç katını kazanıyordu. Biraz izledikten sonra cebimden 20 lira çıkarıp bulduğumu düşündüğüm kartın üzerine koydum. Adam emin misin dedi . Eminin dedim. İstersen devam edelim altı katını veririm dediğinde hayır dedim , o sırada omuzuma biri dokundu dönüp baktım kimse yoktu. O an adam parayı koyduğum kartı kaldırıp kırmızı çıktı kaybettin dedi. Oysa ben emindim bulduğuma , sanırım omuzuma dokunan el onların adamlarıydı ve ben kafamı çevirdiğimde kartın yeri değişti. Anlayacağınız yine karayı bulmuş elimden çaldırmıştım. Neyse olay çıkartmak istemedim ama sadece izledim. Kazanan kişilerin hemen hepsi parayı aynı şekilde katlıyordu , kartları karıştıran adam oyuna para yatıranların yüzüne bakmadan katlanan paralardan tanıyordu kendi adamı olduğunu. Bu baya bir tezgahtı , tezgaha gelmiştim , gülümsedim sadece ve ayrıldım oradan.
Biraz daha dolaştıktan sonra alışveriş yaptım , tekele uğrayıp rakı aldım. Eve gelip çok güzel bir sofra hazırladım .
Akşama doğru İbrahim ve Hasan içeri girdiklerinde mis gibi koktu diyerek mutfağa daldılar.
O gece hep beraber yedik içtik eğlendik. Sabah İbrahim ile çıktık .
İbrahim ;
-Bugün okul yok beraberiz , ne arıyorsan beraber arayalım dedi.
Olur dedim , Sultan Ahmet , Laleli , Karaköy derken yine o sesi duydum
- Bul karayı al parayı
De get şeytan ...
Baktım yine aynı adamlar , tezgah kurulmuş , araya bir garip alınmış , garip yolunmakta.
Biraz izledikten sonra , usulca sokulup o garibanın kulağına tezgahın ne olduğunu anlatacaktım ki karın boşluğumda bir sustalı hissettim. Sustalıyı bana hafif batıran adam kulağıma ;
- Kaybol hemen buradan dedi
Gözlerimi kapattım , ters tarafımdan hızlı bir şekilde dönüp sustalıyı batıran adama sert bir dirsek atıp kafayı da burnuna oturttum. Diğerleri üzerime gelirken bir iki tanesini tekme tokat yere serdim. O sırada bir düdük sesi ile etrafta kimse kalmadı.
Olan biteni şok halinde seyreden İbrahim’in zaten sarı olan benzi iyice atmıştı. Ona bir tokat atıp hızlıca kalabalığa karıştık.
Kendine gelen İbrahim ;
- Ne yaptın sen oğlum öyle , nerden öğrendim o hareketleri ?
Ben ;
- Askerde
İbrahim ;
- Hadi be , askerde öğretiyorlar mı bunları ?
Ben ;
- Herkese değil , isteyene de değil seçtiklerine öğretirler.
Bir kaç gün daha orada kaldıktan sonra memlekete geri döndüm.
2002 yılında Türkiye’de genel seçim olmuştu.
- Bul akı bul mutluluğu...
Ülkece akı mı yoksa karayı mı seçtik bilmiyorum lakin ülkenin halinden mutlu olan var mı ?
Seçimler ve kader...
Birilerinin seçimleri bizim kaderimiz...
Tezgah hep aynı ;
BUL KARAYI AL PARAYI...
Çağdaş DURMAZ
Ah Benim Yetişemediğim Çocukluğum isimli kitabımdan bir bölüm
5.0
100% (3)