1
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
266
Okunma
“Şimdi yanına gidebilirsin işte!” dediğinde teyzem; anlayamamıştım başta. Farklı olan neydi ki? Orada oturuyordu… Çevresinden onu soyutlayan aynı uzaklık, “ne anlarsınız ki siz hâlimden” diyen aynı üstten bakış…
Ağlıyordu sadece, ille de bir fark bulmak gerekirse. İyi, tamam da onu ulaşılabilir bir yere koymuyordu ki bu! Gözyaşları sel olmuş, yüzünü yıkıyor, omuzları hıçkırıklarla sarsılıyorken; evet, her zamankinden bir başka görünmüyor da değildi, kabul... Daha sıcak, daha âşinâ bir ifade katmıştı en azından yüzüne; bu sağanak yağmur altında geçirdiği süreç… Ama bu konuşmak istediği anlamına gelmezdi ki ille de!
Sonuçta ağlamayan yoktur… Dolayısıyla ben de ağlamıştım çeşit çeşit vesilelerle, sayısını bile hatırlayamayacağım kadar çok kereler hem de. Ve dolayısıyla ağlayan birinin yıkılan duvarlarının; içi’ni nasıl hiç olmadığı kadar görünür kıldığını da biliyordum… Özlem de şu an göstermekten en nefret ettiği şeyi, yani ‘en içi’ni bol kepçe ortaya döküyordu bu gözyaşlarıyla. “Canım acıyor” diyordu onlar aracılığıyla bize.
Gitse miydim yanına gerçekten de? Teyzemin “bu fırsatı bir daha bulamazsın” der gibi bakışları altında çok da mantıksız görünmedi bu fikir ve kararsız birkaç adımın ardından emin bir şekilde ilerlemeye başladım ona.
Günlerdir iki lokmayı zar zor yiyor, ruh gibi saatlerce odanın bir köşesine büzülüp TV’de en sevdiği dizinin sahnelerine görünürde bakarken; yüzünde ve gözlerinde beliren orada geçen hikayeyle en küçük bağlantısı olmayan ifadelerle gerçekte baktığının, bizim asla göremeyeceğimiz, bambaşka bir yer; zihninin içi olduğunu ele veriyordu.
Annem elma soyup hepimize uzatırken O bu seremoniye önceden hiç tanık olmamış gibi kendisine yöneltilen tabağı fark etmiyor, o görünmez yerde çakılıp kalmış gözlerini bir gıdım uzaklaştırmıyordu mıhlanıp kaldığı noktadan. Annem “Özlem” diye sesleniyordu bu duruma bir anlam veremeyerek.
Anne olmak böyle bir şeydi çünkü: Evladının çok uzaklara uçup gitmiş kokusunu -daha doğrusu başkalarının duyamadığı ama aslında hâlâ var olan o kokuyu- ille de duymak…
Hatta bir anne evladında başkalarının “artık yok” dediği başka şeyleri de görebilirdi. “Önceki gibi konuşmuyor, öyle sıcak bakmıyor” gibi laflara aldırmaz, hep aynı insanı var etmeye devam ederdi onda, büyük bir inatla… “Siz istediğiniz kadar değişti diye haykırın, ben gerçeğini görmeye devam ediyorum” derdi; sözle olmasa da her şeyiyle…
O yüzden Özlem’in, duvarlarını araladığı bir O vardı. Annemle konuşurken aylar önceki kardeşim oluyordu kısa bir süre için de olsa. O anlarda tanıdık bir ışık peyda oluyordu gözlerinde… Ve ben de bu vesileyle bir nebze de olsa özlem gideriyordum kardeşimle.
Ama anne değildim ben… Ve derinlerde var olanı onun gibi net göremesem de; en azından yüzeydekini görebiliyordum. Ve o görünen de bir şeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu maalesef. Anne şefkatinin bile yetmeyebileceği üşümeler de olabiliyordu çünkü… Özlem’inki de bu cins bir üşüme gibiydi.
Hoşlandığı biri mi vardı yoksa? Ya da okulda hoşuna gitmeyen bir durum… Arkadaşlarıyla bir sorunu olabilirdi mesela… Düşündükçe o kadar çok seçenek beliriyordu ki! En zor yaşlardı sonuçta… Lise çağı… Çocuk ve kadın arasında, arafta kalmak… Kadın yanından utanmak kimi zaman, başka bir zamansa çocuk yanından… Hangi yanına tutunsan diğerini özlemek…
Bu ‘arada kalmışlık’la bir ilgisi var mıydı gerçekten de? Yoksa aklıma gelmeyen, bambaşka bir neden mi söz konusuydu?
Küçükken her şey ne kolaydı! O zaman ona ulaşmak sehpadaki fincana uzanmak kadar öylesine doğal bir şekilde yapılan, sıradan bir şeydi. Aramızdaki on yaş fark yüzünden ablasından çok akrabalarından bir büyüğü gibiydim. Bu durumun şöyle bir avantajı vardı: Onun yaşadıklarının benzerlerini çok önceden deneyimlemiş olmamın kazandırdığı o dıştan bakış… Ve bunun üzerine bir de yaşımın verdiği olgunluğu ekleyince; daha geniş bir çerçeveye koyabiliyordum yaşadığı şeyleri… Onun yaşlarındaki her çocuk gibi; olay daha tazeyken hissedilen acının içinde kaybolup söz konusu durumun gerçek anlamını kaybetmek gibi bir yanlışa da düşmüyordum böylece. Resimdeki her şeyi yerli yerine oturtabiliyordum. “Arkadaşın yanlış anlamış seni. Ona gerçek niyetini anlattığında alay etmek gibi bir amacın olmadığını anlayacaktır. Bu kadar üzülmene gerek yok yani.” diyordum mesela. Ve sadece bu birkaç cümleyle bile yüzüne önceki güneşi geri getirebiliyordum.
Ama artık o küçük kız yoktu karşımda. Her ne kadar şu an gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü ona ne kadar benzese de… Ela gözleri yeşile çalmaya başlamıştı ağlama sonrası; tıpkı o zamanlardaki gibi… Ve ağlamasına şahit oldum diye utanıyordu benden yine… Gözlerini kaçırıp duruyordu.
Onu avutmamı beklerdi o günlerde; “git başımdan” der gibi baksa da… Gururuna yediremezdi aciz görünmeyi. Ama ben bilirdim yine de, aslında kalmamı istediğini… Ne kadar “git” dese de kalmakta direnmemi… Direnecek kadar önemsememi O’nu…
Şimdi de öyle bakıyordu aynen işte! “Git” der gibi ilk bakışta… Ama derinden derine de kalmamı ister gibi… “Git desem de kalmaya devam et sen! Bırakma beni!” der gibi…
5.0
100% (4)