0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
64
Okunma
Yusuf, Her sabah saat tam 6:30’da uyanır, banyoya girer, tıraş olur, Aynı düz çizgide kesilmiş saçları ve yüzüne maşayla işlenmiş gibi duran ciddiyetiyle aynaya bakardı. Her gün aynı gömlek ve takım elbise kombinasyonlarını giyerdi; sabahları beyaz, çarşamba lacivert ve cuma günü koyu gri. Bu bir alışkanlık değil, adeta bir ritüel gibiydi. Oldukça düzenli ve dakik bir memurdu Yusuf. Saat 8:00’de işyerinde olur, ekrana bakan gözlüklerinin ardından belgelerle kafa kafaya verir ve akşam 17:00’de masasında bıraktığı düzenle aynı düzenle yerinden kalkardı.
Hayat, bir metronomun ritmine hapsolmuş gibiydi; her tik, bir öncekiyle aynı, her tak, bir sonrakine gebe.
Bu döngü, onun varoluşunun omurgası olmuştu. Peki, bu omurga neyi taşıyordu?bu soruyu kendine sormaktan bile kaçınırdı. Sorular, düzeni bozardı.
Ama bu düzenin içinde bir sıkışmışlık vardı; dışarıdan pırıl pırıl tertipli görünse de, Yusuf’un içinde fırtınalar kopuyordu.
Her akşam evine döndüğünde kendine sormadan edemezdi, "Bu muydu yaşam dediğin? Bu tekrardan ibaret döngü müydü?" O soruyu her düşündüğünde bir ürperme hissederdi. Yıllarca bir boşlukta döner gibi hissettiği bu düzen, dediklerine göre güvenli, hatta saygın bir yaşam demekti. Ancak Yusuf her geçen gün bu saygınlığın ona kalın bir duvar gibi hissettirdiğini fark ediyordu.
Bir gün bir şey oldu. İşten eve dönerken, her akşam geçtiği yol üzerinde yeni açılmış eski püskü bir sahaf dikkatini çekti. Şiddetli bir merakla içeri girdi. Tozlu raflarda bir kitabın sırtında yazılı bir cümle Yusuf’un bütün düşüncelerini altüst etti: “Hayat, cesur sorular sormayan ruhları affetmez.”
Bu cümle Yusuf’u büyülemişti. Kendisine yıllardır cesurca bir soru sormadığını fark etti: Ya bu düzen, bu güvenli yaşam, bu sabit döngü... yanlışsa? Korkuyla karışık bir dürtü kitapla birlikte başka kitapları da almasına sebep oldu. Artık evi bir kütüphane köşesine benziyordu. Geceleri belgelerini hazırlamak yerine, Tolstoy, Nietzsche, Henry David Thoreau ve Jack Kerouac gibi isimlerin yolculuklarına dalıyordu. Evrenin döngüsünde gezginlerin yaşamlarına tanık oluyordu.
Bir gece, Yusuf karar verdi. O cesur soruyu sorarak başlayacaktı: "Yaşam dediğim şey değiştirilemez mi?"
Ertesi sabah uyanmadı. Daha doğrusu, sabah 6:30’da çalan alarmını susturmadı. Tıraş olmadı. Masasına yerleştirdiği o düzenli dosyalardan birine yazdığı istifa mektubunu koydu. Tüm yaşamını bir sırt çantasına sığdırarak evinden çıktı. Gideceği bir yer, bir plan bir harita yoktu. Sadece gitmek, uzaklaşmak, bulmak istiyordu.
Yusuf’un ilk durağı bir tren istasyonu oldu. Hiçbir bilet almadı; trenlerin kalkış saatlerine baktı ve akşamın alacakaranlığında rastgele bir trene bindi. Tren şehirleri aştı; istasyonlarda durdu; yüzler, diller, kokular değişti. Yusuf trende hiçbirine bağlanmadı, bir yandan da her biri biraz onundu. O eski monotonluğa meydan okurcasına, her sabah yeni bir uyanışı kendisine armağan etti.
Ardından bir uçak bileti aldı. Almanya, Hindistan, Peru, Moğolistan… Her ayak bastığı şehir Yusuf için yeni bir felsefi öğretmen gibiydi. Berlin’de bir meydanda otururken, bir sokak sanatçısının yanına ilişti. Sanatçının özgürlüğü Yusuf’a ilham verdi ve içinden ne eğitimi belli olmayan bir ressamın bir hikayesini yazdı. Hindistan’da sade bir çadırda birkaç gün geçiren bir derviş ona şöyle dedi: “Hayat bir patika ve patikalar senin cesaretinle şekillenir. Hangisini seçeceğin, senin için her şeydir.”
Zamanla Yusuf kendisini bir filozof gibi düşünürken buldu. Belki şehrin karanlığında zihnini çürüten düzenin içinde bir sıkışıklıktan ibaret sandığı yaşam, aslında ona evrenin genişliğinde kendi yerini sorgulamayı öğretmişti.
Yusuf bir seher vakti, And Dağları’nda bir tepeden baktığı gün, hayatını düşündü. Derin bir nefes aldı ve güneşe döndü. "Bir zamanlar bir memurdum," dedi kendi kendine, "içinde sıkışıp boğulduğum bir düzenin sadık kölesi. Ama şimdi... şimdi sadece dünyaya uyum sağlamaya çalışan bir gezginim."
Hayatını taşırken fark ettiği en büyük hakikat, yaşamın monotonluğu değil, monotonluğu kıracak cesaretin eksikliğiydi. Bu cesareti bulan Yusuf, sadece dünyayı değil, kendini de yeniden keşfetmişti. Mutluluk bir başarı değil, bir keşifti onun için. Bir gün, bir yerde durduğunda, elinde tuttuğu bir deftere şu notu yazdı:
“Dünya aslında bir aynadır; ona baktığında ne görmek istediğine karar verirsen, onu görürsün. Kendimi göremediğimde yaptığım tek şey, aynayı ters çevirmek oldu. Ve o vakit kendimle, yolculuğumla tanıştım.”
Yusuf’un hikayesi sona ermedi. Çünkü bir gezginin hayatında "sonlar" yoktur. Yalnızca yeni başlangıçlar vardır. Düzen ve kaostan, duraklama ve hareketten...
Kendine şöyle derdi: “Her durakta biraz daha kendimi buluyorum.”