Gün geldi ağladığım günlere ağladım. hz. ebubekir
hattab
hattab

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -1-

Yorum

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -1-

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

241

Okunma

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -1-

Kalbin Derinliğinden Dijital Işıklara
Bir devir tahayyül edin ki, kalb-i insanî susturulmuş; yerine ekranların ışıldayan suretleri ikame edilmiş. Gözler, ruhun derinliğini aramaz olmuş; onun yerine filtrelenmiş yüz ifadeleri, çerçeveli tebessümler, editlenmiş duygular revaçta. Müstakim yüreklerin sedâsı bastırılmış; onun yerine şaatla parlayan görüntüler konmuş.

Samimiyet, evvelce bir hiss-i latif idi. Gözyaşını gizleyerek edilen dua, kimsenin görmediği bir sadaka, sadece Allah’ın bildiği bir hayır ... Bugün ise samimiyet, bir içerik formatına, bir dijital mütalaa nesnesine dönüşmüş. "Kalp, içinden geleni yaşar; klavye, dışarıya sunulanı üretir. Biri hakikattir; diğeri senaryo."

Eğer bir insan, bir yetimi sevindirdiğini duyurmadıysa, şümûlasyon dünyasında o sevindirme fiili asla vukû bulmamış addedilir. Oysa eskiler, "Bir elin verdiğini diğer el görmesin" derken, göstermemenin irfanîna methiyede bulunurlardı.Modern insan, içinde olanın muhasebesini yapmaz; dışarıdan nasıl göründüğünün envanterini tutar. Bu, bir estetik tercih değil; bir ahlak yitimidir. Zira şekil, içeriği bastırır olmuş; kelâm, hikmeti gölgede bırakmış; şekilcilik, irfanı tahkir etmiş. Bu görüntüler dünyasında insan, kalbini dinlemeden "iyiymiş gibi" davranır. İşte tam burada vicdan ölmüş; yerini PR alınmış bir kimlik inşaa etmiştir. "Kalpten doğan iyilik, gizlendiğinde yüelir; görüldüğünde ticarileşir."

Her çağ kendi sahtekârını doğurur. Bu çağ ise sahteciliği meziyet, gösteri ahlakını erdem addetmektedir. Artık hakikat söyleyen delilikle itham edilir; süsleyen makbul olur. Bir yüz, gülümseyerek yalan söyleyebiliyorsa, o gülüş sadakat addedilir. Vicdan, algoritmalara rehin düşmüş; ârif kelâmlar, 280 karakterlik "trend"lerin gölgesinde yitip gitmiştir. Klavye, kalbin celladı olmuş; mahremiyet, paylaş butonuna kurban edilmiştir. Samimiyet, görüntünün izin verdiği ölçüde vardır artık. Bu sebeple; susan bir kalp, milyon bağıran hesaptan daha gerçektir. Ve hakikat, görülmemekle değer kaybetmez; aksine, göründükçe maskelenir.


"Bu çağda hakikat, ya sessizdir ya da sürgün. Samimiyet, ya gömülüdür ya da gömülmekte olan."


Samimiyetin Fıtratı ve Sosyal Evrimi
Samimiyet, insanın yaratılış mayasında yoğrulmuş en saf cevherdir. Ruhun mahrem sularında doğar, kalbin aynasında yansır. Evvela bir hiss-i halis, sonra bir kelâm-ı latif, nihayet bir amel-i fazilet olur.

Bu sıralama bozulduğunda, samimiyet yalnızca bir süs, bir sahne aksesuarı halini alır. Fıtraten insan, sevmek, acımak, paylaşmak, doğruluktan yana olmak üzere yaratılmıştır. Fakat bu cevher zamanla, toplumun inşa ettiği roller, menfaat beklentileri, görünürlük hevesleriyle kirlenmiş, yozlaşmış ve asıl yörüngesinden sapmıştır.

İnsan, yaratılışı gereği iyilikle teskin olur, yalanla rahatsızlık duyar. Çünkü fıtrat, hakikatin sesidir. Lakin çağın gürültüsü o sesi bastırır. Bugün birey, hissetmek için değil; hissettirmek için yaşamaktadır. Acı çektiğinde içe dönmek yerine, dışa yansıtır. Yardım ettiğinde iç huzuru değil, dış onayı arar. Bu da samimiyetin evrim değil, devrilme sürecidir. "Bir kalpte doğmayan hiçbir davranış, diğer bir kalbe ulaşmaz. Çünkü kalpten çıkmayan, yolda düşer; içten olmayan, dışta yiter." Eskiden iyilik gizlilikti. Bir gece vakti, bir yetimin kapısına gizlice bırakılan bir torba un, bir öksüzün başını sessizce okşayan bir el… Oysa bugün iyilik, ışıltılı kameralar eşliğinde, sosyal medya marifetiyle ifşa edilir. İçtenlik, “kamera hazır mı?” sorusuyla başlar oldu. Yardım, hayr olmaktan çıkıp içerik kategorisine dâhil oldu.
Toplumun inşa ettiği bu çarpık “onay kültürü”, samimiyeti fıtrat olmaktan çıkarıp performansa dönüştürmüştür. Artık insanlar bir davranışı “güzel olduğu” için değil, “güzel görünmek” için yapar. Samimiyetin doğal hâli, yerini sahneleme tekniklerine bırakmıştır.

Düşünürlerin diliyle ifade edersek: Sokrat, “İnsanın hakikati, kendine sorular sormasıyla başlar” demiştir. Bu sorgulama samimiyetin kalbidir. Aristo, erdemin vasatla, yani ne eksik ne fazla olanla gerçekleşeceğini ifade eder. Gösteriş, erdemin fazlasıdır; dolayısıyla ahlakın ta kendisine ihanettir. "Fazla görünen iyilik, fıtrattan sapmış fazlalıktır. Niyetin ötesine geçerse; iyilik değil, kibir olur."

İslam geleneğinde samimiyetin adı ‘ihlas’tır. Ve ihlas, her amelin özü, kalbin mihengidir. Rumi der ki: “Gerçek aşk gizlidir; gösterilmeye çalışıldığında, sükût eder.” Bugün ise ihlas, izlenme ile ölçülür; aşk, beğeni ile puanlanır. Bu dönüşüm, sadece duyguların değil, hakikatin de tahrifidir.

