0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
160
Okunma
Bir Ada, Bir Kadın ve Deniz
İstanbul’dan gelen balık arabalarının arkasına takılmış martılar, gökyüzünde bir V harfi çizerek geçiyorlardı. O martılar, İnci’ye özgürlüğün ne demek olduğunu hatırlatıyordu. O an, İnci’nin içindeki deniz özlemi bir fırtına gibi koptu. Hayatının yarısını ertelediğini, hayallerini askıya aldığını bir anda fark etti. İçindeki deniz artık taşmak istiyordu.
İnci Burgazada’da doğmuş, deniz kokusuyla büyümüştü. Ancak yıllar önce babasını kaybetmiş ve ardından annesiyle birlikte Ankara’ya taşınmışlardı. Ankara’nın gri ve monoton havasında, İnci’nin penceresinden görünen sokak lambaları, birer deniz feneri gibi yalnızlığa işaret ediyordu. Deniz kenarında geçen çocukluğunun hatıraları, şimdi içini bir burukluk ile dolduruyordu.
Ertesi sabah biletini aldı ve kendini tren istasyonunda buldu. Tren hareket ederken pencereden dışarı baktı. Ankara yavaş yavaş geride kalırken, kalbi de bir nebze olsun hafifledi.
Yolculuk boyunca düşüncelere daldı. Hayatının her anını planlamıştı. Kariyerini, evliliğini, çocuklarını... Ama içinde hep eksik bir şeyler vardı. Belki de hayat, sadece planlanan şeylerden ibaret değildi. Belki de bazen plansızlığa, spontane gelişmelere ihtiyacı vardı.
Tam bu sırada, yanındaki yolcunun okuduğu şiir dikkatini çekti. Nilgün Marmara’nın "Canımın Sıkıntısı" şiiriydi. Şiirdeki her satır İnci’nin iç dünyasını resmediyordu sanki. "Neden böyleyim ben?" diye mırıldandı içinden. "Her şeyim varken neden bu kadar mutsuzum?"
Sabahın ilk ışıklarında İstanbul silueti, İnci’nin karşısında büyülü bir tablo gibi yükseliyordu. Marmara Denizi’nin sakin suları şehrin ışıklarını yansıtırken, İnci’nin kalbi de bir o kadar heyecanla atıyordu. Tren yolculuğunun ardından, ilk vapurla Burgazada’ya geçmek için iskeleye yöneldi. Sirkeci’den kalkan vapura doğru yürüdü. Hava serin ama berraktı. Burgazada’ya gitmek için vapura bindiğinde, denizden gelen tuzlu koku onu sarhoş etti. Vapurda oturup dalgalara baktı. Martılar yol boyunca vapurun peşinde dans ediyor, İnci’nin düşüncelerini susturuyordu. Yolculuk eden insanların yüzlerindeki huzur, onun içindeki duyguları daha da güçlendirdi. Denizi olan bir şehirde yaşamanın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşündü. İnsanların yüzünde gördüğü dinginlik, bu düşüncesini doğrular gibiydi.
Burgazada’ya vardığında, adanın havası ve denizin tuzlu kokusu hemen ona çocukluğunu hatırlattı. Girdiği ilk pansiyon, loş ışıklı ve sıcak bir ortam sunuyordu. Pansiyon sahibi, güler yüzlü bir kadındı, İnci’yi sıcak bir şekilde karşıladı. Penceresinden denizi gören, küçük ama şirin bir oda gösterdi. Oda, beyaz badanalı duvarları, ahşap zemini ve mavi tonlardaki nevresim oldukça samimiydi. İnci, pencereye yaklaşıp denize baktı. Güneş denizin üzerinde parıldıyor, martılar ise özgürce süzülüyordu. İşte aradığı huzur buradaydı. O an, doğru yerde olduğunu anlamıştı.
Günlerini denizi seyrederek, kitap okuyarak ve ada sokaklarında yürüyerek geçiriyordu. Bir gün, adanın eski bir kahvesinde, kendinden yaşça büyük, sıcakkanlı bir kadınla tanıştı: Emine. Emine, on beş yaşında Elazığ’dan Burgazada’ya gelin gelmiş, adanın tüm sırlarını bilen biriydi. Kocası birkaç yıl önce ölmüştü Emine’nin, ama o Burgazada’yı bırakıp gidememiş çünkü kocasını Burgazada’ya gömmüşler; Emine’nin tabiriyle Burgazada’ya saklamış kocasını ve bırakıp giderse onu terk edecekmiş gibi hissediyormuş. O yüzden kahveyi işletmeye ve Burgazada’da yaşamaya devam etmiş. Emine, İnci’ye “Madam Marta’yı bilir misin?” diye sormuş. Aslında babasından dinlemişti Madam Marta’yı ama Burgazadalı olduğunu söylemek istemediği için “hayır bilmiyorum, anlat” demiş Emine’ye.
“İnanılmaz bir kadındı o. Burgazada’nın en renkli kişisiydi. Ben genç kızken tanıştım kendisiyle. Yazları, Halikya Koyu’nda yaşıyordu. Şimdiki gibi değildi o zamanlar koy. Daha bakir, daha doğal bir güzelliği vardı. Madam Marta, denizle iç içe yaşardı. Yaz kış demeden o koyda yüzerdi. Hatta ilk çocuğunu bile orada, denizin ortasında doğurmuştu derler. İnanılır gibi değil, değil mi? Ama o öyle bir kadındı işte. Hiçbir kural tanımazdı. Toplumun ne dediğini umursamazdı.”
“Sadece denizi ve özgürlüğünü severdi. Koyu temiz tutardı, çevresine özen gösterirdi. Yazları, adadaki çocuklara yüzme öğretirdi. Bize de öğretmişti. Benim ilk yüzme hocam oydu. Koyunda, onunla birlikte yüzerken kendimi çok özgür hissederdim.”
