0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
218
Okunma
"Sıcak bir mayıs sonu,
Gelibolu.
Ne deniz dingin nede esen yel kararlı.
Belli olmaz denizin sağı-solu
-Avrasya dediğin iki kıta arası-
burada,
Canakkale Boğazı’nda.
Marmara içten iter, Ege dışta direnir,
akıntı alttan çeker, rüzgar üstte tepinir;
Çekişir sürekli bir ikili,
ilkin yener biri,
sonra yenilen diğerini.
Güneş karada yakar yalçın kayaları,
yalar rüzgar, taşır kıyılara kızgınlığı.
Hele bu sıcak yel deymeye göre
soğuk denizin yüzüne;
Kızgın çeliğe su verir gibi rendelenir,
buruşur yüzü, çatılır kaşları.
Yönü belirsiz, kararsız, hızlı,
uçları ince- sivri beyaz köpüklü dalgacıklar;
İlkin birbirine çarpar,
sonra koyu mavi büyük dalgalara,
yener Marmara.
Değişken bir kararsızlığın sızısıdır bu;
Duyulur
burada
satır-satır Anadolu,
destan olur
Homer Truva’da."
(oguz can hayalı . HOMER 5 Şiiri)
Hellen ve Phillip adlarında evli iki Alman Eski Eser Kazıcısı Yunanistan’da yaptıkları uluslararas bir kazıdan sonra dinlenmek için sabahın erken saatlerinde otobüs ile Türkiye’ye geldiler. Kazının daha uzun sürmesi gerekirken, son hafta bir gömüden çıkan Antik Şarap Testisi onların tüm planlarını alt üst etmiş ve kazıdan ayrılmalarına neden olmuştu.
Doğruyu söylemek gerekirse, testi üstünde belirip kaybolan siyah parlak sırra ve resimlere Phillipp’in de akıl erdiremiyordu ama yinede;
“Acaba, tüm yadırgatıcı şeyler, az önce gömü zemininde bulduğum Antik Akçe yüzünden mi başıma geliyor?”
Diye düşünmekten de kendini geri koyamıyordu. Ama, onu en çok şaşırtan şey; Ağzından çıkan sözcüklerle, gördükleri arasında çelişki olduğunu bildiği halde, bir türlü hareket ve sözlerini kontrol edememesiydi.
Kazı yerine gelen doktor onu muayene ettikten sonra bir iğne yaptı ve “Bir müddet dinlenmesi gerektiğini” söyleyerek; ”Sağlık durumu düzelene kadar kazılara katılamaz.” diye hasta raporu verdi.
Gittikçe iyileşen Phillipp ile Helen doktorun tavsiyesine uyarak, birikmiş izinlerini aldılar. Her ikiside türkçeyi üniversite yıllarından beri kusursuz denecek kadar çok iyi konuşabildiklerinden, tatillerini Türkiye’de geçirip orada dinlenmeye karar verdiler. Bir gün önce onlar için verilen ayrılık yemeğinde eğlenerek birlikte olduktan sonra, aynı gece otobüs ile yolculuk yaptılar ve sabahın erken saatlerinde Türkiye’ye geldiler. Olayın bizleri ilgilendiren diğer ilginç yanı ise; Kazıdan bir Bronz Akçe’nin çıkmış olmasıydı. Ama bu Akçe’nin varlığını Phillipp iş arkadaşlarına bir türlü kanıtlayamadığı için, Akçe de tutanaklarına girmedi tabi.
"Otobüste" , "İskelede" ve "Eceabat" serüvenlerini anlatan 3 hikayeden sonra "Vapurda" hikayesi ile yaşadığı uzun bir maceranın yorgunluğu ile her ikiside vapurun Çanakkale’ye yaklaşmasını beklemekteydiler.