Bireyin fıtratında iyiliğe meyil vardır. Lakin sistem, bu iyiliği meta hâline getirir. Yardım, ancak raporlanabildiği sürece değerlidir. Ahlak, ancak görsel açıdan estetikse saygı görür. Böylece vicdan, raporlara; merhamet,hashtag’lere; iman,görüntüye indirgenir. Bugünün çocuğu, yardım ederken kamera arar. Oysa eskiler, yapılan iyiliği kalpte saklardı. Yardım edilenin yüzünü göstermemek, onun haysiyetine duyulan saygıydı. Bugün ise yardım alanın gözyaşı, yardım edenin etkileşim malzemesidir. "Samimiyet, kendini unuturken yücelir; kendini anlatırken kaybolur." Bu çağ, merhameti simgeye; vicdanı trende; içtenliği performansa indirgeyen bir çağdır. İnsan artık ahlaken iyi değil; medyatik olarak duyarlı olmakla övünür. İşte bu yüzden iyilik sahiciliğini yitirir; fıtrat ise sessizce göç eder.

Fıtratın sesi bastırıldığında, insanın içindeki hakikat susar. Kalpten gelen her çağrı, algoritmalara takıldığında biçim değiştirir. Bu çağda, iyilik gösterilmeden yapılmaz, yardım belgelenmeden kabul görmez. En büyük ahlak, görünürlükle ölçülür; en sahte gözyaşı, en çok beğeni toplar. İnsan içini değil, dışını tasarlar artık. O dış, estetik bir maske; iç ise sahipsiz bir mezardır. Samimiyet, toplumun gözleri önünde kurban edilir, ama kimse cinayeti görmez. Çünkü herkes elinde kamera tutmaktadır. Bu çağda en büyük kayıp, görünmeyen ama yaşanan değerlerin çöküşüdür. Bir niyetin fotoğrafı yoksa, o niyet yok hükmündedir. Ve bir kalp, eğer sadece gösteri için atıyorsa, zaten çoktan ölmüştür.
Fıtrat, paylaşım saatlerine sığmaz. Niyet, filtreden geçmez. Hakikat, kamera açısı beklemez. Ama artık kimse içten geleni yaşamaz; herkes dıştan geleni paylaşır. İşte orada samimiyet toprağa verilir.




"Fıtrat kaydığında, insan kaybolur. Ve kaybolan insan, en çok kendini alkışladığında yok olmuştur."

Görünürlüğün Ahlakla Savaşında Yeni Birey

Modern çağın insanı, ahlâkı yaşamakla değil; sergilemekle mükellef hissediyor kendisini. Bugünün bireyi, iyilik yaparken değil; iyilik yaptığı anı yakalarken düşünür. Bu durum, bireyin ahlaki yönelimlerini derin bir krize sürüklemiş, içtenliğin yerine imaj inşasını getirmiştir. Görünmek, artık bir mevcudiyet şartıdır. Ahlâk ise bu görünürlüğün makyajına dönüşmüştür.

Geleneksel toplumlarda birey, cemiyetin değerlerine göre şekillenirken; modern birey, sanal cemiyetin ekran dayatmalarıyla biçimlenir. Bu, ahlakın evinden çıkarılıp vitrine yerleştirilmesi demektir. Eskiden ahlak, yalnız başınayken bile sürdürülen bir istikametti. Bugün ise yalnızken sürdürülen değil; kalabalık içinde alkışlanan davranışlara dönüştü. "Ahlâk, yalnız kalındığında da devam eden iştir; alkış yoksa duruyorsa, o ahlak değil performanstır."


Görünürlükle yaşayan yeni birey, artık kim olduğunu değil, kim gibi göründüğünü önemser. Rol yapar, ama buna‘benim tarzım’der. İyilik yapar ama bu,‘takipçi kazanma stratejisi’dir.Merhamet gösterir ama bu, “marka değerine katkı”dır. İmaj, öz’ün yerini almış; birey, iç dünyasının değil; dijital avatarının sorumluluğunu taşımaktadır.
Sosyolog Erving Goffman’ın ifade ettiği gibi, hayat bir sahne; birey ise bir oyuncu olmuştur. Ancak bu sahnede dürüstlük değil; etkileşim esastır. Artık ‘erdemli olmak’ yetmez; ‘erdemli görünmek’ gerekir. Ve görünürlük için yapılan her fazladan jest, içtenliğin celladına bir tuğla daha ekler. Toplumun dayattığı bu “ahlaki vitrin” yapısı, özellikle genç kuşaklarda kimlik kaymalarına neden olur. İnsanlar, kimliklerini içsel bir keşif süreciyle değil; dijital algoritmaların sunduğu kategoriler üzerinden inşa eder. Beğeni almak, haklı olmaktan önemlidir. Doğru olan değil; trend olan kutsanır.

"Yeni birey, ahlakı davranışta değil; profilinde taşır. Gösterdiği şey, yaşadığı şeyden büyüktür; çünkü görünür olan, hüküm verdirir."

Bu sistemde ‘iyi insan’ olmak, artık bir imaj yönetimi meselesidir. Yardım ediyorsan fotoğrafını koy, oruç tutuyorsan paylaş, dua ediyorsan story at. Aksi hâlde senin ahlakın görünmez olur. Ve görünmeyen, artık yok hükmündedir. Yeni birey, görünmeyeni yaşamaz; görünmeyene inanmaz.

Alev Alatlı’nın dediği gibi: “Görüntünün altını kazımadan hüküm vermeyin.” Bugün kimse kazımıyor. Çünkü kazı yapacak derinlik de, merak da, zaman da kalmadı. Herkes tüketici. Ve ahlak, bu tüketim karnavalında yalnızca bir vitrin malzemesi.
İmam Gazâlî’nin riyâ tarifi bugün neredeyse kutsanmış bir meziyete dönüştü. Riyâ, yani gösteriş; eskiden kalpte gizlenmeye çalışılan bir hastalıktı. Şimdi ise gösterilen bir meziyet, bir maharet, bir kariyer stratejisi.
Modern birey, iyiliği kalpte tutmakla değil, algoritmalara kaydettirmekle ilgilenir. Yardım ettiği kişiyi paylaşmazsa sanki hiç yardım etmemiş gibi hisseder. Bu, bireyin içe dönüklüğünü değil; dışa bağımlılığını gösterir. Ve bu bağımlılık, ahlaki öz’ü kurutan en büyük virüstür. "İçsel olmayan her iyilik, dışarıda alkış bulsa da içeride anlam kaybeder." Yeni birey, görünür olanı gerçek; hissedileni yanılsama sayar. Bu yüzden empati performansa, merhamet pazarlamaya; ahlak, içerik stratejisine indirgenir. Bu indirgeniş, yalnızca bir değer kaybı değil; aynı zamanda bir insanlık tasfiyesidir.

