Kötülük etmeden pişman olmanın en iyi şekli, iyilik etmektir. bretonne
Ferda,ca
Ferda,ca
VİP ÜYE

Cocuklugumuzdaki Oyunlar

Yorum

Cocuklugumuzdaki Oyunlar

( 6 kişi )

2

Yorum

16

Beğeni

5,0

Puan

313

Okunma

Cocuklugumuzdaki  Oyunlar

Cocuklugumuzdaki Oyunlar



Saklambaçta Unutulan Çocuk
“"Cocuklugumuzdaki Oyunlar” serisinden.

Mahallenin akşam serinliğinde yankılanan "Elim sendeeee!" çığlığıydı bizim gün batımımız. Bizim için iftar vakti değil, yakalanma saatiydi. Güneş kaçtıkça biz saklanırdık, gölgeler uzadıkça biz küçülürdük.

Ben o gün, apartmanın kömürlüğüne saklandım. Akıllılık bende, karanlık korkusu yok! Ama işte, kurnazlık bazen unutulmak demek. Oyun bitti, evlere dönüldü. Fırından dumanlar yükseliyor, anneler “Hadi içeri!” diye çağırıyor ama ben hâlâ kömürle göz göze…

Bir saat geçti. İki saat... Sonunda annem balkondan bağırmaya başladı: “Hakan! Neredesin?” Meğer arkadaşlarım beni yakalanmadan oyundan silmişler. "Kendisi saklandı, kendi unuttu," demişler.

O gün öğrendim: bazen en iyi saklanan değil, en çok hatırlanan kazanır.

---

Yakar Topta Hayallerim Gitti
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Yakar top… Adı bile tehdit gibi. Sanki topla değil de kaderle oynuyorduk. Her atış, hayatın tokadı gibiydi; kimisi yanağına denk gelir, kimisi hayallerine...

Ben her zaman “orta saha”ya düşen o çelimsiz çocuktum. Hani ne iyi kaçar, ne de top yakalayabilir. Ama nedense top hep beni bulurdu. Sanki lastikten değil, bana küsmüş bir arkadaşın öfkesinden yapılmıştı o top.

Bir gün, hayalim oyunun kahramanı olmaktı. Topu yakalayacak, rakiplerin hepsini tek tek indirecektim. Ama ne oldu? Top suratımda patladı. Hem oyun dışı kaldım, hem de bir ön dişim gevşedi. Sonrası mı? Hayalimle birlikte dişim de düştü.

Ama şunu öğrendim: çocuklukta yediğin top kadar büyürsün.

...

Beş Taşın Felsefesi
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Beş taş… Ne bilgisayar vardı ne ekran, ama o taşlar dünyamızdı. Her biri bir galaksi gibi dönüyordu avuçlarımızda. Kimi parlaktı, kimi çatlak; tıpkı çocukluğumuz gibi.

Taşları yere attık mı, kader çizgisi gibi dizilirdi. Sonra tek tek havaya atıp yakalamaya başlardık. İşin sırrı dengedeydi: hem dikkatli olacaksın hem hızlı. Hayat da biraz öyle değil mi?

Ben hep ikinci seviyede elenirdim. Yani “iki taşı aynı anda yakalama” faslında. Birini yakalar, diğerini düşürürdüm. Meğer hayat da sana hep bir şey verip bir şey düşürüyormuş.

Annem "Oynarken yere oturma, belin ağrır," derdi. Oysa biz bel değil, dünyayı omuzlardaydık. Düşen taş değil, çocukluğun iç sesiydi aslında.

Şimdi o taşlara dokunsam, sanki eski ben ellerime döner.

---

İp Atlarken Düşen Kraliçe
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

İp atlamak benim için sadece bir oyun değildi; ben o ipin ucunda kraliçeydim. Saçlarım savrulur, dünya dönermiş gibi olurdu. Her sıçrayışta sanki yerçekimi beni değil, ben yerçekimini yeniyordum.