Vapur iskeleye yanaşınca gemideki tayfa elindeki kalın halatı kıyıya attı. Bunu yakalayıp yere sabit iki yuvarlak kalın-dik döküm direk arasına birkaç kere, üst-üste, sıkıca çapraz bir şekilde dolayan sahildeki tayfa; Bir ayağını halatların kesiştği yerin üzerine bastırdı. Böylece gerilen keten halat gıcırtılarıyla vapur yan-yan iskeleye yanaşmaya başladı. Motora birazcık hız vererek vapuru burun üstü iskeleye tosatan kaptan, yolcu ve arabaları boşaltmak için ön ve yan rampaları indirdi. İnmek için sabırsızlanan yolcular bu sarsıntının tesirinden domino taşı gibi ileri-geri sallandıktan sonra, yavaşça öne doğru ilerlediler.
Phillipp,vapura bindiklerinden beri onun peşini bırakmayan kısa beyaz eteklikli antik Yunan erlerinin onu hâlâ takip edip-etmediklerini kontrol için geriye baktığında; Ellerinde uzun mızrak ve kalkan tutan kısa beyaz eteklikli iki antik yunan erinin arkasında nöbet tuttuğunu gördü. Korkarak başını öne çevirip kaçmak istediğinde de; Askerlerden biri ya onu tutmak istedi yada itti bilinmez, böylece önündeki yolculara çarpıverdi;
" Dur be adam, üstümemi çıkacan?"
" Arkamdan ittiler..."
Diyerek erleri göstermek istedi ama, arkasında hiçkimse yoktu ki. Helen, Phillipp’in gittikçe artan bu tüm tuhaflıklarına endişe duyarken, o ise; Yarım saat bile sürmeyen kısa bir vapur yolculuğuna, nasıl olurda bunca uzun olaylar sığabileceğini düşünmekteydi. Önündeki kalabalıktan dolayı meydanını henüz göremiyordu ama arkasına bakmaktan da çekiniyordu. Tam;
" Eğer bu beyaz gölgeler hâlâ arkamda iseler, bende önden çıkar-kaçarım!"
Diye tam sevinmek üzereydi ki, iskeledeki hoparlörde Tschaikowski’nin (= Çaykovski okunur. 1840-1893 yıllarında yaşamış Rus klasik musik bestecisi.) KUĞU GÖLÜ Senfonisi Bale Musiği’nin giriş bölümünün çalmaya başladığını duydu.(=Burada anlatılacak olan düşü daha iyi anlayabilmeniz için, internette mutlaka bu bale oyununu izlemenizi tavsiye ederim.)
Phillipp böyle modern bir karşılamaya tam şaşmak üzereydi ki; Havanın gittikçe karardığını, müziğin dışında tüm görültülerin kulaklarından silindiğini ve görüntülerin canlılığını kaybederek silikleşmeye başladığıı sezdi. İlkin tansiyonunun ansızın düşmeye başladığından korkarak yerinde durdu ve kendini kontrol etti. Denge ve devinimlerinin normal olduğunu görünce de; Bunun, Akçe’nin yeni bir oyunu olabileceğini düşünerek aldırmadı.
İskeledeki ışık dahada kararınca; Burnundaki deniz tuzu, yosun ve vapur motorunun mazot isi karışımı bulamaç kokusu gittikçe kaybolarak, yerini koltuk derilerinin çila kremi ile ağaç kabartmalarının doğal reçina kokusunu içeren hoş bir ortama bıraktı. Şimdi o zifiri karanlıkta hem öne doğru yürüyor hemde durumdaki çelişkilerin anlamını çözmeye çalışıyordu. İşin tuhafı, sanki bulut üstünde yürüyormuş gibi adımlarından da hiç ses çıkmamasıydı. Yere baktığında,kırmızı kalın tüylü bir yer halısının üstünde yürüdüğünü gürdü;
“Ansızın orkestra musiğinin sesi yükselip, hızı arttı ve vurucu musik aletleri yüksek tonlarına doğru tırmanmaya başladılar. Tüm çalgıların aynı anda, birden bire ve en yüksek şiddetiyle gök gürültüsü gibi patlamasıyla; Kaptan Köşkü’nden gelen 4 Projektör ışığı gözlerini kamaştırdı ve oda yerinde durarak Helen’i aradı“
Helen elindeki tanıtma programını havada sallıyarak;
„ Buraya gel!"