İnsan, artık görünmeden var olamayacağını sandığı bir devirde yaşamaktadır. Kalbin sesine değil; ekranın yansımasına göre tanımlanır. Hakikat, gösterildiği sürece var; gizlendiğinde yok hükmündedir. Ahlâk, özden çıkıp ‘içerik’ olmuştur. Merhamet, bir ‘duyarlılık paylaşımı’na; adalet, ‘hashtag kampanyası’na dönüşmüştür. Yeni birey, iyilik yaptığında içini değil; ekranını rahatlatır. Çünkü esas olan kalp değil; kare içindeki görüntüdür. İçtenlik, dış baskı ile şekillenmiş bir sunuma yenilmiştir. Ve bu sunumun ışıkları, her değerli hissi yakar, her mahrem eylemi ifşa eder. İnsan artık içini sakladığı ölçüde değil, dışını sergilediği kadar değerlidir. Oysa hakikat, gizlilikte kök salardı; şimdi ise reklam panolarında solmuş bir slogandır. Birey, buharlaşan her samimiyetin ardından bir filtreden geçer; geride yalnızca poz kalır. Kalbiyle değil; pozlarıyla yaşayan insanlık, görünürlüğün çığlığına teslim olmuştur. İşte orada, ahlak ölür; insan maskesi takar ve içtenliği kendi eliyle mezara indirir.


"Ahlâk, poz verince bozulur; alkış aldıkça yok olur; gösterilince ölür."

Gösterinin Kültleştirilmesi: Görünmek İçin Yaşamak
Görünmek, bu asrın mukaddesidir. Adeta bir ibadet gibi arz edilir, bir şehvet gibi arzulanır, bir mahkûmiyet gibi mecbur hissedilir. Artık görünmeyen yaşanmamış, gösterilmeyen hiç olmamış addedilir. İnsan, öz’ünden soyunarak suret’e, derinliğinden koparak sahne’ye teslim olmuştur. Şahsiyet, suretten ibaret; ahlâk, afiş metni; hakikat ise yalnızca ‘takipçilerin gözü önünde vücut bulduğu’ kadar muteberdir.

Bu yeni tapınma biçiminde ekran, kıble; ışık, nur; yorumlar, dua; beğeniler ise rabıta addedilmektedir. Herkes birer ‘influencer’ olmak ister; yani etkileyen değil, görünürlüğüyle büyüleyen. Etkilemek değil; erişilmek mühimdir. Çünkü erişilmek, görünürlükle eşitlenmiştir. Ve görünürlük, hakikatle değil; hârika kurgu ile sağlanmaktadır. “Gerçekten yaşanan değil; iyi kurgulanan yaşanmış sayılır.” Gösteri toplumunun fertleri artık sadece birer seyirci değil; aynı zamanda zorunlu oyunculardır. Herkesin sahnesi vardır. Herkes rolünü oynar. Ve herkes alkış bekler. Sahici olan değil; sahneye çıkan kutsanır. Hakikat, perde arkasında kalmış bir figüran gibidir artık. Bu küresel cemiyet, Marshall McLuhan’ın ifadesiyle bir ‘küresel köy’dür ama o köyün meydanı yoktur; ekranları vardır. Ve o ekranlarda gösterilen her şey, yalnızca temsil değil; aynı zamanda yönlendirme ve kutsanma aracıdır. Eski tabirle ifade edelim: Kıymet, nefsin takvasıyla değil; nefesin çıktığı kameranın açısıyla ölçülür. Şahsiyet, serapa görünürlükle yoğrulmuş; mahremiyet, teşhirin sergisi olmuştur. İnsanlar, Allah’tan gizlediklerini, aleme teşhir etmeye başlamıştır. “Teşhir edilen her mahremiyet, hakikatin sırtına saplanmış bir hançerdir.”

Eskilerde ‘izzet-i nefs’ vardı. Kişi, vakarını korumak için susar, gizlenir, mahrem kalırdı. Bugün ise kişi, görünür olmak için nefsini bile arz eder, içini pazara çıkarır, yüzünü değil ruhunu boyar. Her davranışın amacı görünmektir; her söz, yankı bulsun diyedir. Ve bu çaba, samimiyetin cenazesini omuzlamaktadır. Gösteri kültü, yalnızca bireyi değil; kurumları da yutmuştur. Hayır kurumları yardım ederken video çeker, siyasetçiler dua ederken kameraya döner, kanaat önderleri konuşurken etkileşim analizi yapar. Din, yardım, adalet; hepsi gösteri düzenine kurban verilmiştir.

“Bir çağ düşün ki, dua bile afişe edilir, sadaka bile belgelenmeden kıymetsiz sayılır.”

Bu çağda hakikat gizlendiğinde değil; gösterilmediğinde yok sayılır. Ahlâk, mahremiyetini kaybettikçe reklam metnine dönüşür. Ve reklamın en büyük düşmanı gerçektir. Çünkü gerçek, sessizdir; gösteri ise bağırır. Gerçek, sakindir; gösteri histeriyle parlar. İşte bu yüzden sahicilik, görünürlüğe mağlup olmuş; hakikat, sansürlenmiş; samimiyet, unutulmuştur.

Bugün insan, yaşamak için değil; gösterilecek bir hayat kurmak için yaşar. Paylaşılmayacaksa tatil yapılmaz, fotoğrafsızsa yemek yenilmez, paylaşım yapılmayacaksa ibadet dahi ‘eksik’ hissedilir. Bu, gösteri kültünün insanı ‘görsel bir esir’e çevirdiğinin delilidir. “Görünmek için yaşayanın ruhu yoktur; yalnızca yansısı vardır.” Görünürlüğün bu denli kutsanması, insanı hakikatten koparmıştır. Artık insanlar gerçeği yaşamak için değil; başkalarını inandırmak için yaşar. Bu inandırma çabası, ahlaki değil; tiyatraldir. Ve tiyatroda samimiyet yoktur; rol vardır. Maske vardır. Ve her maske, hakikatin inkârıdır.


Nurettin Topçu’nun ‘ahlâk yalnızken de sürmelidir’sözü bugün yankı bulmaz. Çünkü yalnızlık artık kıymet değil; kusur sayılır. İnsanlar yalnız kaldığında değil; görünmez kaldığında rahatsız olur. Bu yüzden her şey teşhir edilir. Teşhir edilen her şey de zamanla kirlenir.“Ne kadar çok gösterilirse, o kadar çok kirlenir.”

Gösteri kültü, insanlığın en derin değerlerini birer afiş malzemesine çevirmiştir. Ahlâk, yalnız başına yaşanması gereken bir edepken; şimdi toplu performansların sloganı olmuştur. Merhamet, artık yardımdan önce duyuruyla başlar. İyilik, niyetten değil; takipçi sayısından beslenir. Göstermek, hissetmekten daha kıymetli addedilir. Ve insan, sadece gösterdiği kadarıyla kabul görür. İç âlem yok sayılır; dış görüntü kutsanır.

