1
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
266
Okunma

“Yeryüzündeki en mühim bilim hangisidir?” biçiminde bir sorunun muhatabı olsam kuşkusuz bu soruya yegâne olmasa da ilk vereceğim cevaplardan birisi tarih bilimi olurdu. Zira tarih bilimi en kaba tarifle geçmişte yaşanan olayları sistemli bir şekilde inceleyen ve bu olayları neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde anlamaya çalışan bir disiplindir ve şahsi kanaatimce hayati derecede öneme haizdir. Çünkü tarih bilimi; toplumsal hafızayı korur, kimlik ve aidiyet bilinci oluşturur, günümüzü anlamlandırmaya yardımcı olur, geleceğe ışık tutar, eleştirisel düşünmeyi geliştirir, politika ve strateji geliştirmeye yardımcı olur ve empati kurmayı öğretir. Tüm bu saydıklarımın dışında tarihten ders almayı becerebilen toplumlar başarılı ve uzun ömürlü toplumlar olurlar. Elbette tarihsel süreç içerisinde bu konu ile ilgili birçok örnek verilebilir. Ancak hemen hemen hepimizin aşina olduğu kendi tarihimizden örnek vermek gerekirse tarihte kurulmuş Türk Devletlerinin sayısı, hangi ölçütlerin esas alındığına bağlı olmakla beraber değişebilir olsa da genel kabul gören sınıflandırmaya göre on altı olarak kabul edilir. Tarih boyunca Türk Milleti on altı Büyük Türk Devleti kurmuştur. Bu devletlerden ilki Bük Hun İmparatorluğu olup en sonuncusu da Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Elbette tarihteki bu tablo bu gurur verici bir tablodur, gururlanmamak elde değildir. Lakin bir başka bakış açısıyla tarih boyunca kurulan on altı Büyük Türk Devletinin on beş tanesinin de parçalandığını ve yıkıldığını da kabul etmek gerekir. İşte tarih bilimi tarih sahnesinde büyük devlet olma özelliği gösteren bu on beş Türk Devletinin neden parçalandığını ve yıkıldığının anlaşılmasına ve dahası bu sebeplerden ders çıkarılmasına yardımcı olur. İşte tam olarak da bu sebepten tarih bilimi oldukça mühimdir. Ayrıca Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ünde Türk Tarih Kurumunu kurmasının sebeplerinden birisi de kuşkusuz budur.
Tarih yazıyla başlar denilmektedir. Çünkü yazı, olayların belgelenmesini, kaydedilmesini ve yorumlanmasını sağlar. Bir bilim disiplinine sahip olan tarih bilimi tam olarak da bu sebepten sözlü anlatımları, efsaneleri, destanları güvenilirlik açısından yeterli bulmaz. Yazının icadı ise Milattan Önce 3200’lü yıllara tekabül etmektedir. Basit bir matematik hesabıyla Milattan Önce 3200 ve Milattan Sonra 2025 yıllarını toplarsak tarihin ilgilendiği zaman dilimi için kabaca 5225 yıl diyebiliriz. Elbette ben bir tarihçi ya da tarih uzmanı değilim. Tüm bu yazdıklarım belki eksik, belki yanlış, belki hatalı kendi düşüncelerim. Neler de düşünüyorum ben böyle, öyle değil mi? Normal bir insan olsam oturup da bu satırları yazmazdım herhalde. Uzun lafın kısası insanlık tarihine üstünkörü bakacak olursak ilk insandan bu yana insanlığın çeşitli merhalelerden geçtiğini görürüz. Önceleri çetin doğa ile mücadele eden insan belli bir zaman sonra bu mücadeleyi