Diye seslenince, içinden; "Abartının da bukadarı!’ diye düşünerek geri dönüp gitmek üzereyken, yanda oturan 3 kişi ayağa kalkarak ona yerine geçip-oturması için yol verdiler. Şimdi onun için; Nazikçe teşekkür ederek Helen’in yanındaki boş koltuğuna oturmaktan başka hiçbir iş kalmamıştı. Yerine oturan Philipp susarak, önündeki sahneyi örten kuvvetli bir ışığın aydınlattığı kırmızı kadife perdeyi incelemeye başladı. Salon ışıklarının kararaması ve müzisyenlerin çalgılarını tıklamaları eşliğinde sahne önündeki boşluğa Orkestra Yöneticisi girdi ve orkestra zemininden biraz yüksekte duran kürsüsünden birkaç basamak daha yukarı çıkarak seyircilerin alkışlarını selamladıktan sonra geriye dönüp yeniden kürsüsüne indi. Tepesi açık beyaz saçları ve yukarı kaldırdığı bir değnek ucundan başka hiçbir devinim ve ses kalmamıştı şimdi salonda;
„Çalmaya başlayan nazlı bir müzüğün nameleri eşliğinde perde yavaşça açılmaya başladı. Müsik sesinin dahada kısılmasıyla tüm perde açılmıştı. Kısa bir sesizlikten sonra; Birkaç dingin yaylı ve üfleyici çalgıların eşliğinde buğulu bir mavinin yosun yeşiline kaçan sahne içi ışıkları ortasındaki zeminde; Öne uzattığı ayağının üstüne gergin kollarını ve üst gövdesini yapştırmış kısa beyaz bale elbiseli bir kuğuyu çemberleyen bir ışık belirerek büyümeye başladı. Bu balerin; Yakınan müziğe uyarak ilkin; Yukarı doğru dik şekilde kalkık duran pır-pır dantelli kısa beyaz eteğinin ince tüllerini, titretti. Sonrada, önde birleştirip-sivrilttiği avuçların doğrultusunda el ve dirsek eklemlerinden büktüğü kollarını; ince-uzun ve narin devinimlerle bir kuğu boynu gibi yukarı doğru gittikçe yükselip-büyüyen çemberler içinde, müziğin uyumlu ritmine eşlik ederek ön yan ve geriye doğru salınarak ayağa kalktı. Tek ayağının baş parmak ucu üstünde yükselip, yere paralel konuma getirdiği öbür bacağının dizini gerdirerek; Sanki bir Orkestra Şefi gibi el, kol, bacak ve kuyruk devinimleri ile sahnenin ortasında muziği yönetmekteydi.
Ansızın muzik ritmin hızlanmasıyla sahne aydınlandı ve yerinden ok gibi fırlayan kuğu bu aydınlık zemin üzerinde kanat çırpıp uçarak dans eti. O şimdi, orkestranın çalmakta olduğu notaları, aynı hünerle havada görüntü şekline çeviren bir su perisi olmuştu sanki. Onun bu, sahnenin tümünü kapsayan coşkusunda sınır yoktu artık. Kendini dünyasal tüm kaygılardan kopartmış, doğanın bir parçası olmuştu şimdi o.
Ayak parmak uçlarında küçük sıçramalarla sahneye süzülerek gelen diğer balerinler; İlkin kaygusuz, dingin ve tamamen birbirine uyumlu danslarıyla, geri plandaki gölde el-kol-boyun ve kuyruk devinimleri ile notalar içinde yüzdüler. Sonrada aralarına giren ve dansedip onlara yarı acıklı, yarı sevinçli hikayesini anlatan Güzel Kuğu’yu dinlediler. Kimi onu yatıştırmaya çalıştı, kimi acısını anlayarak onunla paylaştı, kimisi ise uçup-kaçarak onunla arasındaki mesafeyi korumayı yeğledi. Müziğin gittikçe azalıp-boğulmasıyla, kuğular sahneyi terkettiler. Sahnedeki ışıkta kuvvetini kaybetmeye başlayınca, yalnız başına dans eden Güzel Kuğu’da karanlıklara dalıp kayboldu.”