Mahremiyet, kameraya açılır. Gönül, filtrelenir. Samimiyet, düzenlenir. Kalbin fısıltısı susturulmuş; dijital naralarla
hakikatin üstü örtülmüştür. En acısı da şudur: Artık kimse bu gösteriyi tuhaf bulmaz. Çünkü sahne o kadar büyüktür ki, herkes rolünü oynarken kendini gerçek zanneder. Oysa sahnede doğmak, sahnede yaşamak, sahnede ölmek: hepsi bir yalandan ibarettir. Ve bu yalan, her ‘paylaş’ butonuyla büyür. Kalp, ekranın arkasında ölür. Ruh, ışıklar altında kaybolur. Ahlâk, bu alkış tufanında boğulur. İnsan, kendini değil; suretini sever. Gerçekten uzaklaştıkça, görünürlüğe daha çok muhtaç olur. Ve nihayetinde hakikat, beğeni oranında hüküm bulur.


“Gösteri, samimiyetin kabridir. İçtenlik, ekran ışığında gömülür. Ve bir çağ, gösteri kadar gerçektir.”

Yalnızlık, Sessizlik ve Hakikatin Gölgesi
Zaman olur ki, en büyük hakikatler sükûtun içinden doğar. O sükût ki, kalabalıkların haykırışından daha gür; sözlerin en âlâsından daha derindir. Eskiler, “sükût ikrardandır” derken yalnızca kabullenişi değil; aynı zamanda içsel bir yakarışı kastederdi. Bugünse sükût, ya korkunun ya da iletişimsizliğin emaresi olarak görülür. Oysa hakikat, en çok yalnızken büyür; sessizlikte filizlenir. Fakat bu çağda yalnızlık, ayıplanan; sessizlik, dışlanan bir hâle gelmiştir. Eskiden yalnızlık, tefekkürün mekânıydı. Şimdi ise terk edilmenin cezası. İnsan, kendiyle kalmaya cesaret edemez oldu. Çünkü içi boştur, hakikatten uzaktır. Kendi nefsinden dahi bihaber olan bu ‘nevzuhur’ insan, her daim kalabalıkta olma ihtiyacı hisseder. Oysa hakikî kalabalık, kalp ile Hakk’ın baş başa kaldığı ânın kendisidir. "Yalnızlık, kalbin secdesidir; sessizlik, ruhun zikridir." Bugün ne yalnızlığa tahammül var, ne sükûta hürmet. Her boşluk doldurulmakta, her sessizlik gürültüyle bastırılmakta. Kalbin yankısını duyurmamak için her şey konuşulmakta, her şey gösterilmekte. Halbuki en büyük bağırışlar, en derin susuşların içindedi Fuzûlî’nin “Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil” beyti, bu devrin vicdan sancısını özetler. Bugün susmak, dilsizleşmekle karıştırılıyor. Hâlbuki suskunluk, kimi zaman en büyük itirazdır. Lâkin bu çağ, söyleneni işitir ama susulanı anlamaz. Çünkü anlamak için durmak; durmak için de yalnız kalmak gerekir. "Sükût, anlayana hikmet; anlamayana gaflet getirir." Bu yüzden çağımız insanı yalnızlıktan kaçar; yalnız kalınca varlığını kaybedeceğini sanır. Oysa yalnız kalmayan bir kalp, hakikati işitemez. Gürültünün içinde ne tefekkür kalır ne tevekkül. Modern insan, hep görünür; ama kendine görünmezdir. Hep konuşur; ama kendini işitmez. Eski metinlerde ‘halvet’ kıymetli bir haldir. Bir insan, halvetine çekilmeden kendiyle barışamaz. Bugünse insanlar yalnız kalmamak için kendini yalanlara teslim eder. Yalnızlık yerine sahte dostluklar, sükût yerine boş konuşmalar tercih edilir. Oysa hakikat, sahte gürültüde değil; sessiz idraktedir.

"Sükût eden kalp, gürültüyle boğulmaz. Lâkin konuşan kalp, kendi sesinden hakikati duyamaz." Sosyal medyada sessiz kalan bir birey ‘yok’ sayılır.Oysa Rumi ne der: “Söz gümüşse, sükût altındır.” Bugünse altın gömülmüş, gümüş parlatılmıştır. Yani gösterilen öne çıkarılmış; gizlenen yok hükmüne konulmuştur.
Yalnızlık, ehl-i hak için bir nimettir. Kalabalık içinde yalnız kalabilmek ise kemal. Lâkin bu çağ, kalabalıkta gürültüye teslim, yalnızlıkta ise acizdir. İnsan, her an bir yerlere yetişmek, bir şeyler göstermek zorunda hisseder. İşte bu hissin ardında, iç sesin boğulmuşluğu yatar.

"Yalnız kalmayan bir ruh, hakikatle yüzleşemez. Çünkü hakikat, izdihamda gizlenir; tenhada tecellî eder." Bir çağ düşün ki, en çok bağıran haklı; en çok gözüken var; en çok konuşan değerli addediliyor. Ve o çağda sessiz olan, yalnız kalan, görünmeyen; yani hakikate en yakın duran, yok sayılıyor. Bu, bir değerler devrimi değil; değerlerin infazıdır. Yalnızlık bir zamanlar velâyetin eşiği idi; şimdi psikiyatrik vaka addediliyor. Sükût bir zamanlar evliyanın lisanı idi; şimdi sinmişlik sanılıyor. Bu tersine devrimde kalp suskun, dil geveze, zihin meşgul, ruh sürgündedir. İnsan yalnız kalınca içine dönmek yerine ekran açıyor; sükûta kulak vermek yerine gürültüye sığınıyor. Ve her sığınışta biraz daha uzaklaşıyor hakikatten. Kalp, yalnızlıkta dirilirdi; şimdi kalabalıkta boğuluyor.

Ruh, sessizlikte büyürdü; şimdi filtrelenmiş yankılarda siliniyor. Bir çağda sessizlik utanılacaksa, hakikat susturulmuş demektir. Ve bir çağda yalnızlık ayıp sayılıyorsa, tefekkür kurban verilmiş demektir. İnsan, sükût ettikçe büyür; ama bugün sükût ettikçe yok sayılıyor. İşte tam orada, en büyük cinayet işleniyor: Sessizliğin cellâtlığı. Yalnızlık, bu devrin yetimidir. Ve her yetim gibi, kendi kendini büyütmek zorunda kalır.

“Yalnızlık bir hicrettir; sessizlik bir ibadet. Ama bu çağda her hicret, terk; her ibadet, ihmâl sayılıyor.”


