0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
363
Okunma

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın 1978 yapımı Güz Sonatı (Höstsonaten), kırık bağların, özlem dolu yüzleşmelerin ve suskun kalmış sevgilerin en dokunaklı sinemasal anlatımlarından biridir. Film, yalnızca bireysel bir hesaplaşmanın değil, aynı zamanda bağlanmanın doğasına dair evrensel bir sorgulamanın da sahnesidir. John Bowlby tarafından geliştirilen Bağlanma Kuramı çerçevesinde incelendiğinde, Güz Sonatı, özellikle güvenli olmayan bağlanmanın (kaygılı ve kaçıngan stillerin) travmatik sonuçlarını açık bir biçimde gözler önüne serer.
Filmde Eva ve annesi Charlotte arasındaki ilişki, klasik bağlanma dinamiklerinin patolojik bir örneğini sunar. Eva, çocukluğunda annesinden duygusal yakınlık ve onay görememiştir; bu da onun kaygılı-bağlı bir birey olmasına neden olmuştur. Eva’nın annesine dönerek söylediği şu cümle, bu temel duygusal boşluğu acı bir netlikle dile getirir:
"Beni sevdin mi, bilmiyorum. Sevgiyi nasıl anlayacağımı hiç öğrenemedim."
Bu replik, Bowlby’nin işaret ettiği gibi, güvenli bağlanmadan yoksun bireylerin kendilerine ve diğerlerine duydukları temel güvensizliğin bir yansımasıdır. Eva’nın film boyunca sık sık gösterdiği pasif-agresif tavırlar, aşırı öz-eleştiri ve sürekli onay arayışı, erken dönem travmaların yetişkinlikteki tezahürüdür.
Charlotte karakteri ise duygusal mesafesi, kariyer odaklılığı ve kendine dönüklüğü ile kaçıngan-bağlı bir birey profili çizer. Charlotte’un film boyunca yaptığı şu savunma, kaçıngan bireylerin duygusal ihtiyaçları inkâr etme ve sorumluluktan kaçma eğilimlerini gözler önüne serer:
"Sana zarar verdiğimi bilmiyordum. Elimden gelenin en iyisini yaptım."
Bowlby’ye göre kaçıngan bağlanma stilleri, duygusal ihtiyaçların bastırılmasıyla şekillenir. Ancak bu bastırma, ilerleyen yaşlarda yoğun suçluluk ve yalnızlık duygularına yol açar. Charlotte’un içten içe hissettiği suçluluk, kızına yaklaşmaya çalıştığı anlarda, yüzeyin hemen altında hissedilir.
Film boyunca iki karakter arasındaki diyaloglar, adeta bastırılmış duyguların birer dışavurumu gibidir. Eva’nın çocukluk anılarına dönerek annesine sitem ettiği anlar, yıllarca bastırılmış acıların açığa çıkışıdır. Bir sahnede Eva şöyle haykırır:
"Senin gözlerinin önünde büyüdüm ama beni hiç görmedin."
Bu cümle, "görülme" ve "onaylanma" ihtiyacının bir bireyin ruhsal gelişiminde nasıl kritik bir rol oynadığını çarpıcı bir şekilde yansıtır. Eva, fiziksel varlığıyla orada olsa da, annesinin duygusal radarına hiçbir zaman girememiştir.
Bergman, burada yalnızca bireysel bir hikâye anlatmaz; aynı zamanda bağlanma yaralarının nesiller arası aktarımına da işaret eder. Charlotte’un da muhtemelen kendi annesiyle yaşadığı sorunlu ilişkinin bir uzantısı olarak, Eva ile güvenli bir bağ kuramadığı ima edilir. Bowlby’nin "içsel çalışma modelleri" teorisi, burada açıkça sahnelenir: Sevgi ve güven duygularının öğrenildiği ya da öğrenilemediği erken ilişkiler, sonraki nesillere aktarılır.
Filmin sonunda ulaşılan kısmi yüzleşme ve mektup sahnesi, tam bir iyileşmeden çok, ilişkinin onarılabilirliğine dair küçük bir umudu temsil eder. Eva’nın annesine yazdığı mektupta yer alan şu sözler, bu umut ışığını zayıf da olsa yakar:
"Belki bir gün... birbirimize gerçekten dokunabiliriz."
Bowlby’nin kuramında belirtildiği gibi, güvenli bağlanma sonradan da geliştirilebilir; ancak bunun için tarafların kırılganlıklarını açıkça paylaşabilmesi gerekir. Bergman, burada gerçek bir affetmenin ve bağ kurmanın, ancak acının dürüstçe dile getirilmesiyle mümkün olabileceğini vurgular.
Sonuç olarak, Güz Sonatı, yalnızca bir anne-kız hikâyesi değil, bağlanmanın yıkıcı ya da şifalı potansiyeline dair evrensel bir anlatıdır. Bergman’ın ustalıklı yönetimiyle film, Bowlby’nin teorik çerçevesinde bakıldığında, duygusal yaraların nasıl oluştuğunu ve nasıl onarılabileceğini son derece etkileyici bir şekilde sahneler. İzleyiciye ise şu soruyu bırakır:
"Kırıldığımız yerden birbirimize yeniden bağlanabilir miyiz?"