1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
246
Okunma
Günümüzden yaklaşık otuz yıl önceydi . Edirne Lisesi son sınıf öğrencisiydim. Yatılı okulda dördüncü yılımdı. Son seneye başlamanın ve artık lise öğrenimini tamamlamanın heyecanı içerisinde başlamıştı yeni öğretim yılı. Yatılı okulda artık bizden daha büyük sınıflar kalmadığı için en kıdemli bizdik. İlk geldiğim yıl ile son yılım arasında kalan dört koca yıl , onca yaşanmışlık , arkadaş ortamı , hocalar ile acı tatlı anılar ne varsa bir binada yaşanmıştı. Yurtlarda kalanlar çok iyi bilirler ki ,okul sadece gün ile sınırlı bir öğrenim süreci değildir. Okul saatleri bittiğinde planlı bir disiplin sarmalıdır yurt. Yemek saati , ders çalışma için toplu etüt saati , yurda giriş ve çıkış saatleri , sabah kalk saati hepsi askeri bir disiplin içerisindedir. O yüzden kaç ay askerlik yaptın diye sorduklarında dört yıl ve on sekiz ay derim. Firar mı ettin diye çok defa ikinci soruyla karşılaşıp gülümsemiş ve yaşamaktan firar ettim diye cevaplamışımdır.
Liseye başladığım 1992 yılında köy okulundan , şehirde lise hayatına geçiş yapan 12 yaşında bir çocuğun yurda verilmesi nasıl bir duygu anlatmam için tabiri caizse yaşamadan anlayamazsınız demek kafidir. Yaşayanlarınız vardır mutlaka o duyguyu. Kocaman bir boşlukta , bir siz varsınız birde size karşı bir dünya gibi. Herkes , her şey yabancı , okul , şehir, yattığın yatak , koğuşta yabancı bir kalabalık , kıyafetlerin dolabında ama kilitlemek zorunda olduğun bir dolapta. Tıpkı senin gibi herkes bir birine kuşkuyla yaklaşmakta. Alışık olmadığım üst kattaki ranzamdan kaç defa düştüğümü bilmiyorum. Son seferinde kolum kırılmıştı tek hatırladığım o.
Çocukluktan itibaren günlük okul harçlığı ile okula giden bir çocuğun eline bir aylık harcaması birden verilince o parayı dengeli harcama ve çaldırmama korkusu ile yaşamak. Ay sonunu getiremeyen memur psikolojisine çocukken alıştırılmak gibi . Yurt yemekleri çoğu zaman yenmeyecek kadar kötü olduğunda kantinlere koşup tost yemek ve kaçınılmaz son , ayın en az 15 günü kedinin ciğere baktığı gibi aç kaldığında kantinde tost yiyenleri seyretmek. Başını öne eğip yurda dönüp yakalayabilirsen yemek bitmeden sıraya girmek yakalayamadığın zamanlar masalarda kalan ekmekleri toplayıp tuzlayıp yemek. Tuzlu ekmek yediğim günleri hiç unutmam...
Yurdun hemen arkasında bulunan bir market vardı. Bizden yaşça büyük olan abilerimiz gecenin bir vakti bizi uykudan uyandırır , elimize para verir , sigara ve diğer yiyecek ihtiyaçlarını aldırırlardı. Yat saatimiz akşam dokuz olduğundan , ışıklar kapatılır , nöbetçi öğretmenler o gece bütün koğuşları tek tek dolaşırdı. Uykunun en tatlı yerinde uyandırılıp markete gönderilmenin , hele birde kış aylarında ki Edirne’nin meşhur soğuk gecelerinde çok zordu. Alt kattaki nöbetçi öğretmeni atlatmak adına ikinci kat penceresinden aşağı atlamak , yurda tekrar gelirken ikinci kattan sarkıtılan çarşaflara tutunarak yukarı çıkmak , bildiğin bir komando okulu anısıydı. Eller buz keser , o çarşaf iğne olur batardı ellerinize. Çoğu zaman ağlamamak için zor tutardım kendimi. Üst sınıfların bu gaddar tutumlarını öğretmenlere şikayet etsek , bizi sabaha kadar uyutmazlardı. Sesimizi çıkarmazdık , zaten bir yıllık bir çileydi , bir sonraki sene gelen alt sınıf devralıyordu o görevi. Yemek sırası da sınıf sınıf ayrılırdı. Üst sınıflar sıraya geçmez , yemeğin en iyi yerini yerlerdi. Çünkü yemek dağıtanlar her zaman üst sınıftan seçilir , yurt temizliği ise en alt sınıflardan nöbetçi öğrenci adıyla seçilirdi. Ayda bir sefer sıra gelirdi bana. O gün okula gidilmez , temizlik görevlisinin yardımcılığını yapardık.
Lise son sınıfa geldiğimde ben hiç kimseye gaddarlık yapmayacağım diye söz vermiştim kendime. Yapmadım da...
Harçlığı biten öğrenci hemen belli ederdi kendini , çok zaman onları fark edip yanıma çağırır ve beraber tost yiyelim mi diye sorardım. Üst sınıftan bir öğrencinin çağırmasından dolayı olan korku yerini gülen bir yüze bırakırdı. Mutlu ederdi beni paylaşmak. Kolay bir çocukluk yaşamadım , belki öksüz büyümedim ama öksüzlüğü çok hissettim. Çok defa bir duvar kenarına çöküp ağladığım olmuştur. İşte böyle zamanların birinde yoldan geçen kirli sakallı , yamalı pantolon , eski bir ceketi olan altmışlı yaşlarda bir amca diz çöktü yanıma. Gözlerimin içine bakarak ;
-Bu güzel gözlere yakışıyor mu ağlamak ? Neden ağlıyorsun küçüğüm diyerek bana sarılmıştı.
Bende sarılmıştım ona , baba şefkati özlemiyle. Ama söyleyemedim neden ağladığımı , çünkü bende bilmiyordum ki. Ağlamak gelmişti içimden , sahipsizliğime , sevgisizliğime. O günden sonra o amcayı defalarca gördüm Edirne’de. Çoğu zaman çöp karıştırıyordu. Çöpten yemek yediğini düşünür , yurttan iyi yemek çıktığında ekmek arasına koyar onu arardım sokak sokak , ama aradığım hiç bir zaman bulamadım. Bende çöp kenarında kedi ve köpeklere verirdim yemeği.
Bir gün fırında tavuk çıkmıştı , yarısını didikleyip ekmek arasına koyup amcayı aramaya çıktım. O gün ilk defa denk geldik.
- Amca beni hatırladın mı ?
- Sen geçen yıl duvar dibinde ağlayan çocuk değil misin ?
- Evet amca , sana getirdim bu yemeği yer misin ?
- Yok ben tokum
Boynumu büktüğümü görünce sanırım dayanamadı
- Gel hadi gel küsme hemen , beraber yiyeceğiz ama
Tamam diyerek ekmeği ikiye böldüm , yarısını amcaya uzattım yarısını kendim yedim. Elinde bir poşet vardı , poşetten bir kitap çıkardı ;
-Al bu senin olsun
Kitabı elime aldım , sayfaları sararmış ama kitap kokusu hala üzerindeydi. Bitmeyen Kavga isimli John Steinbeck ’in eseriydi.
- Tutuşundan belli sen kitapları okşar gibi nazikçe tutuyorsun , sanırım kitap okumayı seviyorsun.
-Çok severim , peki amca sen bu kitapları nerden alıyorsun ?
- Çöpten
- Olsun , kitap pislik barındırmaz amca , sen okudun mu peki bu kitabı ?
-Okudum elbette , zaten dün buldum onu , akşam okudum
-Bir gecede mi amca?
-Şu sokak lambasının hemen altında diyerek ilerideki sokağın köşesindeki sokak lambasını işaret etti.
- Peki bu soğukta nasıl durdun bütün gece amca
-Kitabın sıcaklığı ısıttı içimi .
Gülümsedim o da güldü , ilk defa güldüğünü görmüş sevinmiştim. Uzun süre yüzüne baktım , her kırışıklık derin bir yaşam iziydi benim için. Biraz çekinerek te olsa sormadan edemedim ;
- Ben senin çöpten yiyecek aradığını sanıyordum , oysa sen kitap arıyormuşsun amca
Yüz şekli değişti , belli ki soruma kızmıştı , yine de yanağımı okşadı , ayağa kalkıp giderken ;
- İnsanlar neye aç ise onu arar , neye geç kaldıysa onu çağırır ve neyi hedef aldıysa bir o kadar da ıskaladıklarının değerini anladığında hedefin ne kadar boş olduğunu anlar. Sen iyi bir çocuksun , oku ama okul okuduğun kadar değil kitap okuduğun kadar adam ol.
Bu sözleri ettikten sonra başımı son kez okşayarak oradan uzaklaştı. O günden sonra ismini bile soramadığım o amcayı bir daha göremedim. Zaten o yıl mezun oldum . Okulun son günlerine bir kaç gün kala kaldığımız yurdun temizlik görevlisi Bop takma ismini verdiğimiz , bizi çok seven Abdullah amcaya bahsettim , tanıyıp tanımadığımı sordum.
Abdullah amca ;
- Tanımıyorum ama hikayesini biliyorum , seksen darbesi sırasında savcıymış , bir genç yasaklı kitap taşıdığı için içeri alınmış , ne kadar karşı çıksa da o gencin asıldığını öğrenince , kendisini affetmemiş ,istifa etmiş. Eşi ve çocukları onu terk etmiş , kendini cezalandırmak için sokakta yaşamaya başlamış zavallı bir adam. Bundan üç yıl önce sohbet ettim onunla neden diye sorduğumda anlattı , hatta bana en son şu cümleyi kurdu ;
- Gençlerin öldüğü yerde benim en son nerede nefes aldığımın ne önemi var ,o gencin son nefesini verdiği yerde bende öldüm.
Bu cümlelerden sonra boğazıma bir düğüm oturdu , yutkunamadım.
İnsanın şerefi ve onuruyla , dik durarak yaşayabildiği anmış yaşamak o gün anlamıştım...
Bana hediye ettiği o kitap hala kütüphanemin baş köşesinde dimdik ve onuruyla onun hayatta duruşu gibi durmaktadır.
Çağdaş DURMAZ
Not ; Gerçek bir hikayedir , görsel temsilidir...
5.0
100% (2)