İyilik, Niyet, Reklam: Göz ile Gönül Arasında Kalanlar
Evvel zaman içinde iyilik, bir niyet idi. Lâhutî bir yöneliş, bir mahrem taarruzdu. Kişi, bir hayrı sır gibi saklar; amelini yalnız Cenâb-ı Hakk’a arz ederdi.“Bir elin verdiğini diğer el bilmesin”sözü, yalnız bir nasihat değil; bir ahlâk düsturuydu. Bugünse iyilik, teşhîr edildikçe kıymet kazanır; paylaşılmadıkça yok sayılır. Niyet ile netice arasındaki o ince zar, artık reklâm şeridine dönüşmüştür. “İyiliğin fıtratı gizliliktir; teşhîr edildiğinde fazîlet olmaktan çıkar, vasıta olur.” Modern çağın insanı, görünür olmayanı gerçek saymaz. Bu anlayış, iyilik kavramını kökten değiştirmiştir. Yardım etmek, bir kalbe dokunmak değil; bir içerik üretmektir artık. Oysa bir yetimin başını okşamak, bir annenin gözyaşını silmek, bir garibin karnını doyurmak kameraya kaydedilmediğinde daha samimi, daha latîf kalırdı.

Bugün ise hayır, organizasyona; sadaka, simgeleşmeye; ihsan, izlenmeye dönüşmüştür. Kimin ne kadar yardım ettiği, kaç kişi tarafından görüldüğüyle ölçülür. Kimsenin “neden yardım ettin?” sorusu kalmamıştır; asıl mesele “kaç etkileşim aldın?”dır. Göz ile gönül arasındaki o latif köprü, teraziden düşürülmüş; yerine beğeni sayacı konmuştur.“Gönülden yapılanı yalnız Allah görsün istenirdi; şimdi herkes görsün diye gönül kullanılmaz oldu.”

Sadakanın mahremiyeti, modern çağın kamerasında teşhir edilir. İyilik, bir ekran yüzüne dönüşmüştür. Oysa gerçek iyilik, şahsiyetin gölgesinde yeşerir; reklamın ışığında değil. Kameraya kaydedilen bir tebessüm, merhametin belgesi değildir; yalnızca niyetin inkârıdır.

Rumi der ki: “Bir mum, diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” Lakin modern insan, mumu yakmadan önce kamerayı kurar. Çünkü onun için ışık değil, sahne değerlidir. Bu da gösterir ki, niyet ile netice arasına giren ‘gösteri’, iyiliği bozar, ibadeti yozlaştırır.“Niyet, kalbin lisanıdır; reklam, nefsin narası.”
İmam Gazâlî, ihlâsın zıddını ‘riyâ’ olarak tanımlar. Riyâ ise ameli görünür kılmakla başlar. Bugün riyâ, dijital çağın en itibarlı yüzlerinden biri olmuştur. İnsanlar, içten oldukları için değil; içten göründükleri için değer kazanır. Bu, hem ahlâkın hem de vicdanın istismarıdır. Reklam mantığına göre iyilik bir yatırımdır. Ne kadar görünürse o kadar karşılık bulur. Lâkin ahlâk, pazarlık kabul etmez. Sadaka, Allah ile kul arasında kalmalıdır. Çünkü beşerin görmesi, bazen niyeti çürütür. Bugün ise neredeyse her iyilik, görenin gözüne hitap eder; Hakk’ın rızasına değil.

“Hakk’a sunulan her iyilik, halkın alkışına mahkûm edilmemelidir.”

Bugün insanlar, yardım ettikleri kişileri göstererek kendi değerlerini ispat etmeye çalışır. Oysa Kur’ân’da dahi “onların sağ elleri verir, sol elleri bilmez” buyurulmuştur. Bu, yalnızca bir davranış biçimi değil; bir kalbî hâlin tarifidir. Ve o hâl, artık sadece kitaplarda kalmıştır. Bir çağda iyilik, yalnızca göze hitap ediyorsa; kalp susmuş, niyet inkâr edilmiş demektir. Artık insanlar, bir hayrı yaparken gözün gördüğünü değil; ekranın kaydettiğini düşünür. Yardımın değeri, kaç paylaşım aldığıyla ölçülür. Kalpten gelen, ekran filtresine takılır. Bir yetimin tebessümü, içerik olur; bir yaşlının duası, izlenme aracına dönüşür. Ve nihayetinde iyilik, ruhsuz bir gösteriye, samimiyet ise metalaşmış bir slogana indirgenir. İşte tam burada vicdan, reklam panosuna asılır. Niyet, afiş olur. Merhamet, senaryolaşır. İyiliğin özü kaybolur; kalır sadece kabuğu. Bir çağ, iyiliği kamerayla eşitlerse; o çağda ihlâs boğulmuş, riyâ saltanat kurmuştur. İnsanlar, gönülleriyle değil; gözleriyle yardım eder hâle gelmiştir.

Hakikat, gözden gönüle akarken pakti; şimdi gönülden göze akarken bulanıktır. Her iyiliğin arkasına bir etiket, bir sponsorluk, bir logo konuluyorsa; o iyilik değil, stratejidir. Ve stratejiyle yapılan hiçbir şey, samimiyetin yerini tutmaz.“Gönülden çıkmayan hiçbir iyilik, Hakk’a ulaşmaz; göz için yapılan her hayır, gönlü öldürür.”

Düşünürler Ne Der?
Her çağ, kendi hakikatiyle yüzleşmek için evvela o hakikatin sesini işitecek kulaklara muhtaçtır. O sesin izini süren düşünürler, içtenliğin ve samimiyetin yalnızca bir erdem değil, bir varlık gerekçesi olduğunu hatırlatır. Hakikatin tercümanı olan bu mütefekkirler; bazen bir kıta, bazen bir kelâm, bazen bir sükût ile çağın maskesini düşürür.

Sokrat:“Kendini bil.”
Bu cümle, içtenliğin temelidir. Kendiyle yüzleşemeyen insan, hakikate ulaşamaz. Sokratik metoda göre insanın kendisine sorduğu her soru, iç âleminin perdesini aralar. Lâkin bugün soru soran değil, cevap satan bir toplum oluşmuştur. Samimiyet, kendi karanlığına fener tutmaktır; başkasının zifiri hakkında ahkâm kesmek değil. "İnsan, önce kendi vicdanına hesap vermedikçe; toplumun takdirine sığınır."


Aristo:“Erdem, iki aşırılık arasında vasat olandır.”
Aşırı gösteriş de, aşırı gizlenme de hakikatin önünde perdedir. Ahlâk, mutedil bir samimiyeti gerektirir. Bugün ise vasat değil; abartı makbuldür. Fazlasıyla duyarlı, fazlasıyla gösterişli, fazlasıyla estetik… Oysa içtenlik, sade olmakla başlar.

Gazâlî:“İhlâs, riyânın zıddıdır.”
Riyâ, kalbi bozan, niyeti çürüten bir hastalıktır. İmam Gazâlî, kalbin amelle ilişkisinin mahremiyetini savunur. Bugün o mahremiyet, kamusal teşhire dönüşmüş; samimiyet mahremi, algoritmanın verisine kurban edilmiştir.