kazanmış ve doğaya hükmetmeye başlamıştır. Hatta şu sıralar insan maalesef doğayı ve yeryüzünü yok etmenin eşiğine gelmiştir. Doğaya ve yeryüzüne olan bu nefretimiz acaba tarihimizdeki mücadeleye mi dayanmaktadır? Yani zamanında doğanın esiri olan insan bu esaretten kurtulunca ilk iş doğayı yok etmek mi istemiştir ya da istemektedir? Elbette bunlar hiçbir dayanağı olmayan çılgınca fikirler. Gerçek şu ki insan yeryüzünde ilk var olduğunda insanı hayatta tutan şey ne düşünceleriydi ne de hisleri. İnsanı hayatta tutan şey içgüdüleriydi. İçgüdüler insanın hayatta kalmasını sağlıyordu ve içgüdülere hükmetmek imkansızdı, ki hala içgüdülere hükmetmek mümkün değildir. Belki içgüdüler yönlendirilebilir ama asla hüküm altına girmeyecek bir yabaniliğe bir vahşiliğe sahiptirler. Ayrıca oldukça güçlüdürler de. İnsanı bir anda tüm medeni vasıflarından arındırıp ele geçirebilirler. İşte tarih boyunca çeşitli medeniyetler kuran insanların dünyayı şekillendirmesinde en temel etken bu vahşi içgüdüleriydi. İçgüdüler elbette insanlık tarihinden daha da eski ve daha da kadim bir tarihe sahiptir. Öyle ki içgüdüler yeryüzündeki canlılık tarihiyle birlikte var olmuşlardır. Öylesine güçlüdür ki içgüdüler, medeniyetlerin, inançların, yaşam biçimlerinin şekillenmesinde en önemli rolü üstlenmişlerdir. Çağımızdaki bu bozuk düzenin temel sebebi ise kuşkusuz içgüdülerimizdir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan cinayetler, savaşlar, sömürüler, köleleştirme faaliyetlerinin hemen hemen hepsi içgüdülerimize dayanmaktadır. İşte bu denklemi çözen birtakım insanlar ise insanları ve insanlığı yönlendirmiş ve yönetmişlerdir. Özellikle çağımızda kitle iletişim araçlarının bu kadar gelişmiş olmasının ve bu kadar rağbet görmesinin başlıca nedeni de budur. Emperyalistler çağımızda bizim bilincimize, zihnimize, düşüncelerimize değil bizzat içgüdülerimize sesleniyorlar ve o yüzden bu kadar başarılılar. Nereden girdik nereden çıktık öyle değil mi? Bu kadar çok şeyden bahsetmeme rağmen hala anlatmak istediğim asıl konuya gelebilmiş değiliz. Ancak biraz daha sabır değerli okuyucu oraya da geleceğiz.
Çağımızda içinde yaşadığımız dünyaya bir göz atalım. Dünyadaki insan nüfusu tarih boyunca hiç olmadığı kadar yüksek; yaklaşık 8,2 milyar insanız. Teknolojik gelişmeler ise akıl almaz bir hızla ilerliyor. Artık uçabiliyoruz, yüzebiliyoruz, uzaya bile gidebiliyoruz. Bir zamanlar imkânsız gibi görünse de internet ağına sahibiz. Dünyanın bir ucunu dünyanın diğer ucundan saniyeler içerisinde görebiliyoruz, duyabiliyoruz. Sağlık alanındaki gelişmeler de çılgınca, organ nakli bile yapabiliyoruz. Artık insanlar yaşlı görünmek zorunda bile değil, estetik operasyonlarla gençleşebiliyoruz. Cep telefonlarımız var, arabalarımız var, hızlı trenlerimiz var. Ancak tüm bunlar içerisinde ne kadar medeniyiz? Evet internet ağına sahibiz ama kitle imha silahlarına da sahibiz. Sözde kölelik kaldırıldı ama tarihte bir köleden daha ağır şartlarda yaşayan milyarlarca insana sahibiz. Savaşlarımızda artık yalnızca askerler değil toplumlar da yok ediliyor çocuk, kadın, yaşlı demeden ve sürgün ediliyor yurtlarından. İnsanlığın küçük bir kısmı, insanların büyük bir kısmını sömürmekte oldukça mahirleşti. Dünya nimetlerinin büyük bir kısmı insanlığın küçük bir kısmının elinde. Sayısı milyarları aşan yoksulları sayıları binlerle ölçülebilen zenginler yönetiyor. Öyle bir içgüdüsel yönlendirme yapılmış ki bu bozuk dünya düzenine hiç kimse dur diyemiyor. Bu dünyaya gelmiş her canlının dünya nimetlerinden faydalanma hakkı varken insanlar doğar doğmaz miras hukuku, özel mülkiyet, ırksal farklılıklar, coğrafik sınırlar gibi saçmalıklarla kandırılıyor ve zincirleniyor. Kanun adı verilen saçmalıklarla prangalara vurulup köleleştiriliyor. Buna karşı çıkanlar ise deli, aykırı olarak etiketlenip toplumlardan dışlanıyor. İnsanlık tarihi boyunca hiç bu kadar ilkelleşmemiş, hiç bu kadar vahşileşmemişizdir muhtemelen. Bir de tüm bu ilkellikler vahşilikler içerisinde kendimizi medeni ve özgür sanıyoruz. Bu biraz da tarihi bilmememizden kaynaklanıyor sanırım.
Matematik yalan söylemez. Şimdi siz değerli okuyucularıma basit bir matematik hesabı yapacağım. Dünya nüfusu 8,2 milyar. Dünyamızı uzunca bir süredir etkisi altına alan ve şekillendiren inançlar çerçevesinden bir sınıflandırma yapacak olursak; dünyadaki Hristiyan nüfusu 2,38 milyar, Müslüman nüfusu 1,91 milyar, Hindu nüfusu 1,16 milyar, Budist nüfusu 507 milyon, Ateist nüfusu 1,19 milyar, halk dinlerine inananların nüfusu 430 milyon, diğer dinlere inananların nüfusu 61 milyon ve Yahudilerin nüfusu da 14,6 milyondur. Yaklaşık 8,2 milyar insan içerisinde Yahudilik inancına sahip 14,6 milyon Yahudi bulunmaktadır. Senelerdir her türlü hukuksuzluğu gerçekleştirip Filistin’i işgal eden İsrail Devletinin nüfusu ise 10,1 milyondur. Şimdi bu basit matematikle 8,2 milyar insanın 14,6 milyon Yahudi’ye dur diyemediğini mi söylüyoruz? 1,91 Milyar Müslüman nüfusun 10,1 milyon İsrail Devletine Filistin ve Gazze konusunda hiçbir gücünün olmadığını mı söylüyoruz? 14,6 milyon Yahudi 8,2 milyar insanı mı yönetiyor ve yönlendiriyor? Bu nasıl olabilir ya da bu nasıl olabildi? Bu noktaya nasıl gelebildik? Nitelik ve nicelik arasındaki farkı elbette bende biliyorum. Ancak mevzu nitelik ve nicelik arasındaki bu uçurumun nasıl ve ne ara açıldığıdır. İşte tam da burada tarihsel süreç içerisinde insanın ve insanlığın bulunduğumuz noktaya nasıl geldiği sorgulanmalıdır. Bozuk dünya düzeni yerinden sarsılmalı ve değiştirilmelidir. Yazdıklarımın inanç çerçevesinde bir taraf tutma olarak görülmesini istemem kesinlikle. Herhangi bir inanca ya da herhangi bir inancın taraftarlarına nefret beslemiyorum. Herhangi bir inancında fanatik taraftarı değilim. Yalnızca gerçekleri düşünüyor ve değerlendiriyorum. Adaletsizlik yeryüzünün dört bir yanını sarmışken, her gün insanlar öldürülüyor ve bebekler katlediliyorken bu dünyanın medeniliğinden bahsetmek mümkün müdür? Elbette insanlar istedikleri inanca gönül bağlamakta