“Giyimine kuşamına da çok düşkündü. Renkli, bol kıyafetler giyerdi. Adada kimse onun gibi giyinmezdi. Hatta bazıları onu tuhaf bulurdu ama ben onu çok beğenirdim. O, benim için bir ilham kaynağıydı.”
“Yaşadığı ev çok mütevazıydı ama içindeki enerji inanılmazdı. Duvarları deniz kokardı. Her köşesi bir anıya tanıklık ederdi. Onunla sohbet etmek çok keyifliydi. Hayat felsefesi beni çok etkilemişti. ’Deniz özgürdür, insan da özgür olmalı’ derdi.”
“Ne yazık ki, artık aramızda değil. Ama onun mirası bu adada yaşıyor. O koy, artık onun adını taşıyor. Madam Marta Koyu... Her gittiğimde onu anarım. Onun sayesinde ben de denize ve hayata daha farklı bakmayı öğrendim."
Emine’nin bu anlatımı, İnci’nin yüreğinde derin izler bıraktı. Madam Marta’nın özgür ruhu, denize olan tutkusu İnci’yi büyüledi. Emine, İnci’ye Madam Marta’nın yaşadığı evi gösterdi. Küçük, mütevazı bir evdi ama içindeki deniz kokusu ve özgürlük esintisi, İnci’yi adeta sarmaladı. O evde Madam Marta’yı hisseder gibi oldu.
Bir gün, Madam Marta’nın evinin verandasında, İnci bir defter çıkardı ve yazmaya başladı. Deniz sesinin eşliğinde, kendi düşüncelerini, duygularını ve hayallerini kağıda döküyordu. Şu satırları yazdı hem babasının özlemi hem de Madam Marta’nın hikayesinden etkilenerek:
Bir mavi kırığına döndü ellerim,
Deniz, serin bir ağırlık gibi çöktü içime.
Kıyılar, kendi gölgelerini hatırladı.
Ben hatırlamadım.
Hatırlamak, çok fazlaydı bana.
Dalgaların arasına bıraktım kendimi, Bir sözcük gibi anlamı tükenmiş. Sular, dudaklarımı öperken acemi bir sessizlikle sustum.
O suskunluk… Bir katedralin içinde yankılanan su sesi gibi. Göğün titreyen elleri var, Her gece beni okşar, ama teselli edemez.
Deniz hep bir şey anlatır, ve ben hep yanlış anlarım.
Kimi zaman bir mezar taşının, kimi zaman bir şarkının eksik nakaratıyım.
Midyelerden keskin bir yalnızlık yükselir,
Bir tuz, bir sancı gibi yapışır ruhuma.
Ama kim anlatır denizin üzüntüsünü?
Kim bilir suların kendi yorgunluğunu?
Bir tek martılar; Ama onlar da kanatlarını çoktan geceye bıraktılar.
Bir gemi ufukta kaybolurken, Sanki içimde bir kıyı eksilir. O kıyıdan kalan son taş, Kendi kendine erir, ve ben… Hiçbir şeye ait olamam.
Burgazada’da geçirdiği süre boyunca İnci sadece denizle değil, aynı zamanda kendisiyle de yüzleşmişti. Ankara’nın karmaşasından uzaklaşarak, iç sesini dinleme fırsatı bulmuştu. Madam Marta gibi, o da özgürlüğüne daha çok değer vermeye başlamıştı. Artık biliyordu ki gerçek özgürlük, dış dünyada değil, kendi içindeydi.
Burgazada’dan ayrılma zamanı geldiğinde İnci’nin yüreği buruktu. Bir yandan Ankara’ya dönmek istiyordu, diğer yandan bu adadan kopmak istemiyordu. Son bir kez Madam Marta’nın evinin önüne gitti. Gözlerini kapatıp, derin bir nefes aldı. İçinden, "Teşekkür ederim, Madam Marta," diye fısıldadı.
Ve adada kaldığı günler boyunca yapamadığını yapıp, çocukken ailesiyle yaşadığı eve gitmeye cesaret etti. Evin önüne geldiğinde kalbi yerinden çıkacak gibiydi, sanki babası kapıdan çıkacaktı. Eve dalmış bakarken camda küçük bir kız çocuğu gördü. Tüller uçuşan camdan kıza merhaba dedi. İsmini sordu, tam da onun yaşlarındayken onun da o evde yaşadığını söyledi. Geçmiş ve gelecek aynı karede karşı karşıya gibiydi. Küçük kızla vedalaşıp eşyalarını toplamaya pansiyona gitti.
Ankara’ya döndüğünde, İnci kendini hem aynı hem de bambaşka biri gibi hissetti. Eski dairesine girdiğinde her şey yerli yerindeydi; penceresinin önündeki bitkiler, sehpanın üzerindeki yarım bırakılmış kitap… Ancak Burgazada’da bulduğu özgürlük duygusu içindeydi.
Sabah, çantasından bir kağıt çıkardı. Marta’nın sözlerini yazmıştı:
“Deniz özgürdür. İnsan da öyle olmalı. Dalgalara kendini bırakırsan, seni nereye götüreceğini göreceksin.”
Bu cümleleri defterine yapıştırdı. Artık biliyordu ki deniz, sadece bir yer değil, bir anlayıştı. İnci, Burgazada’dan öğrendiği derslerle Ankara’daki hayatına yeni bir anlam yükledi. Küçük bir balkondan görünen gri bir gökyüzü bile, doğru bir bakışla denizin sonsuzluğunu çağrıştırabilirdi.
Ve her şeyin ötesinde, kendi içinde bir okyanus taşıdığını artık biliyordu.