Rumi:“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.”
Bu çağın insanı, ne olduğu gibi görünür ne de göründüğü gibidir. Maskeler ardında şekillenen benlikler, içtenlik yerine mizansen üretir. Rumi’nin çağrısı, iç dış birliğini emreder. Bugün o birlik, filtreli suretlerin arkasında kaybolmuştur.
Nurettin Topçu:“Ahlâk yalnızken de devam etmelidir.” Bu söz, yalnızlıkta da yaşayan bir samimiyetin tanımıdır. İçtenlik, kalabalıkta alkışla değil; yalnızlıkta vicdanla sınanır. Topçu’nun isyanı, içini kaybeden bir dışın gösterisine yöneliktir. Modern insan, yalnızken çözülür; çünkü içiyle yüzleşmekten kaçar.

Alev Alatlı:“Görüntünün altını kazımadan hüküm vermeyin.” Görünene aldanmak, samimiyetin cellâdı olmaktır. Bugün insanlar; paylaşılanla, gösterilenle hüküm verir. Oysa hakikat, görünmeyenin ardında, paylaşılmayanın sükûtundadır. Alatlı’nın sözü, içtenliğin görünürde değil; derinlikte aranması gerektiğini ihtar eder.
Cemil Meriç:“Görünmek kolaydır, olmak zordur.”Bu söz, çağın röntgenidir. Meriç’in bu ifadesi, içtenliğin en zor olanı seçmekle başladığını bildirir. Olmak, kendini inşa etmektir; görünmek ise rol almaktır. Bugün herkes görünmeye çalışır; çünkü olmak, emek ister, bedel ister, yalnızlık ister.

"Görünürlük bedelsizdir; içtenlik ağır bir yalnızlıktır."

Baudrillard:“Gerçek yoktur; yalnızca simülasyonlar vardır.” Baudrillard, gösteri toplumunun hakikatle bağını kopardığını ifade eder. Bugün içtenlik de bir simülasyondur. Samimi gibi görünmek, samimi olmaktan kıymetlidir. Bu simülasyon, bireyin varlık şuurunu parçalar; yerine algoritmalarla yönetilen bir‘rol kişiliği’inşa eder.

Foucault:“Her toplum, kendi görünmez gözetim aygıtını yaratır.” Bugün herkes herkesi izler. Yardım ederken, dua ederken, iyilik yaparken bile görünürlük arzusu, gözetlenmeye yönelik bir kabul taşır. Bu gözetim altında içten kalmak neredeyse imkânsızdır. "İzlenilen yerde içtenlik, bir kurguya dönüşür. Göz varsa niyet bozulur; gözetim varsa ihlâs azalır."


Tüm bu düşünürlerin feryadı, aslında tek bir hakikati haykırır: İçtenlik, insanın varoluşundaki en kadîm emanettir. O emanet, her çağda sınanmış; kimi zaman görünüşe, kimi zaman alkışa, kimi zaman algoritmalara feda edilmiştir. Sokrat’ın “kendini bil” çağrısı artık “kendini göster”e evrilmiştir. Aristo’nun ‘vasat erdemi’, günümüzün ‘uç gösteriş’inde boğulmuştur. Gazâlî’nin ihlâsı, reklamın şerhine; Rumi’nin iç dış birliği, filtreli suretlere; Topçu’nun yalnız ahlâkı, dijital kalabalıklara yenik düşmüştür. Alatlı’nın uyarısı, her gün bir başka yanılsamayla çiğnenmekte; Meriç’in uyarısı, görünürlüğün bayraklaştırılmasında yitmektedir. Baudrillard’ın simülasyonları, artık samimiyetin de sahnesidir.

Ve Foucault’nun gözetimi, her iyiliği ölçer, biçer, yönlendirir. Bu düşünürlerin her biri, insanlığın vicdan terazisini yeniden inşa etmek için çağırır. Ama çağın gürültüsü o kadar yüksektir ki, o sesler ancak yalnızların kulağında çınlar. Ve her susuşta, içtenliğin mezarı biraz daha derin kazılır. Hakikat, düşünürlerin sözlerinde gizlidir; ama bu çağ, o sözleri artık aforizma olarak değil, içerik olarak tüketmektedir.

"Bir çağ, düşünürlerini içerik malzemesi yapıyorsa; hakikat ölmüş, samimiyet mumyalanmıştır."


Güncel Örnekler: Samimiyetin Ticarete Kurban Edildiği Vaka Analizleri

Zamanın ruhu, samimiyeti artık bir “halkla ilişkiler” nesnesi kılmıştır. Modern medya, sosyal ağlar, dijital kampanyalar; hepsi içtenliğin içini boşaltmakla kalmamış, onu piyasaya arz edilen bir vitrin unsuruna dönüştürmüştür. Samimiyetin değeri, gösterildiği sahneye; içeriğin etkisi, aldığı beğeniye; niyetin hükmü ise sponsorluğuna bağlanmıştır.

Bir yardım kampanyası düşünün: kamera açısı ayarlanmış, yardım edilen çocuk önceden hazırlanmış, görüntü kurgulanmış, efekt eklenmiş… Gönül değil; senaryo konuşur. Yardım değil; gösteri yapılır. Kalben yapılan değil, bilakis; marka imajı ile sunulur. İşte burada artık samimiyet ölmüştür.
“Kalpten çıkmayan her iyilik, kamerayla kaydedildiğinde pazarlamaya dönüşür.”

Türkiye’de ve dünyada yaşanan birçok yardım kampanyasında, sosyal medya fenomenlerinin ve şirketlerin oluşturduğu içerikler artık birer ‘vicdan enstrümanı’ değil, ‘ticari araç’ hâline gelmiştir. Felaket sonrası yapılan yardımlar ve bağış görüntüleri, canlı yayınlarla kanuoyuna sunulur. Yardımlar ekranlardan duyurulur, rakamlar duyurulmadan ibret hissi vermez. Bu, hayrın değil, performansın takdimidir.

Depremler, seller, savaşlar sonrası yayılan ‘yardım videoları’, görüntülenme rekorları kırarken; aynı olayın görünmeyen kısmı, yani“sessizce yardım edenler”, artık kıymet görmez olmuştur. Çünkü görülmeyen anlatılamaz; anlatılmayan yoktur anlayışı egemendir. “Görülmeyen iyilik yok sayılıyorsa, iyiliğin kendisi değil; görüntüsü kıymetlidir artık.”

Günümüzün ‘göstermelik hayırseverliği’ aynı zamanda bir ‘ahlâki simülasyon’dur. Şirketler yardım eder ama logolarıyla… Sanatçılar yardım yapar ama basın açıklamasıyla… Bu yardımların çoğu, ahlâkî değil; stratejiktir. “Duyarlı marka” imajı için yapılan her eylem, içtenliğe darbe indirir. Bir başka örnek: Sosyal medyada başlatılan ‘iyilik akımları’. “Bugün bir iyilik yap ve paylaş” türü kampanyalar, iyiliği paylaşıma zorladığı ölçüde samimiyeti törpüler. Çünkü gönülden yapılan eylem, teşhirle eksilir; teşvik ile ticarileşir. ‘Paylaşılan iyilik’değil, ‘iyilik için paylaşım’yapılır hâle gelir. “İyilik bir yükümlülük değil; gönül hamulesidir. Reklamla taşınmaz; mahremiyetle yeşerir.” Üstelik yalnız şirketler değil; bireyler de bu simülasyona iştirak eder.

Sosyal medyada dua emojisi bırakanlar, paylaşmadıkları takdirde‘duasız’sanılmaktan korkar. Hayır yaparken fotoğraf eklemeyenler, ‘katkısız’ sanılmaktan çekinir. İşte bu yüzden artık her iyi niyetin arkasına bir görsel, bir afiş, bir açıklama iliştirilir. Bu gösteri çağında, samimiyet bir medya öğesine dönüşmüştür. Kalbin sesini susturan şey, artık ‘kameranın sesi’dir. Ve en ürkütücü olan şudur: Kimse bu gidişatı sorgulamaz. Çünkü herkes bu düzenin bir parçası, herkes kendi küçük gösterisinin başrolüdür. Bir çağda iyilik, yalnızca gösterildiği kadar değer buluyorsa; samimiyet, afişe çıktığında değil, afişleştikçe ölür. Yardım elinin üstüne logo basılıyorsa; sadaka, mahremiyetini kaybetmişse; merhamet, “etiket”le anılıyorsa orada hakikat katledilmiş, içtenlik iğdiş edilmiştir. İnsanlar artık “yardım ettim” demek için yardım eder.


Kalpten değil; kurgu merkezinden çıkan eylemler, vicdanı değil; pazarlama verisini besler. Oysa gerçek iyilik, sessizdir. Kamera istemez, alkış aramaz, açıklama yapmaz. Gönülden çıkan, gönüle gider. Bugün ise gönül, algoritmaya boyun eğmiştir. Yardım kampanyaları PR çalışması, dua story malzemesi, sadaka ise takipçi kazanım yöntemi hâline gelmiştir. Kimse ‘neden yaptın?’ sorusunu sormaz; ‘nasıl sundun?’ diye sorar. Ve işte tam burada insanlık susar; vicdan afiş olur; içtenlik, reklam jingle’ına dönüşür. Samimi olanlar değil; samimi gibi duranlar büyür. Çünkü pazarlama çağında gerçek değil, görsel olan yaşar. Ve bir gün gelecek; iyilik yalnızca ‘sponsorludur’notuyla yapılabilecek. İşte o gün, kalp son kez atar.

“Kalpten çıkmayan, hakikate ulaşmaz. Göze hitap eden, gönle ulaşamaz. Reklamla yapılan her iyilik, samimiyetin cenaze namazıdır.”

Gerçek Dindarlık ve Hakikat Temsili – Modern Kırılmalar Dindarlık, bir zamanlar sükûtun içinden yükselen bir edâ, gönül ikliminde filizlenen bir sadelikti. Kul ile Hâlık arasında mahrem bir ahitti. Lâkin günümüzde dindarlık, içrek bir hakikatten ziyade dışsal bir temsil, görsel bir kimlik, tüketilen bir imaj hâline gelmiştir Takvâ, kalbin derinliklerinden yükselen bir vicdan sedâsı olmaktan çıkarak, sembollerle paketlenmiş bir kimlik gösterisine dönüşmüştür. “Dindarlık, görünmekle değil; gizlenmekle güçlenir. Gösterildikçe zayıflar, reklamla sönümlenir.”

Geleneksel dindarlıkta ihlâs, en kıymetli cevherdi. Zira her amel, yalnız Allah için yapılmalı; kulun gözünden âzâde kalmalıydı. Bugünse sosyal medyada dua paylaşımları, oruç selfieleri, umre pozları içtenliği perdeleyen birer dekoratif unsur hâline gelmiştir. İbadetler ifşa edildikçe, içtenliğin muhtevası boşalır.
Niyetin önüne geçen görünürlük arzusu, dini bir yaşantıyı mahremiyetinden sıyırır, teşhirin objesi yapar. Bugünün modern mü’mini, secde ederken görünmeyi; sadaka verirken belgelenmeyi; ağlarken izlenmeyi ister hâle gelmiştir. Oysa Allah Rasûlü (s.a.v.) “Yedi grup insan vardır ki, Allah onları Arş’ın gölgesinde gölgelendirir. Bunlardan biri de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen kişidir.”buyurmuştur. “Allah’ın görmesi yetmeyince, kulların alkışına muhtaç kalınır. Ve orada ihlâs ölür.”

Takvâ, bir elbise değil; bir seyr-i sülûktür. O yolculuk, selfie ile değil, sükût ile yapılır. Lâkin günümüzün din algısı, ticarî bir meta gibi vitrinleşmiş; ibadetler, performansa; zikir, dijital akışa karışmıştır. Hakikat temsili, içerik algoritmasına yenik düşmüştür.

Rumi’nin pergel benzetmesi gibi: Bir ayağı sabit olan kalp Hakk’a dönükse, diğer ayağı fânîde dönse bile sapmaz. Bugünse her iki ayak da sosyal gösteride dönmekte; yön, rızâ değil, rıza üretme çabasıdır. “Gönül Hakk’a yönelmedikçe; suret secdede olsa da, ruh ayaktadır.” İslâmî değerlere yönelik artan ilgi, ne yazık ki beraberinde samimiyet değil, pazarlama getirmiştir. Tesettür modası adı altında yapılan defileler, ibadet aksesuarı olarak satılan lüks ürünler, ‘hijab influencer’lar… Hepsi takvânın suretini taşır ama ruhunu gasp eder. İslâm, bir yaşam biçimiyken; artık bir estetik akım, bir trend kimliği hâline gelmiştir.

İmam Şâfiî’nin dediği gibi: “Bir kimse halkla olan amelinde, halkın değil Allah’ın rızasını gözetirse; Allah onu halk nezdinde de aziz kılar.”Bugünse halkın nazarında aziz olmak için Allah’ın rızası ikinci plana itilmekte; içtenlik, etkileşime feda edilmektedir. “Etkileşim uğruna yapılan ibadet, ihlâsın cenazesine omuz vermektir.”

