0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
220
Okunma

Cuma günüydü. İstanbul’un göbeğinde, metronun girişinde biriken insan kalabalığı, sabır sınavı gibiydi. Bir yerlere yetişme telaşı, insanların yüzüne yansımıştı. Giriş neredeyse tıkanmıştı; insanlar bir yere ilerlemekten çok, birbirini engelliyor gibiydi. Bu karmaşanın tam ortasında, gözlerim genç bir kıza takıldı. Siyah çerçeveli gözlükleri ve omzuna asılı çantasıyla belli ki bir öğrenci. Göz göze geldik, bir anlık tereddütten sonra o da aynı şeyi düşündü sanırım: Buradan geçiş imkânsız.
Birlikte başka bir giriş bulmak için koşar adım uzaklaştık. Birkaç metre ileride daha tenha görünen bir kapıya ulaştık. Ancak merdiven başında bir grup insan bekliyordu. “Kapı nerede?” diye sorduğumda, bir adam gevşek bir tavırla, “Kekle içerdi,” diye mırıldandı. Anlam veremedim. Genç kız da şaşkınlıkla yüzüme baktı. Birkaç saniye sonra anladım ki, bu insanlar abdest alıyorlardı.
Adamın umursamaz hali sinirimi zorluyordu. “Söylesenize! Bizim derdimiz araca yetişmek,” dedim. Adam, sanki konuşmam onu ilgilendirmiyormuş gibi, “Önce abdest alın, sonra...” diye yanıtladı.
Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. “Benim abdestim var, senden mi öğreneceğiz? Sen din tüccarlığı yapıyorsun,” diye karşılık verdim. O an, tartışmanın gereksiz bir yere varacağını anladım. Genç kız koluma hafifçe dokunarak, “Gel, buradan gidelim,” dedi.
Merdivenlerden hızla aşağıya indik. Bu küçük kaosun içinde yolumuzu bulmuş olmanın rahatlığıyla nefeslenirken, kızla aramızda bir sohbet başladı.
“Burası gerçekten çok karışık,” dedi gülümseyerek.
“Haklısın,” dedim. “Eskiden bu kadar kalabalık değildi. Ben de burada okumuştum yıllar önce.”
Şaşırmıştı. “Hangi bölüm?”
“Sosyoloji. O zamanlar Türkiye’de sadece dört üniversitede vardı.”
Gözleri parladı. “Ciddi misiniz? Ben de burada uluslararası ilişkiler okuyorum.”
O anda, yılların nasıl geçtiğini fark ettim. Üniversitede geçen günlerim, dersler, tartışmalar, kütüphanelerde geçirilen saatler… Gençliğimin en güzel yılları bu kampüste geçmişti. Şimdi önümde duran bu genç kız, o günlerin bir aynası gibiydi.
Konuşmaya devam ettikçe, kendimi geçmişe daha da yakın hissettim. Ona o dönemdeki Türkiye’den, sosyoloji bölümlerinin nadir bulunmasından ve nasıl idealist bir öğrenci olduğumdan bahsettim. “O zamanlar bir şeyleri değiştirebileceğimize inanıyorduk,” dedim, hafif bir hüzünle. “Ama şimdi bakıyorum da, aynı hayalleri kuran gençlere umut bağlamaktan başka çaremiz yok.”
O, gözlerini yere indirip, “Belki de sizin hayalleriniz, bizim gerçekliğimiz olur,” dedi. Bu cümle beni hem sevindirdi hem de düşündürdü.
Merdivenlerin sonuna geldiğimizde, kapıyı bulmuştuk. Metroya binecek kadar zamanımız vardı. Yine de bu küçük karşılaşma, bir yere yetişme telaşından çok daha fazlasını ifade ediyordu.
Tam vedalaşırken kız, “Sizinle tanışmak güzeldi. Belki bir gün kampüste tekrar karşılaşırız,” dedi.
Gülümseyerek, “Kim bilir? Belki de yollarımız yine kesişir,” diye cevap verdim.
Metroya bindiğimde, düşüncelerim hâlâ onun sözlerinde ve kendi geçmişimdeydi. İnsan, bazen hiç ummadığı bir yerde, hiç tanımadığı bir yüzle hayatın kendisini bir kez daha hatırlattığını hissediyor. O gün, İstanbul’un kalabalığında yalnızca bir kapı aramıyordum; geçmişime ve geleceğe açılan bir pencere de bulmuştum.
Erol Kekeç/28.01.2025/Sancaktepe/İST