Ama dizlerim eğridir benim. Ne zaman tam hızla atlamaya başlasam, bir ayağım takılır, dengem şaşar, dizlerim asfaltla tanışırdı. Kan değil, hikâye akardı dizlerimden.

Annem kızardı: “Yine düştün mü? Sokak köpeği gibisin, her yerin yara bere!”
Ama ben severdim o benzetmeyi. Çünkü mahalledeki sokak köpekleri gibiydim gerçekten: yaralı ama özgür. Kirli ama sevgi dolu. Sadık, sahiplenilmemiş ama asla terk edilmemiş.

Şimdi ip görsem, hâlâ içim kıpırdar. Eğri bacaklarım mı? Onlar hâlâ aynı, ama düşe kalka büyüttü beni o ipler.

---

Misketler ve Kırık Parmaklar
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Misket dediğin sadece cam değil, renkti. Ay gibiydi bazıları—gümüş parlardı. Bazısı deniz gibi mavi, bazısı gün batımı gibi turuncu. Hepsi avuçlarımızda bir evren taşıyor gibiydi.

Benim en sevdiğim misketim "gökkuşağı" olandı. Diğerlerinden farklıydı. Onu hep kenarda tutardım, hani vazo kenarında duran değerli çiçek gibi. Savaşlara sokmazdım. O güzeldi çünkü, kırılmasın diye oynatılmazdı.

Ama diğerleri? Ah, onlar için kan dökülürdü neredeyse. Misket çukuruna eğilirken kaç parmak burkuldu, kaç tırnak ezildi bilinmez. Her “çanak” vuruşunda biraz çocukluk, biraz da hırs birikirdi.

Annem "Parmakların yamulacak, yeter!" derdi. Ama biz parmak değil, ruh kırardık birbirimize, sonra da akşam olunca barışırdık.

Şimdi o misketler bir vazoda duruyor kitaplığımın köşesinde. Ay ışığında parlıyorlar hâlâ. Dışarıdan bakınca cam top; içimdeyse çocukluğumun sesi var:
“Sen oynayamıyorsan, ben de oynamam!”

---

Sek Sek oynamak
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Asfalta tebeşirle çizdiğimiz her kutu, bir hayaldi bizim için. Dışarıdan bakınca sek sek; ama benim için başka bir şeydi: çizgi horsem. Yani benim hayali atım. Her adımda sıçrayan, her karede koşan, beni hayalin ötesine taşıyan bir dosttu o.

Taşa dokunmadan zıplamak kolaydı da, dengede kalmak meseleydi. Eğri basarsan başa dönersin. Aynı hayat gibi işte... Bazen sekersin, bazen düşersin ama hep oynarsın.

“Horsem” derdim ona, İngilizce mi sandım, kendim mi uydurdum, bilmem. Ama adı oyundu, ruhu özgürlüktü.
Ben o çizgilerle gökyüzüne çıkar, sonra bir kare eksik, bir kare fazla derken yere dönerdim. Ama o kısa sürede kraliçe gibi hissederdim kendimi.

Annem pencerenin önünden bağırırdı:
“Yine ayakkabın delindi kızım, yeter zıpladığın!”
Ama ben bilirdim; delinen ayakkabı değil, hayallerin kabuğuydu.

---

Topaç
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Topaç, çocukluğumuzun gücüdür. Çekiştirilerek hızlanan, içindeki dünya dönen bir şey… O kırmızı tahta, beyaz ipiyle… Sanki topaç değil, içimdeki her şey dönüyordu. O topu döndürürken, zamanın geçişini de hissederdim; yavaş yavaş, sabırla, ama kaybolmuş bir şehrin çarkları gibi.

Topacın büyüsü, hızla dönmesindeydi. Her yeri çizecek kadar hızlı, her yerde iz bırakacak kadar da sabırlıydı. O dönerken içimden bir şey uçtu ve ben topacın önünde duran çocuğa bakarken, dünyada tek başıma olmadığımı hatırlardım.

Annem yine bağırırdı: “Yine başına gelmediği kalmadı mı? Topaçla ne işin var!”
Oysa topaçla sadece dünyayı döndürmek vardı. Bir kez bırakınca, akışa bırakırdık.