Modern dindarlığın en büyük kırılması, hakikatin içeriğinden ziyade biçimiyle meşgul oluşudur. Suret ile öz arasındaki rabıta kopmuş; kalp ile secde arasına kameralar girmiştir. Gözyaşı bile sahneye göre ayarlanır olmuştur. Oysa samimi bir dua, sessizce akıtılan bir damla yaşta saklıdır; story’de değil.
Dindarlığın içini boşaltan en büyük afet, onun gösteriye dönüştürülmesidir. Bir vakitler mahrem olan, şimdi paylaşıma açılmış; bir zamanlar sükûtla yapılan, şimdi canlı yayınla sunulmuştur. Secde gösterilmiş, zikir ifşa edilmiş, sadaka belgelenmiş; dua dahi afişe edilmiştir. Böyle bir dindarlıkta kalp susar; çünkü sahne bağırır. Niyet unutulur; çünkü reklam hatırlatır. Hakikat gölgelenir; çünkü imaj parlar. İşte burada takvâ, içeriğini yitirir. Artık ibadetler Allah’a değil; izleyiciye yönelir. Her tesbih sesi, bir arka plan müziğine; her kurban sahnesi, bir prodüksiyona dönüşür. Samimi dindar değil; ‘iyi pazarlanmış’ dindar yüceltilir.

Oysa Allah katında değerli olan, sessizlikle dökülen bir secde, paylaşılmayan bir gözyaşı, yalnız Allah’a şikâyet edilen bir derttir. Ama bu çağda, Allah’a anlatılan değil; halka sunulan değer bulur. Ve bir zaman gelecek ki, ibadet sponsorluk ister; dua paylaşım zamanına bağlanır; tesettür markaya, sadaka takipçiye dönüşür. O gün, hakikat yalnız kalır; ama samimiyet, o yalnızlıkta yeniden doğar.

“Gösterilen dindarlık, gösteriştir; gösterişle yapılan ibadet, secdenin riyâsıdır. Samimiyet, kameraya değil; kalbe secde eder.

Otopsi Raporu:
Gerçek Olmayan Görünürlükte Samimiyetin Ölümü Vaka Adı: Samimiyetin Ölümü
Otopsi Yeri: Kalpten Klavyeye Dijital Çağ
Şüpheli: Gösteriş Toplumu
Tanıklar: Sessizlik, Yalnızlık, Hakikat
Zanlılar: Sosyal medya, algoritma, dijital dindarlık, sponsorluk, teşhir kültürü Bu rapor, içtenliğin öldüğü bir çağın teşhisini yapmak için kaleme alınmıştır. Görünürlükle ölçülen bir dünyada samimiyetin maruz kaldığı linç, onun sadece yok oluşunu değil; aynı zamanda maskelenmiş cinayetini de ifşa eder.

Kalbin Derinliğinden Dijital Işıklara başlığında teşhis edilen gerçek: Kalp artık yalnızca bir metafordur. Klavye, kalbin yerine geçirilmiş, içten gelen hissiyat sistem dışı kabul edilmiştir.

Samimiyetin Fıtratı ve Sosyal Evrimi ise, yaratılıştaki latif duygu olan samimiyetin sosyal baskılar, görünürlük arzusu ve “duyarlılık kapitalizmi”altında evrilerek bir tür PR aracına dönüştüğünü ortaya koymuştur.
Görünürlüğün Ahlakla Savaşında Yeni Birey, çağdaş bireyin ahlâkı yalnızken değil; sahnedeyken yaşadığını, doğru olmak değil; doğru görünmek için yaşadığını göstermiştir.

Gösterinin Kültleştirilmesi, hakikatin ışıklar altında yandığını; görünmek için yaşamanın, yaşamın kendisini yok ettiğini kayda geçmiştir. Kalbin en mahrem bölgesi sahneye çıkarılmıştır.
Yalnızlık ve Sessizlik, bu çağda“kusur”olarak damgalanmıştır. Oysa sükûtun içindeki hakikat bastırılmış; yalnızlığın içindeki tevessül unutturulmuştur.

İyilik, Niyet, Reklam bölümüyle birlikte vicdanın ekonomikleştirildiği, hayrın kameraya, sadakanın etkileşime mahkûm edildiği görülmüştür. Her iyi niyet, logolanmış ve ambalajlanmıştır.

Düşünürlerin Tanıklıkları, hem klasik hem modern mütefekkirlerin çağlar ötesinden bugüne uzanan çığlıklarını belgelemektedir. Hepsi, samimiyetin buharlaşan cesedine ağıt yakar gibidir.

Güncel Vaka Analizleri, vicdanın reklamcılıkla, yardımın pazarlama stratejileriyle iç içe geçtiğini göstermiştir. Yardım gösterilmezse sayılmaz, dua paylaşılmazsa yapılmamış sayılır.

Dindarlığın Kırılması, içtenliğin en mahrem alanı olan ibadetin bile riyâ ve vitrinleşme ile ifsad olduğunu; takvânın kameraya boyun eğdiğini, rızânın yerini“görüntü onayı”nın aldığını vurgulamıştır.


Otopsi Sonucu:
Ölüm Sebebi: Mahremiyetin ifşası, samimiyetin gösteriye dönüştürülmesi, niyetin reklamla değiştirilmesi
Ölüm Şekli: Kasıtlı, çoklu aktörlü dijital istismar
Otopsi Tanıklığı: Kalbin sustuğu, gözün konuşturulduğu; vicdanın izlenme uğruna maskelendiği bir çağda samimiyetin öldüğü sabit görülmüştür.

İçtenlik, modern çağın en sessiz cenazesidir. Ne bir sela okundu arkasından, ne bir taziye... Çünkü herkes çok meşguldü paylaşmakla. Vicdan, algoritmaya kurban gitti; ahlâk, içerik takvimine mahkûm oldu. Herkes kendi PR’ını inşa ederken, hakikat yıkıldı. Her retweet, samimiyetin bir tuğlasını söktü. Her ‘duyarlılık paylaşımı’, merhametin tabutuna bir çivi daha çaktı. En sonunda, bir kalbin attığı değil; bir ekranın parladığı yerde bitti insanlık. Samimiyet gömüldü. Üzerine çokça yorum yapıldı ama kimse Fatiha okumadı. Çünkü insanlar artık hakikati değil; gösteriyi izliyordu. Ve gösteri sürdükçe, kalpler susmaya mahkûm kaldı.
“Bu çağda samimiyet öldü. Cinayeti herkes işledi. Cesedi ise kimse üstlenmedi.”

İnsanlığın Otopsi Raporu
Cinayet mi? İntihar mı? 1. Bölüm
Yavuz KAYA

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
İnsanlığın otopsi raporu... cinayet mi? intihar mı? -1- Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz İnsanlığın otopsi raporu... cinayet mi? intihar mı? -1- yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -1- yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL