0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
144
Okunma
Özgürlük, insanın inançlarını, düşüncelerini ve yaşam tarzını samimi bir şekilde benimsemesini sağlayan temel unsurdur. Ancak özgürlüğün olmadığı, bireylerin düşüncelerini, inançlarını ve hatta kimliklerini baskı altında şekillendirmek zorunda kaldıkları bir toplumda din, asli amacından uzaklaşarak bir formaliteye dönüşür. Böylesi bir toplumda, dini değerler samimiyetle yaşanmaz; aksine, yüzeysel ve şekilci bir ritüel haline gelir. Bu durum, bireyleri münafıkça davranışlara iter ve zamanla toplumun genel karakterini belirler. Güvenin yok olduğu, eminliğin anlamını yitirdiği, dinin şeklen kutsandığı ama özünün terk edildiği böyle bir toplumda, bireyler anlamsız bir yaşam döngüsüne hapsolur.
Bu yazıda, özgürlüğün kısıtlandığı toplumlarda dinin nasıl yozlaştığını, bireylerin nasıl münafık bir yaşama sürüklendiğini ve bunun toplumda nasıl bir güvensizlik ortamı yarattığını ele alacağım. Özellikle Türkiye örneği üzerinden, tarihsel ve güncel gelişmeler ışığında bu sorunu irdeleyeceğim
1. Özgürlüğün Olmadığı Yerde Din Ne Hal Alır?
Özgürlük, bireyin imanını ve ibadetini içtenlikle gerçekleştirebilmesini sağlar. Ancak baskıcı bir ortamda din, bireyin inanç dünyasını şekillendiren bir kılavuz olmaktan çıkar ve bir kontrol mekanizmasına dönüşür. Bu tür toplumlarda:
Dindarlık bir statü sembolü haline gelir: İnsanlar gerçekten inandıkları için değil, toplumda kabul görmek veya çıkar sağlamak için dini yaşar görünürler.
İçtenlik yerini gösterişe bırakır: Samimi ibadet yerini şekilciliğe bırakır; namaz kılınır ama rüşvet de alınır, oruç tutulur ama kul hakkı da yenir.
Dini kurallar içi boş ritüellere dönüşür: Din, ruhu besleyen bir sistem olmaktan çıkıp, belirli semboller ve ritüellerden ibaret hale gelir.
Baskıcı otoriteye hizmet eden bir araç olur: Din, toplumu baskı altında tutmak ve meşruiyet sağlamak için kullanılır.
Tarihte ve günümüzde bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Osmanlı’nın son dönemlerinde ulemanın devletin baskıcı politikalarını meşrulaştırması, 1980 sonrası Türkiye’de darbecilerin dini sembollerle halkı manipüle etmesi ve günümüzde dinin siyasi amaçlarla araçsallaştırılması bu sürecin birer örneğidir.
2. Türkiye’de Din ve Münafıklık İlişkisi
Türkiye’de din, özellikle son yüzyılda büyük dönüşümler yaşamış, devlet ve toplum ilişkileri bağlamında farklı anlamlar kazanmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında din, kamusal alandan silinmeye çalışılırken, sonraki dönemlerde siyasi ve ekonomik çıkarlar için kullanılan bir araç haline gelmiştir. Ancak bu süreç, bireylerin samimi bir iman hayatı yaşamasını engellemiş ve münafıklık kültürünü beslemiştir.
a) 1980 Sonrası Dinin Politik Araç Haline Gelmesi
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, askeri yönetim “Türk-İslam Sentezi” adı verilen bir ideolojiyi benimseyerek, dini devletin ideolojik bir unsuru haline getirdi. O dönem, dine yönelik bir baskı görünmese de, dinin içeriği değiştirildi. Devletin kontrolündeki bir din anlayışı inşa edildi ve samimi inanç yerine, siyasi bir din söylemi gelişti.
b) 2000’lerden Sonra Dinin İktidar Aracı Olarak Kullanılması
2000’li yıllarla birlikte din, siyasi iktidarın en güçlü aracı haline geldi. Ancak bu süreç, dini değerlerin içselleştirilerek yaşanmasını teşvik etmek yerine, onu bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya yöneldi. Bunun sonucunda:
Dindar olduğu iddia edilen çevrelerde ahlaki yozlaşma arttı.
Din, sadece belli ibadetlerle sınırlı bir kavram haline getirildi.
Dinin özüne uymayan, ancak dine referans veren davranışlar normalleşti.
Halkın güven duygusu aşındı; insanlar birbirine karşı emin olma duygusunu kaybetti.
3. Toplumda Güvenin Yok Olması
Özgürlüğün olmadığı bir ortamda bireyler iki yüzlü davranmaya itilir. Bir yandan dini vecibelerini yerine getiriyormuş gibi yaparken, diğer yandan fırsat bulduklarında menfaatlerini önceleyen bir tutum sergilerler. Bu da toplumun temel güven duygusunu yok eder.
İnsanlar birbirine güvenmez, çünkü herkesin sahte bir kimlik taşıdığına inanır.
Rüşvet, yolsuzluk ve torpil, dini söylemlerle meşrulaştırılmaya başlanır.
"Dindar" olarak görünen kişilere bile şüpheyle yaklaşılır, çünkü dinin samimiyetten uzak bir imajı oluşmuştur.
Türkiye’de, özellikle son yıllarda bu güven kaybı açıkça gözlemlenmektedir. Geçmişte dini değerler üzerine kurulu ilişkilerde bir güven vardı; komşuluk, ticaret, aile ilişkileri sağlam bir etik çerçevede yürütülürdü. Ancak günümüzde insanlar, kendilerini dindar olarak tanımlayan kişilere bile temkinli yaklaşmak zorunda hissediyor.
4. Gerçek Din ve Özgürlüğün Önemi
Özgürlüğün olmadığı bir toplumda din, insanları ahlaki ve manevi anlamda olgunlaştırmak yerine, bir baskı ve kontrol aracına dönüşür. Bu da samimiyetsizliğe, münafıklığa ve toplumsal çürümeye yol açar. Oysa dinin asıl amacı, insanın iç dünyasında anlam bulmasını sağlamak, ona bir değerler sistemi sunmaktır.
Türkiye gibi toplumlarda, dini samimiyetle yaşamak isteyen bireylerin özgürlük alanı genişletilmeli, dinin bir siyasi ve ekonomik araç olarak kullanılmasının önüne geçilmelidir. Aksi halde, dini değerlerin yozlaşması devam edecek, bireyler şekilsel bir dindarlık içinde boğulacak ve toplumun temellerini oluşturan güven ve eminlik duygusu tamamen yok olacaktır.
Sonuç olarak, özgürlük olmadan din sadece bir ritüeller bütünü haline gelir, inanç içselleştirilmez ve toplumda münafıklık kültürü yaygınlaşır. Bu döngüyü kırmak için dinin içeriğine, ahlakına ve samimiyetine geri dönmek gerekir. Ancak bunun yolu, bireylere düşünce ve inanç özgürlüğü tanımaktan, dinin bir baskı unsuru olmaktan çıkıp, gerçekten bireyin vicdanıyla buluştuğu bir alan haline gelmesini sağlamaktan geçer.
Erol Kekeç/20.03.2025/Sancaktepe/İST