1
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
233
Okunma

Bir şehir, bir insanın ruhuna nasıl işler? Tanımadan, bilmeden o şehri içselleştirebilir misin? Onu sadece sokaklarından, köprülerinden, taşlarından mı anlarsın yoksa o şehrin seni izlediğini, sana dokunduğunu hissedebilir misin? Ben beş yıl boyunca, Marmara’nın parmak izinden İç Anadolu’nun derinliklerine sürüklendim. Bursa’dan Eskişehir’e... Bir insan, bir şehirle ne kadar bağ kurarsa, bir şehir de ona o kadar sahip çıkar mı?
Başlarda yabancıydım Eskişehir’e. Bir köyde, bir kasabada büyümüş gibi, her şey tanıdıktı ama bir o kadar da uzak. Sokaklarındaki taşlar, insanlarının bakışları, konuşmalarındaki o garip mesafe… Ama zaman geçtikçe fark ettim ki şehirler, insanlar gibi; önce seni gözlerler, sonra içlerine alırlar. Ya da seni dışarıda bırakırlar, öylece geçip gidersin. Eskişehir beni içine aldı. Beni bir kuytusunda sakladı, ben de ona karıştım. Porsuk’a her sabah bakarken, şehri içimden hissettim. Yaşamın, o nehirdeki su gibi akıp gittiğini gördüm, bir an durmadı. Ama arkasında, Bursa’da bıraktığım yarım kalmışlıklar vardı. Ailem, dostlarım, hep bir şeyler orada kaldı. Beni oraya bağlayan geçmişim, hep beni oraya çekti.
Bursa’ya her döndüğümde, bir şeyin eksik olduğunu fark ediyorum. Uludağ’ın zirvesinden bakarken, kentin üzerine yağan o ince yağmurun çiğ tanelerine takıldım bir sabah. Sanki zaman durmuştu o an. Camdan bakarken soğuyan yanaklarımda, geçmişin buğulu izlerini hissettim. O sabah, tüm yüreğimle, geride bıraktıklarım için ağladım. O sabahın ayazında, anıların ve kaybettiklerimin acısıyla boğulmuş bir şekilde, her şeyin silinmeyecek izlerini içimde taşıdım.
Bir keresinde Bursalı birine, “Uludağ’a kaç kez gittin?” demiştim. Gidip gitmediğini değil, kaç defa gittiğini merak etmiştim çünkü. "Hiç gitmedim," demişti. Şaşkın bir şekilde, "Nasıl yani?" diye sormuştum. "Aha orada işte," demişti, "her gün görüyorum." İnsan, gözünün önündekini görmemeyi öğreniyor galiba. Zamanla alışmak, görmemekmiş.
Bursa’yı ne kadar gezdimse de, o şehirde bir heyecan kalmadı. O eski taşlar, sokaklar, kaldırımlar artık bana uzaklaştı. Fakat bir sabah, Aralık sonu ya da Ocak başıydı, bir sebepten geri dönmem gerekti. Sabah ezanı okunurken, hiçbirini uyandırmadım. Yönümü Ulu Cami’ye çevirdim. Sabahın erken saatinde, şehrin uyanışını izlemek istedim. Bursa, bana yıllardır yalnızlıkla dolu anılar bırakmıştı. İçimde hep o eski şehrin yaralı izleriyle, ama aynı zamanda bir tazelik vardı, o sabahın ilk ışıkları gibi.
Şimdi, Eskişehir’deyim. Porsuk’un kenarında otururken, bazen Bursa’daki kaldırımları hatırlıyorum. Ulu Cami’nin gölgesini, Setbaşı’nda yürürken tanımadığım yüzlerin tanıdık bir şekilde bana bakışlarını. Eskişehir, bana daha yakın. İçimdeki Bursa, artık biraz solmuş, biraz eski bir fotoğraf gibi. Ama anlamı, hala canlı. Ve fark ediyorum ki, bir şehir sadece fiziksel bir mekân değil, insanın içindeki boşlukla da alakalı. Bursa, çocukluğumdu, Eskişehir ise şimdi yaşadıklarım.
İstanbul’daki geçmişim, Bursa’daki anılarım ve Eskişehir’de bulduğum yeni benliğim, hepsi birbirine karıştı. Biri geçmişimle bana dokunuyor, diğeri beni dönüştürüyor. Mutluluk bir şehre mi bağlıdır? Bir yere, bir zamana mı? Belki de mutluluk, bir şehri değil, o şehirde kendine bir yer bulmayı öğrenmektir. Beni büyüten Bursa, beni ben yapan Eskişehir… Şimdi, iki şehir arasında bir şiirin kıtası gibi duruyorum. Bir tarafım İstanbul’da, bir tarafım Bursa’da, bir tarafım Eskişehir’de. Ne orada tam olarak aitim, ne burada. Her iki şehirde de bir parçam kaldı çünkü; çocukluğum, okul yıllarım, arkadaşlarım hepsi İstanbul’da. Ama belki de insan, ait olmak için değil, anlamak için dolaşır şehirleri.
Ve belki mutluluk, bir şehre ait olmaktan değil, o şehirdeki zamanını ve kendini anlamaktan gelir.
Turgay Kurtuluş
5.0
100% (1)