3
Yorum
17
Beğeni
5,0
Puan
215
Okunma
MALABADİ KÖPRÜSÜ
(Taşlar yoksa kemer de yok)
Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir? Sorusuna hiç değinmeden gideceğim yer ile ilgili birkaç bilgi edinmek için Valiliğin sayfasından ve Vikipedi’den edindiğim bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum…
“Malabadi Köprüsü, Silvan-Bitlis yolunda ve Batman Çayı üzerindedir; iki yana eğimli ve kuzey-güney yönünde uzanan köprü, 38,60 metre açıklıktaki tek bir sivri kemer gözünden ibarettir. Köprü uzunluğu yaklaşık 150 metre olup, tabliye genişliği 7.20 metredir. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 metredir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Malabadi Köprüsü, dünyada taş köprüler içerisinde kemeri en geniş olandır.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde köprüden “Malabadi Köprüsü’nün altına Ayasofya’nın kubbesi girer.” Diye bahsetmiştir.”
“Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı” sağlıyordu bize… Gezmek, görmek ise bununda ötesinde bir şeydi…
Ne çok şey değişti hayatımda. Ne çok insan, ne çok şehir...
Kimi zaman kaçıp kurtulmak kimi zaman bir adım dahi gitmek istemediğim kaç yer...
Kaç kez kovaladım, kaç kez kaçtım ölümün kucağından...
Adını unutmadığım, simasını hatırlamadığım kaç suret. Anladım, ömür bitiyor...
Yolun başında değilim ya sonu ediyor ya da yarısı...
Bakmayın yaşım yolun yarısına bir adım geçtiğine… İnsan, yaşadığı kadar ediyordu.
Güneydoğu sokaklarının duvarlarında gezinirken yazmıştım şu satırlarımı;
“Dar sokaklarından geçerken, ayakkabısız çocuklar büyümüş, PKK kucağı diye bir kucak yapmışlar,
İki evlattan birini oraya salmışlar... İtin uğramadığı, kervan geçmez yerlere mesken demişler...
Henüz yirmisine gelmemişleri silah verip PKK avına çıkarmışlar...
Anladım, ömür bitmiş. Ana-baba öbür dünyaya terki diyar eylemiş. Ecel dediğimiz ha şimdi ha az sonra haber salmış... Hikmet sahibi nice insanlar, Allah’tan rahmet dilemiş... Anladım... Dünyada konup geçmek varmış...”
Yüreğimin yağmur değmemiş tarafına değiyor gözlerin. İzahı yok; kifayetsiz ve fütursuz onca cümleleri karşında kurmaktansa sadece yüreğime değen gözlerinin eşiğinde lâl olmak işime geliyor... Susmak en iyisi… Bugünlerde, pusulası kaybolmuş satırlar salıyorum geçtiğin yollara... Çiğneme ne olursun! Ben neyse de satırlarıma dokunma…
Küçücük bir pencere açıyorum kendi dünyamın içerisine ve sen baktığım o yerde sadece rüyalarıma teşrif ediyorsun. Özlemişim... Sabah oluyor, olan sabahla beraber vazgeçmişlerin adlarının arasına yazıyorum adını. İlmek ilmek ördüğüm seni sabahla beraber salıyorum. İmkânsıza dair ne varsa hepsini sırtıma yükleyip, alıp başımı gidiyorum… Benim muradım, bahardan kalma bu havada; Diyarbakır, Batman, Mardin sınırları arasında…
Kelam yok, kalem yok… Arabanın sağ koltuğuna kurulmuş, sıra sıra dağları izliyorum… Görmeye alıştığım Ege, Karadeniz dağları değil; Güneydoğu dağları… Yapacak bir şey yok toprak açmış ise kollarını, Allah’a ısmarlarız yarım kalmışları.
…Malabadi Köprüsü; Diyarbakır Tarihi Eserler envanterine kayıtlı olan bu köprüyü Batman’dan yola çıkıp ziyaret etme imkânı buluyorum… En çokta “muhakkak uğra” dediğin için gidiyorum oraya.
Daha yola çıkmadan önce küçük bir kâğıda “Malabadi” yazıp; muhakkak uğra diye de eklemiştin. Burdur’dan Batman’a uğurlayan tek şey, gözlerin ve kâğıda yazıp uğurladığın cümleydi. Senden bir hatıra kalsın diye verdiğin kalem ise hala yanımda…
Hemen yolun sağındaki tek başıma, gelen giden insanları izleyen ağaç dikkatimi çekiyor. Ne ağacı bir türlü çıkaramıyorum; çokta üzerinde durmadan köprünün ucuna doğru yöneliyorum…
Kendi sesimi duyacak şekilde, “gece rüyama teşrif etmenin sebebi bu köprüydü” demek diyorum… Biliyordun, hissetmiştin belki de… İlk görev yerindi, Tarihi anlatmak için geldiğin bu şehirde ilk ziyaret ettiğin yer… Çektiğin o cefaları gururla anlattığın günü anımsıyorum… Daha bir dik başım, daha bir göğsüm kabarıyor. Yıllar sonra ayak bastığın bu yerlerde olmanın huzurunu kendime izah etmeye çalışıyorum…
Aheste, aheste yürüyorum kemeri oldukça geniş olan bu taş köprünün üzerinde… Kervanların özellikle kış mevsiminde barınak olarak kullandığı iki odadan solda ki odaya giriyorum, ilk önce… Demir parmaklarının ardından izlediğim baraj; acı bir bakış atıyor sanki… Bir şeyler anlatmak istiyor, cesaret edemiyor…
Ellerimi, taş duvarlara süre süre çıkıyorum dar merdivenden köprünün kemerine doğru. İleride köprünün üzerinde oturan gençlere dikkat kesiliyorum. Ellerinde saz, eğleniyorlardı. Onlar oranın yabancısı olduğumu her halimden anlamıştı. Hiç unutmuyorum, bir dostum Batman ile ilgili düşüncelerini paylaşırken “dağdaki çobanı, evdeki hanımı, sokakta gezen adamına varıncaya kadar herkese dikkat etmen gerekir burada ilmi siyaset bilmeyen yoktur.” Demişti. Bu gençlerde onlardan bir kaçıydı… Birkaç hatıra fotoğrafından sonra onlardan ayrılıp duvarın üzerinde oturup, ayaklarımı aşağıya sarkıtıp etrafı izlemeye koyuldum… Neler geçmiyordu ki aklımdan, neleri kurmuyordum…
Aylar önce okuduğum; Moğol İmparatoru Kubilay Han ile gezgin Marco Polo arasında geçen diyaloglardan oluşan “Görünmez Kentler” kitabı geliyor aklıma. (Kitap göstergeler üzerinden kurgulanan elli beş kentin betimlenmesinden oluşuyor.)
Bir bölümünde şöyle bir diyalog geçiyordu;
Macro Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
- Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi? Diye soruyor Kubilay Han.
- Köprüyü taşıyan şu taş bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavisi, diye cevap veriyor Marco.
Neden sürekli taşları anlattığını anlamayan Kubilay Han
- ‘neden taşları anlatıp duruyorsun? Beni ilgilendiren tek şey kemer’ Diye çıkışır.
Marco:
- Taşlar yoksa kemer de yok” der…
Taşlar yoksa kemerde yok… O zamanda bu devası yapıtı nasıl yapmışlardı acaba? Taşları birbiri üzerine nasıl eklemişlerdi? Kaç kişi çalışmıştı. Bu taşları nereden, nasıl getirmişlerdi… Bunları düşünürken aklıma Aydın, Nazilli, Denizli arasında yol kenarlarında beni hayrete düşüren o kayaları hatırlıyorum…
Dönüp dolaşıp yolum yine sana çıkıyordu. Köprünün tam orta kısmına geçip Hasan Keyf tarafına göz gezdiriyorum. Kulağıma çalınan bağrışmalara, sazın sesine derken kendi sesimi kapatıp yanımdaki yoldaşa;
- Vakit dar, gitmemiz gerekiyor diyorum…
Adım adım araca doğru yol alırken aklıma Emekli Vali Sayın Murat Yıldırım’ın zahmet edip göndermiş olduğu “gezdiklerim gördüklerim” adlı kitabı geldi… Duru bir dille yazılmış olan bu kitap farklı coğrafyalardan alınmış tatları birkaç görselle bizlere sunulmuş. Bir zaman başucu kitabı yaptığım bu eseri neden parça parça okuduğumu düşündüm…
‘Çok önemli mi bu?’ Deyip arabaya çoktan kurulmuştum… Eğer gönderilen hediyeyi teşekkür etmek istiyorsan adam akıllı bir daha okuyup, kitap ile ilgili bir şeyler yazman gerekmez mi? Şeklinde kendi kendime eleştirdikten sonra yoldaşa dönüp;
-gidiyorum dedim… Bu sefer koltuğun sol tarafındaydım…
“Her şeyin sırrı belki de hangi sözcüklerin söyleneceğini, hangi jestlerin yapılacağını, bunların sırasını ve ritmini bilebilmek” ten geçiyordu.
Ve bazı sözler, şehirler gibi bazı insanlarda bilinmiyordu. Bilmediğim, cevabını dahi alamayacağım sorularımı köprüde bırakıp yola revan oluyorum…
Ismahan ÇERİBAŞI
5.0
100% (4)