0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
352
Okunma

Ingmar Bergman’ın 1966 tarihli filmi Persona, yalnızca bir sinema eseri değil, aynı zamanda ruhun sınırlarını zorlayan bir psikanalitik metindir. Siyah-beyaz çekilen bu film, minimalist yapısıyla görünüşte sade, ama anlam bakımından son derece yoğundur. Film, konuşmayı aniden bırakan bir tiyatro oyuncusu olan Elisabet Vogler ile ona bakan hemşire Alma’nın bir sahil evinde birlikte geçirdikleri zamanı anlatır. Ancak anlatı ilerledikçe, iki kadın arasındaki sınırlar silikleşmeye başlar. Sözler suskunluğa dönüşür, kimlikler çözülür, ve izleyici, kendi benliğiyle yüzleşmeye zorlanır.
Bergman’ın Sessizliğe Yolculuğu: Ménière Krizi
Persona, yalnızca kurmaca bir senaryonun değil, Bergman’ın kendi iç dünyasının da bir yansımasıdır. Film öncesi dönemde Bergman, ciddi bir sağlık problemiyle karşı karşıya kalır: Ménière hastalığı. Bu hastalık, baş dönmesi, işitme kaybı, mide bulantısı gibi belirtilerle ilerler. Bergman bu dönemde bir hastane odasında izole bir şekilde kalır. Ne tiyatro sahnesine çıkabilir ne yazı yazabilir. Sessizlik, onun için hem bedensel hem de ruhsal bir gerçeklik hâline gelir.
Bu süreçte camdan dışarı bakan Bergman, hastane bahçesinde bir hemşire ile hastasının yürüyüşünü izler. Tam da o anda zihninde bir fikir belirir:
“Ya bir kadın bir gün aniden konuşmayı bırakırsa? Ya sustuğu hâlde çevresindekileri konuşmaya, anlatmaya zorlarsa?”
İşte bu hayal, Persona’nın doğum anıdır. Ve Bergman’ın kendi ifadesiyle bu film, “her şeyin anlamsızlaştığı, sanatın ve kimliğin uçuruma sürüklendiği” bir dönemin ürünüdür.
Filmde Repliklerle Yolculuk
Film, bilinçdışının imgeleriyle açılır: eriyen bir film şeridi, bir iğne, bir yüz, tabut içindeki bir çocuk… Ardından Elisabet’in sustuğu ve hastaneye yatırıldığı sahne gelir. Doktor, ona şöyle der:
“Bu davranışın bir tür dürüstlük olabilir… Belki de sen, her şeyin sahte olduğunu fark ettin.”
Bu cümle, Jung’un persona (maske) kavramıyla birebir örtüşür. Jung’a göre her insanın sosyal yaşamda taktığı bir yüzü (persona) vardır. Bu maske, toplumla uyumlu bir benlik gösterse de gerçek kimliğin üzerini örter. Elisabet’in konuşmaması, bu maskeyi reddedişidir.
Jung: Persona’nın Çözülmesi ve Gölgeyle Yüzleşme
Elisabet sustukça, Alma konuşur. Konuşmanın ilerlediği sahnelerde, Alma’nın iç dünyası açılmaya başlar. Yargılarından, arzularına ve pişmanlıklarına kadar her şey dile gelir. Bu noktada Jung’un “gölge” arketipi devreye girer. Alma, bilinçdışına ittiği karanlık yönlerini Elisabet’in sessizliğinde açığa çıkarır. Alma, içsel arzularıyla yüzleştiğinde hem korkar hem de özgürleşir. Elisabet’in sessizliği, onun ayna işlevini görür. Jung’un bakışına göre bu, benliğin birliğe yaklaşma sürecidir: “bireyleşme”.
Lacan: Ötekinin Sessizliğinde Öznenin Dağılması
Jacques Lacan, bireyin özne oluş sürecini “ayna evresi” üzerinden açıklar. Çocuk, aynaya baktığında kendini bir bütün olarak görür ama bu bütünlük bir yansıma yanılsamasıdır. Alma, Elisabet’e baktıkça, onun kimliğini giyinmeye başlar. Filmde bu durum bir sahnede somutlaşır: iki kadının yüzü aynı kadraja bindirilerek tek bir yüze dönüşür.
Lacan’a göre özne, “Öteki”nin bakışında kurulur. Elisabet konuşmadığı için Alma, sürekli ona bakar ve onun tarafından bakıldığını hisseder. Bu bakışta özne olmak isteyen Alma, yavaş yavaş kendi bütünlüğünü yitirir.
“Sen susuyorsun ama ben konuşuyorum. Bu ne kadar adil, bilmiyorum.”
Bu replik, Lacancı anlamda öznenin bölünmesini temsil eder. Sessizlik, konuşan kişinin bütünlüğünü bozar. Elisabet konuşmaz; dolayısıyla onun benliği kararlı kalır. Ama Alma, sürekli anlatırken özünün dağılmasını izleriz.
Film, Rüya ya da Gerçeklik?
Persona, yalnızca karakterlerin değil, izleyicinin de kimliğini sorgulamasına yol açar. Film boyunca “gerçek” ile “rüya”, “ben” ile “öteki” arasındaki sınırlar erir. Özellikle şu sahne unutulmazdır: Elisabet’in bir mektup yazdığı, Alma’nın ise onu gizlice okuduğu an. Elisabet mektubunda, Alma’yı gözlemlediğini ve “bir tür deney” yaptığını yazar. Bu da filmin tamamının bir kurgu, bir bilinç içi tiyatrosu olabileceğini düşündürür.
Sonuç: Bergman’ın Sessiz Çığlığı
Persona, sessizlikle açılır, sessizliğe doğru kayar. Elisabet’in suskunluğu ve Alma’nın anlatıları, yalnızca bir diyalog değil, bir kimlik inşası ve yıkımıdır. Jung’un arketipleri, Lacan’ın öteki bakışı, bu filmde sessizliğin imgeleriyle buluşur. Bergman’ın Ménière hastalığı sırasında zihnine düşen o hemşire-hasta görüntüsü, bir başyapıta dönüşür.
Ve film biterken akılda tek bir soru kalır:
“Eğer seni yansıtan biri olmazsa, sen kim olursun?”