özgürdür. Ancak gönül verdikleri inanç kendilerini diğer tüm insanların efendisi olarak görmesini, diğer insanları öldürmesini emrediyorsa o inanca saygı duymak gerekir mi? Ben antisemitist bir insan değilim. Ancak hemen hemen hepimiz biliyoruz ki Yahudilik ırksal kökenli bir dindir ve Yahudiler kendi ırklarını diğer tüm ırklardan üstün görürler. Hatta kendileri efendi ve diğer tüm insanlar onlar için hizmetkardır. Bunu ise kendi kutsal kitapları kendilerine söyler. Elbette bu durum radikal Yahudi gruplar içerisinde daha belirgindir. Zira ülkemizde de ülkesine, devletine ve insanına sadık Yahudiler, Yahudi Toplulukları bulunmaktadır. Genellemeler genellikle yanlış olsalar da genel yaklaşım bu yöndedir. Şimdi bu durumda nasıl hareket etmek gerekir? Elbette doğru olan Yahudilerin ve dolayısıyla İsrail Devletinin diğer tüm inanç taraftarları ve devletler gibi insan haklarına saygılı ve adaletli olmalarıdır. Ancak olmuyorlarsa 1,91 milyar Müslümanın, 8,2 Milyar insanın ne yapması gerekir? Dünya üzerinde 14,6 milyon Yahudi vardır ve İstanbul’un nüfusu bile 15 milyondur. Matematik yalan söylemez. Ama insanlar yalan söyler, haberler yalan söyler, internet yalan söyler. Şimdi tüm bu bilgiler ışığında durup düşünme vaktidir.
Tarih bize sadece geçmişi anlatmaz; aynı zamanda bugünü nasıl yaşadığımızı ve yarını nasıl inşa edeceğimizi de öğretir. Bu yüzden belki de artık matematik değil, vicdan yalan söylemesin demeliyiz.
Not: Hiçbir inancı değerlendirecek, irdeleyecek, sorgulayacak bilgi ve birikime sahip değilim. İslamafobiyi, İslamiyete düşmanlığı nasıl yanlış buluyorsam, Antisemitizmi de öyle yanlış buluyorum. Yahudileri, Yahudi inancına sahip olanları hedefte almıyorum, hedef de göstermiyorum. Böylesi bir insan fanatizminin ve nefretin insanlığa fayda vereceğini de düşünmüyorum. Ancak ortada işgalci bir İsrail Devleti ve işgal edilen bir Filistin gerçeği var. Ortada öldürülen masum siviller var. Bu durumda dürüst ve namuslu bir insan nasıl sessiz kalabilir? Nazi Almanya’sında Faşist Nazi yönetimi daha ikinci dünya savaşı başlamadan Almanya’daki Yahudileri katletmeye başladılar. Yahudilerin mallarına el koydular ve Yahudileri kamplara kapatmaya başladılar. Daha İkinci Dünya Savaşı başlamamıştı. Bu sırada Yahudiler Vatikan’da Papa’ya, batılı medeni devletlere bu durumu anlattılar. Ama ne Vatikan ne Papa ne de batılı devletler bu yardım yakarışlarını duydular. Sonuçta katledilenler Yahudiler diye baktılar yaşananlara. Bu o zaman da çok yanlış bir davranıştı ve şimdi Filistin’de de Gazze’de de oldukça yanlış bir durum. Nazi Almanya’sı ne zamanki Vatikan’ı aldı ne zamanki Fransa’yı işgal edip İngiltere’yi işgale hazırlandı işte o zaman adım atması gerekenler bir adım attı. Bu yazıda da anlatmak istediğim Yahudi düşmanlığı değil, inanç fanatizmi değil, insanlık için gereğini yapma meselesidir. Netice itibarıyla insan neye inanırsa insansın insandır. Mevzu dinsel farklılıklar değil işgalci ve insanlık dışı zihniyetlere karşı olmaktır.
5.0
100% (1)