0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
339
Okunma

Ne güzeldi bizim çocukluğumuz... Ne kadar gerçek, ne kadar dokunaklı, ne kadar sade ama aynı zamanda ne kadar zengindi. Bugünün bütün karmaşasına, teknolojiye, yapay zekâya, yapay hayatlara ve yapay gülüşlere inat, bizim çocukluğumuzda her şey doğal, her şey içtendi. Biz, hayatı camışların göletinde öğrendik. Sadece birer hayvan değil, dosttu onlar. Yaz güneşinin kavurduğu sıcağında onların serin suya uzanan iri gövdelerine binerdik. Kuyruklarıyla suyu sıçrattıkları gibi sırtımıza da şak diye vuran o hareket, bugünün acımasız şakalarından çok daha samimi bir oyundu. Onların göleti vardı, evet. "Camışların gölü" derdik biz oraya. Ve biz de o gölün çocuklarıydık.
Sıcaktan başını kaldıran inek, kuyruğunu dikti mi bilirdik ki böcekler rahatsız etti. Bir o yana bir bu yana kaçışır, gözleri dönerdi. Kimseyi tanımaz, tanımazdı, geçip giderdi. Ama biz korkmazdık onlardan. Çünkü biz o hayatla iç içeydik. O hayat bizimdi. Kış geldi mi başka bir dünyaya göçerdik: Yörüklerin yaylasına. Onlar yaz boyunca yaylada kalır, Eylül gelip çatınca kış için ovaya inerlerdi. Ama biz tam tersine, kışın onlar yanımıza göçerdi. Çünkü burada hayat vardı. Hayat, sıcak çadırlarda, çoban ateşlerinde, melemelerle uyanan sabahlarda yaşanırdı.
O taşlı höbürlerin, obaların içinden yankılanan koyun melemeleri... Ne melodi, ne türkü, ne şarkı... O seslerin yürekte bıraktığı iz gibisi yoktu. Ürkütücü bir huzurdu belki ama gerçekti. Hakikiydi. O koyunların çocuklarıyla arkadaş olurduk. Onlarla koşar, oynar, yuvarlanır, ağlar, güler, bazen bir avuç çamurla en büyük hayalleri kurardık. Ne kalem isterdi o oyun, ne defter. Hayat, zaten en güzel masalı yazmıştı bizim için.
Bugünün kelimeleri anlatamaz o dostluğu. "Arkadaşlık" diyoruz ya, eksik kalır. Bizimkisi bir ruh ortaklığıydı. Bir bakışta anlaşırdık. Aynı taşın arkasına saklanırdık, aynı kuyunun başında sıraya girerdik, aynı gökyüzüne bakardık, aynı çamurun içinde aynı şarkıyı bulurduk. Bugün geri dönüp baktığımda, sanki o günler bir masal gibi geliyor. Ama gerçekti. Hatta öyle ki bazen, elimle dokunduğum taşı arıyorum yıllar sonra. Gidiyorum, bulamıyorum. Her taşın altına bakıyorum, yok. O günler gitmiş. Sanki göçmen kuşlar gibi uçup gitmişler.
Yerlerine ne mi gelmiş? Çıkar. Menfaat. Sahte gülüşler. Yüzüne gülüp arkandan konuşan sözler. Her kayanın başında bir leş kargası gibi bekleyen hırs, doymazlık, açgözlülük... Hani o eski çocuklar vardı ya, inek peşinde koşan, çamurla ev yapan, gözlerinde parlayan o ışıkla dünyayı değiştirecek çocuklar... Onlar yok artık. Ya da içimizde bir yerlere gömüldüler.
Depremler yıkmış bazı evleri. Duvarlar çökmüş. Ve o yıkıntıların içinde bir baykuş ötüyor. Sanki geçmişe ağıt yakıyor. O ses, bana eski anılarımı hatırlatıyor. Çünkü orada bir zamanlar biz vardık. Gözüm, gözüm yine arıyor o güzel insanları. Güzel Hasan’ı mesela. "Al bu kuzuyu götür ye, sen seversin" diyen o gönlü zengin adamı. Yok. Elif’i de göremedim. Elif, adı gibi dimdik, güzelliğiyle efsane olmuştu. Her delikanlının gönlünde bir yer edinmişti. Oysa ben daha okula bile başlamamıştım. Ama her şeyi görüyordum.
Bir gün amcaoğlumla inekleri otlatırken, bana aynayı verdi. "Sen şu kayanın tepesine çık, güneşe tut da yansıma Elif’e gitsin. O da anlar ben buradayım, el sallarım." İşte çocukluk böyle bir şeydi. Aşk da masumdu, oyun da. En büyük hayalimiz bir bakıştı, bir el sallayışıydı. Ve bir de annemizin yaptığı o sıcak ekmek… Yağmur toprağa düşer düşmez bahçede çıkan yeşil soğan yapraklarını koparır, sıcak ekmeğin içine sarardık. Üstüne biraz tuz... Dünyanın en büyük ziyafeti o olurdu.
Bugün ne mi kaldı? Konuşmalar yavan. Anlamlar sığ. Yiyecekler tatsız. Ne yediğimiz belli değil, ne içtiğimiz. Bir lokmayı yutarken, vücudumuzda neremize zarar verir diye korkar olduk. Gıdadan şifa beklerken, zehir almaya başladık. Oysa bir zamanlar gıda, nimetti. Şimdi tehdit oldu.
Kardeşim vardı bir de... Benden üç yaş küçük. Beşinci kardeşimizdi. Doğduğunda annemin sütü kesilmişti. O zamanlar camışlar sağılırdı. Onların sütü verilirdi kardeşime. Adı da "Camış" kalmıştı. Şimdi dört çocuk annesi. 50’li yaşlarında bir kadın. Ama ben gözümün önüne getirdikçe o günleri, hep minicik haliyle, süt emdiği günleri hatırlıyorum.
Halit Amcam vardı. "Yorum" diye başlardı her söze. Espriliydi. Neşeliydi. Bir yıl önce taziyede görüşmüştük. "Ben 82 yaşına geldim. Dincim, çok şükür hiçbir şeyim yok" demişti. Bu bayram gittiğimizde ziyaret etmek istedik. Ertesi gün hastalandım, gidemedim. Ve bugün... Yazarken vefat haberini aldım. İçimde bir boşluk. Bir sızı. Belki de bu satırların altında en çok onun eksikliğini hissediyorum.
Şimdi soruyorum: Neydi ilerlemek? Neydi çağdaşlık? Gelişmek buysa, neden en ilkel duygularımızı kaybettik? Neden bir ekmeğin kokusunda huzuru bulamaz olduk? Neden herkes birbirine şüpheyle bakıyor, neden çocuklar artık yıldızlara değil, ekranlara bakıyor?
Biliyorum, bu yazdıklarım birer ağıt. Ama aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır. Hayat sadece teknolojiyle, sadece maddiyatla anlam bulmaz. Ruh gerekir. Kalp gerekir. Samimiyet gerekir. Biz, o günlerde bunların hepsini yaşadık. Geri dönmek belki mümkün değil. Ama unutmamak mümkün. Aktarmak mümkün. Koruyabildiklerimizi korumak mümkün.
Bir gün belki yine, bir çocuk camışların sırtına biner. Göl kıyısında çığlık atar. Kuyruklar yine su sıçratır. Güneş yine aynada yansır. Ve bir Elif, uzaktan bakar. El sallar. O zaman anlayacağız: Aslında kaybettiğimiz şey geçmiş değil. Ruhumuz. Samimiyetimiz. Duruşumuz. Ve en çok da birbirimize olan güvenimiz...
İşte bu yazıyı onun için yazdım. Kendi kendime değil. Unutanlara, unutmak isteyenlere, hatırlamaktan korkanlara. Belki bir gün, bir çocuk daha doğar. Bir camış sütüyle büyür. Ve adına herkes yine "Camış" der. Çünkü hatıralar, bazen bir ismin içinde saklıdır. Bazen bir koyun melemesinde. Bazen de bir baykuşun gece ötüşünde...
Ve biz, unuttuklarımızı hatırladığımızda, belki yeniden çocuk oluruz.
Belki yeniden insan oluruz.
Erol Kekeç/10.05.2026/Sancaktepe/İST