---

Lastik
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

O ince, dayanıklı lastik… Her zaman yere kadar uzanacak kadar esnek, ama bir o kadar da narindi. Sanki onu çektiğimizde, çocukluğumuzun en sert anları bir anda geçip giderdi. Bazen dört, bazen iki kişi olurdu ama hep aynı ritme sahipti: Zıpla, geç, dön.

Yüksek sesle "Lastik!" diye bağırdığında, etraftaki bütün mahalle çocukları bir araya gelir, her biri kendi hayalini süzerdi. Kimi zorlanır, kimi rahatça geçerdi ama sonunda hep gülümseme olurdu. Sonra, o lastik tam belin altına geçtiğinde, “Acaba başarabilecek miyim?” diye bir soru belirirdi kafamızda. Ama geçince, dünyanın en büyük zaferini kazanmış gibi hissederdik.

Annem, "Yine lastikle mi oynuyorsun? Düşersin sonra," derdi ama ben ona hep, "Zıpladıkça büyüyorum," derdim.

---

Mendil Kapmaca
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

İki grup, bir mendil, ve bir heyecan… Mendil kapmaca, hepimizin cesaretini sınadığı, bazen de korkusunu pekiştirdiği bir oyundu. Mendil yere düştüğünde, bütün gözler oraya kayar, herkes yerinden fırlardı.

Oynamadan önce, herkesin ne kadar hızlı olduğuna dair bir tahmin yapardık. “Ben seni yakalarım!” demek, en büyük gururdu. Ama mendil, kimsenin tahmin edemediği kadar hızlıydı, ya da belki biz yavaşlardık.

Bir grup bağırır, “Başla!” derdi, diğeri “Koş!” diye cevap verirdi. Mendili kaptığımda sanki bir ödül kazanmış gibi hissederdim ama yakalandığımda düşen sadece ben değil, hayallerim olurdu.

Annem de yine uzaklardan bakar, “Yine düşüp dizlerini kanatıyorsun,” derdi. Ama ben, “Bir tane daha oynayalım, Annem, bir tane daha!” diye bağırırdım.

...

Çocuk Pazarı ve Zeytinli Ekmek
“Çocukluğumuzdaki Oyunlar” serisinden

Oyunlar bittiğinde, eve girer, elbisemin kayış gibi olmuş halini fark ederdim. Tüm gün dışarıda, toprağın içinde, ipin üstünde, sokak köpekleriyle birlikte koşmuş olurdum. Bir de koluma silgiyle çizdiğim, bazen sararmış bazen silinmiş izler vardı; ama her biri bir oyun anısına aitti.

Evde annem bayat ekmeğin arasına zeytin koyar, kokusu yayıldıkça çocukluk da bir parça daha kaybolurmuş gibi hissederdim. Ama bir şey vardı, Kemalettin Tuğcu’nun Çocuk Pazarı kitabı. Dizlerimin arasına alır, okumaktan çok içinde yaşardım. Çocuklar o pazarda satılır, oyuncaklar en güzel anılara dönüşürken, ben de sayfalar arasında kaybolurdum.

Kitap değil, ben içindeydim. Gözlerim kitaba, yüreğim o pazara gitmek isterdi. Çocuk Pazarı’nda bir köşe vardı, orada her şey vardı. Tıpkı bizim sokağımız gibi, her şey basit ama değerli, her şey yaşanmış ve yaşanacak gibiydi...!

---


Ferdaca

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (6)

5.0

100% (6)

Cocuklugumuzdaki oyunlar Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Cocuklugumuzdaki oyunlar yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Cocuklugumuzdaki Oyunlar yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
LESKÜY NARUT
LESKÜY NARUT, @leskuynarut
14.5.2025 15:34:53
____ah bur çocuk olsaydım
Tebrikler hocam...
Çerkez Kızı
Çerkez Kızı, @cerkezkizi
14.5.2025 14:23:33
5 puan verdi
harika emeklerinize saglik
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL