0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
372
Okunma

Gözlerimi açtığımda, yıkılmış bir şehrin ortasındaydım. Hâlâ dumanı tüten enkazlar, acının susmadığı sokaklar, bombaların kokusunun rüzgârla savrulduğu duvarsız evler... Her bir virane, bir zamanlar umutla çarpan yüreklerin mezar taşıydı sanki. Sessizlik o kadar baskındı ki, bir çocuğun ağlaması bile yankı yapacak bir çığlığa dönüşüyordu.
Bu şehir, sadece taşlardan değil, onuru olanların direndiği, onurunu satanların enkazlar altında kaldığı şehirdi...
Gökyüzünde süzülen baykuşların ötüşü, geceyi değil, gündüzü yas tutuyordu. Çünkü burada karanlık geceyle değil, insanla gelmişti. Gündüzse sadece gözleri açık bir karabasandı artık.
Ben, o baykuşlarla birlikte yas tutmaktan yoruldum.
Ben viranelerin değil, medeniyetlerin na’tını yazmak için yaşıyorum.
Bir gün ansızın, bir çocuğun enkazın altından çıkan kirli gözleriyle buluştum. Küçük elleriyle toprağı eşelerken fısıldadı:
“Amca, annem hâlâ orada mı?”
O an, kelimeler boğazımda düğümlendi. Çünkü bazı hakikatler, dillerle değil, yürekle susularak anlatılır. Diz çöküp başımı eğdim. Sessizce toprağı öptüm. O çocuğun annesi o topraktaydı belki ama ben asıl o çocuğun direnişini alnımda hissettim.
İşte o an karar verdim. Bu enkazın içinde sadece ölüler değil, doğmamış direnişler de vardı.
Ben morfin kullanmam. Acıyı uyuşturmak, acıya ihanettir.
Ayıkken acı çekmek, insan kalabilmenin son meşalesidir. Çünkü yalnızca ayık olanlar acının mahiyetini anlar, ona başkaldırabilir. Hipnoz altındaki bir toplum, celladına methiyeler düzebilir, onunla iftar açabilir, onu peygamber sanabilir. İşte ben bu hipnoz olmuş kalabalıklar içinde uyanık kalmayı seçtim.
Zor mu?
Elbette.
Ama hakikati haykırmanın bedelini ödemeye razı olmayanlar, zilletin külfetini ömür boyu taşımaya mahkûmdur.
Ve ben bu yolda, tüm saldırılara, alaylara, dışlanmalara rağmen yürümeye yeminliyim. Çünkü ben hakikatten başka sermaye edinmedim kendime. Hakikatin dışında meyledilen her güç, geçici bir parıltıdır. Ve ben geçici ışıklara değil, sonsuz aydınlıklara inanırım.
Bir gün bir meydanda konuşurken, biri bana sordu:
"Sen tek başına neyi değiştireceksin?"
Gülümsedim.
“Benim işim değiştirmek değil, uyandırmak,” dedim. “Bir mum karanlığı yok edemez belki ama uyuyanı dürtebilir. Ve uyanan bir yürek, bin karanlığı yırtar geçer.”
Bir başka gün, bir yaşlı kadın geldi yanına. Eliyle bastonunu sıkarken gözyaşlarıyla fısıldadı:
“Evladım, biz ne zaman bu kadar kör olduk?”
Elini tuttum.
“Kör olmadık,” dedim. “Sadece gözlerimizi gönlümüzden ayırdık. Artık görsek bile hissedemiyoruz. Kalp gözünü yitiren millet, gözü açık olsa da kördür aslında.”
Çıplak kralın altında yaşayan, ama onu sultan sanan halkların içinde yürürken, yüzüme taş atanlar oldu. “Nankör!” dediler, “düzenimizi bozuyor!” dediler. Ne düzeni? Yalancıların, zalimlerin, dalkavukların elinde kurban edilmiş bir ahlak düzeni mi?
Ben o düzene değil, hakikatin doğasına bağlıyım.
Çıplak kralın giydiği o hayali elbiseyi övenlerin gözlerine baktığımda, aslında bir korku, bir açlık, bir menfaat gördüm. Onlar gerçeği görmüyor değillerdi; sadece görürlerse konforlarını kaybedeceklerinden korkuyorlardı. Ve ben dedim ki:
“Konfor, zulmün kulu olmaktır bazen. Oysa özgürlük, bazen dizler üzerinde ama baş dikken yaşanır.”
Bir gün, şehir dışındaki eski bir kütüphanede kaldım. Raflarda toz tutmuş kitaplara dokunurken, yüzyıllar öncesinden kalma bir yazı ilişti gözüme:
“Bir millet, acıya ayıkken dayanabiliyorsa, o millet yıkılmaz. Ama acısını uyuşturan millet, celladını alkışlar.”
O yazının altına ben de bir not düştüm:
“Ben ayık kaldım. Uyuyanlar uyanana kadar, ben nöbetteyim.”
Biliyor musun, kardeşim?
Ben bazen konuşmalarımı birilerine değil, bir zamana yazıyorum. Çünkü her söz, anlaşıldığı zaman anlam kazanır. Belki de şimdi değil, ama bir gün… Bir gün bu yazdıklarım bir çocuğun gözünde bir damla yaşa, bir annenin duasında bir ah’a, bir gencin yüreğinde bir kıvılcıma dönüşecek.
Ve o zaman, bu harabe şehir yeniden yeşerecek.
Bir çocuk, toprağın altından annesini değil, umudu çıkaracak.
Bir genç, sahte peygamberlerin değil, hakikatin izini sürecek.
Bir kadın, zulmü sineye çekmek zorunda kalmayacak.
Bir baba, evladına başını dik tutmanın nasıl bir onur olduğunu anlatacak.
Ve biz…
Biz bir gün bu viranelerin ortasında el ele tutuşup, yeni bir medeniyetin ilk taşı olacağız.
Ben o güne inanıyorum.
İnancım, sermayemdir.
Yolum uzun.
Yüküm ağır.
Ama inancım sağlam.
Ve ben her sabah, güneşin doğuşunu değil, o güneşin üzerimize doğacağı sabahı bekliyorum.
Çünkü...
Karanlık ne kadar uzun sürerse sürsün, hakikat doğmaktan vazgeçmez.
Erol Kekeç/27.03.2025/Hatay/Topboğazı