1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
243
Okunma
DİVAN EDEBİYATI
Memleketimizde bize has bazı kadim edebiyat akımları var ki, kendim de dahil uzmanı dışında hiç kimsenin bu akımlar hakkında doğru-dürüst bilgi sahibi olduğuna inanmıyorum. Bunlardan biri ve hatta en mühimi de Divan Edebiyatı’ydı. Henüz kanımızın deli aktığı delikanlı çağımıza, yani lise yıllarımıza denk gelmiş olduğu için midir nedir, ben bu Divan Edebiyatı’na oldum-bittim ısınamamış, bugün de dahil olmak üzere bir yakınlık hissedememişimdir.
Bunda bu edebiyatın Farsça ve Arapça gibi iki zor ve hatta girift dilin tahakkümü altında hayat bulmuş olması da etkendir. Mükemmele yakın düzeyde Osmanlıca öğrenseniz bile değişen bir şey olmayacaktır. Üç dört mısralık bir divan şiirinde dahi bilmediğiniz en az beş-on kelime, tamlama v.b. bulunacaktır.
Mesela ben bugün ’Tizi reftar olanın payine damen dolaşır’ mısraının ’Acele edenin ayağına, bacağına eteği (yani o vakitler erkeklerin de giydiği entarileri falan düşünürsek) dolaşır ve yere düşer’ anlamına geldiğini bilebilirim ama bir ortaokul, bir lise öğrencisinin bunu bilmesine imkan yoktur. Yine ’Vech-i hurşitinize münevver demişler’ dizesinin ’güneşli yüzünüze aydın, aydınlık demişler’ demek olduğunu bilirim ama bir liseli nasıl bilsin? İster istemez İnternete, arama motorlarına müracaat edecektir.
Bunda Divan Edebiyatı’nın ve onun uygulayıcılarının bir kabahati yok. Kabahat bilhassa Cumhuriyet Devrinde genç beyinleri ısrarla failatün’larla, mefailünlerle falan meşgul edenlerde.
Divan Edebiyatı şairlerinin, mesela Fuzuli’nin, Baki’nin, hele de İstanbul şairi Nedimin kendilerini halka, ne bileyim bugünkü gibi bir yayınevine, bir dergiye falan beğendirmek gibi bir dertleri, bir kaygıları yoktu ki. Kimisi Padişahın övgüsüne mazhar olmak, kimisi işi görülsün diye birtakım mısralar düzmüşler. Onu da ancak saray ve saray çevresi, yani kısıtlı bir çevre anlamış. Halk zaten Türkçe konuşup Türkçe okuyordu.
Damdan düşerek öldüğü rivayet edilen Lale Devri şairi Nedim’in gönlünü eğlendirmek, gününü gün etmek için şarkılar yazdığı su götürmez. Tabii damdan düşerek ölünce Lale Devri de ister istemez sona ermiş.
Öyle olunca insanın aklına bir divana uzanıp ebedi yatan ve durmadan edebiyat yapan birileri geliyor (tabii bu arada ’divan’ bu şairlerin şiirlerini yazdıkları defterdi). Baksanıza bizim Nedim’e. Saraydan çıkmaya tenezzül edip de halkın arasına bile karışmamış. Lale Devri’ne karşı bir isyan esnasında çıkmak zorunda kaldığı damdan düşmüş. Eh, damdan düşenin halinden sadece damdan düşen anlayacağına göre bizim Divan Edebiyatını, onun varoluş ve işleyiş gayesini anlamamız pek mümkün değil.
Elbette Lale Devri onlar içindi. Halk ise zaten dünya kuruldu kurulalı sade suya (et suyuna bile değil) tirit devrinden öteye geçememişti.
Şimdi işler nasıl yürüyor, neler olup bitiyor, çok uzun zamandır eğitim-ögretim hayatından uzak olduğum için herhangi bir bilgi sahibi değilim ama bizim öğrencilik çağımızın şöyle de bir garabeti vardı: Bu kadar yoğun Divan Edebiyatı derslerine karşılık müfredatta bir Osmanlıca dersi asla bulunmazdı. Hatta böyle birşeyi düşünmek, teklif etmek bile abesle iştigal sayılırdı. Halbuki Batılı ne yapıyordu? Gençlerimiz hiç olmazsa Shakespeare’i anlayabilsin, okuyabilsin diye okullara mecburi Latince dersi koyuyordu. Latince nedir? Bir anlamda Batının Osmanlıcası işte.
Gerçi, laf aramızda, halen hayatta olduğunu öğrendiğim lise edebiyat öğretmenim oldukça donanımlı ve kültürlü, edebiyata hakim bir hocaydı, Divan Edebiyatı’nı da pek güzel, ne bileyim mesela Fuzuli’nin Su Kasidesinden, onun ’Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar’ şeklindeki taşlamasından yola çıkarak falan anlatırdı ama yine de ergenlik çağının hissi sorunları bir yerde odaklanmamıza engel olabiliyordu.
(Bu arada liseden mezun olalı tam otuz iki yıl olmuş. Dile kolay.)
Divan Edebiyatı süslü ve sanatlı, manidar bir nazım akımıydı. Mesela, ’Geçmiş zaman olur ki, Hayali cihan değer’ derken şair hem imzasını (Hayalî) atıyor, hem de geçmiş zamanın hayalinin bile dünyalara değer olduğunu vurguluyor. ’Baki, kalan bu kubbede hoş bir sada imiş’ mısrası da yine aynı şekilde hem şairin imzasını içine alıyor hem de dünya hayatında baki olanın, geriye kalanın sadece hoş bir sada olduğunu vurguluyor.
Elbette insan isterse, o sahada çaba gösterirse, bir de eğilimi varsa, Divan Edebiyatı’nı da okur, bu edebiyat türünden zevk alır. Nitekim yakın tarihte kimi profesörler, edebiyat insanları kültür merkezlerinde yoğun ve sürekli olarak verdikleri Divan Edebiyatı seminerleriyle halkın bu alanda belli bir dereceye kadar bilgi ve fikir sahibi olmalarını sağladılar. Vaktiyle bendeniz de bunların birkaçına katılmıştım.