Phillipp bu bale gösterisini, nerde oynanırsa-oynansın mutlaka görmek için can atardı. Moskova Bolşov Devlet Balesi dahil Avrupa’nın birçok çeşitli büyük şehirlerinde 5 kere izlediğini hatırladı. Çünki bu Rus Komponisti’nin ustaca yorumladığı Kuğu Gölü görüntüleri onun için gerçek hayatın genel bir irdelemesi ve öz yargılamasıydı;
“ Dünyaca ünlü Dört Kuğu Dansı’nın büyüleyici muziği eşliğinde sahneye; Birbirlerine kenetli tek bir beden olmuş, çapraz ellerini karın seviyesinde tutmuş ve yan-yan bir çizgi doğrultusunda giden 4 balerin girdi. Ön ve arkada değiştirdikleri küçük adımlarla; Kesik-kesik çalan notalar üzerine ayak baş parmak uçları üstünde durduktan sonra, sekip-sıçrayarak dansetmeye başladılar. Kaskatı üst gövdeleri ve donmuş yüz ifadeleri ile; Ayak bilekleri, diz ve kalça eklemlerinin devinimleri dışında hiçbir öğeyi kullanmayan balerinler, unutulmuş ulu bir uyarıyı bizlere yeniden hatırlatmak istiyorlardı. Doğanın dört yaratıcı kaynağı olan Toprak, Su, Hava ve Ateş arasındaki dengeyi bu kuğular; Kesin ve tartışmasız bir şekilde müziğe gösterdikleri titiz uyumla sahnede kanıtlıyorlardı. Balerinlerden birinin eksik, yanlış yada fazla yapacağı minicik bir sapmada; Uyumun bozacağını, devinimlerdeki tüm güzeliğin kaybolacağını ve birlikteliğin sonunun getireceğini bildirmek istiyorlardı bu danslarıyla seyircilere.”
Phillipp kendi-kendine;
“İnsan denen yaratık ne kadar ileriyi görmeyen, düşüncesiz ve sorumsuz biri vede her şeyi bildiğini sanan bilinçsiz bir kişi..."
Diye fikir yürütürken, baldırına yediği bir ayakkabı ucu darbesi ile kendine geldi ve yanında oturan Helen’e baktı. Onun sahneden gözlerini ayırmadan “Sus” işareti yaptığını görüncede;
"’Herhalde yüksek sesle düşündüm.
Diyerek, sahnede sergilenen oyunu izlemeye devam etti;
“ Vurucu çalgıların haberciliği ile ansızın sahneye siyah bir kuğu girdi. 4 Kuğu birbirlerinden ayrılarak kaçıştılar ve geri plandaki gölde yüzmeye başladılar. Sırtındaki yeri süpüren kırmızı pelerini ile gölde yüzen kuğuların arasına dalan bu Siyah Kuğu, orada çılgınca dans edip-dolaşarak birini aradı. Korkuları devinimlerinden belli olan kuğular, ses tonu doruğuna varmış orkestra müziğine sığınarak ürküp sahneyi terk ettiler. Kırmızı pelerinini yüzünün önünde tutmuş bir şekilde sahnenin önüne kadar gelen bu siyah kısa eteklikli ve siyah uzun don-çoraplı kuğu pelerinini seyircilere doğru açınca... ”
Phillipp;
“Olamaz!”
Nidası ile karşı çıktı ama aynı anda bu sefer Helen’in dirseğini bel boşluğuna yiyince sustu. Şimdi onun şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış gözleri önünde, arabalı vapurdaki siyah sakallı komutan; Kara bale elbiseleri giymiş bir şekilde karşısında durmaktaydı;
“ Siyah Kuğu sahnenin sağ başında toplanmış perdenin yanına sığındığı anda, tüm olanlardan habersiz bir şekilde sahneye gelen Güzel Kuğu; Onu teskin etmeye çalışan bir müzik eşliğinde, üzgün bir şekilde kendinden geçerek mutsuzluğunu dile getiren yorgun devinimlerle dans etmeye başladı. Aniden coşan orkestranın nameleri ile birden-bire Güzel Kuğu’nun da hareket ve yüz ifadesi değişiverdi. Çünki sahnenin sol tarafından Prens rolünü oynayan beyaz giysili balerin ansızın koşarak yanına gelmişti. İki sevgili ortada sevinçle kucaklaştılar ve kanat çırpıp çılgınca dans ettiler. Prens onu belinden havaya kaldırıp iki elinin üstünde taşıyarak, ona olan sevgisinin derecesini kanıtlamaya çalışıyordu. Boyu oldukça uzun, kol ve bacakları ince olan bu Prens perde ardına saklanmış olan komutanı fark edememişti.”
Yüksek sesle;
“ Haydaaaa!”
Diye karşı çıkan Phillipp bu prensi bir yerden tanıyordu ama bir türlü kim olduğunu çıkaramıyordu;
“ Phillipp, lütfen!”
Ricasıyla onu baldırından cimdikleyerek uyaran Helen’in kızmış olduğu sesinin tonundan belli oluyordu. Philipp’te çözemediği bu sorusuyla baş-başa kalarak sahnede sergilenen oyunu yeniden izlemeye devam etti;
“ Kısa bir süre, her iki balerin sahne ortasında yerlerde yuvarlanıp-dans ederek seviştiler. Ansızın başlayan yaylı sazların öne çıkmasıyla siyah pelerinini havada sallaya-savura ileri atılan Siyah Kuğu, sevişen balerinlerin arasına girdi. Prens ve Güzel Kuğu irkilerek birbirlerinden ayrıldılar. Şimdi nefis bir muziğinin sınırları içinde; Güzel Kuğu kaçıyor, Siyah Kuğu amansız hamlelerle onu yaklamaya çalışıyor, Prens’se saldırılara karşı hem kendini savunuyor, hemde sevgilisini koruyordu. Böylece sahnede; Notalar arasında karma-karışık, gelişi-güzel bir kaçışma ve kovalamaca dansı başladı. Her üç balerinde vucutlarının tüm hünerini kullanarak, kağıt üstündeki yazılı notalar gibi; Güel Kuğu’nun kaçışındaki hüzünü, Prens’in sevgi ve tutkunluğunun derecesini, Siyah Kuğu’nun atılımlarındaki nefret, hırçınlık ve vahşiliği titiz ve saygın bir yücelikle başarılı bir şekilde kulak zarlarına getirerek, gözler önünde sergilemekteydiler.”
Phillipp kim olduğunu birtürlü çıkaramadığı Prensin; Biraz önce arabalı Vapurda onun sırt çantasını karıştıran kısa beyaz eteklikli Antik Yunan erlerinden uzun boylusu olduğunu hatırlayınca;
“ Olamaz böyle bir şey!”
Karşı çıkmasıytla ayağa kalkıp-bağırdı. Helen’in;
“Phillipp!”
Uyarısı ile onun; Muhteşem bir muzik şöleni eşliğinde düşlediği, doyumsuz bir bale ziyafeti böylece sona ermiş oldu. Musik kesilir-kesilmez çevre aydınlandı ve Phillipp’ de kendini Çanakkale Araba Vapuru iskelesinin önündeki alanda buluverdi.
(NOT; Bundan sonra gelecek olan uzun ÇANAKKALE serüveni; Hikaye boyutlarına sığmadığı için atlanarak; ŞAPKACI MÖSYÖ DUPOND (1) ve (2) hikayeleri ile AKÇE romanına devam edilmiştir.)