Medeniyetin; bilgi, kültür, etik ve estetik olmak üzere dört temel unsuru bulunmaktadır. Bu dört unsurun elde edilişi, iletisi ve alışverişi ise dille, dahası dile işlerlik kazandırılmasıyla mümkün olur. Dilin; medeniyet oluşumları ve üst kültür birikimleri ile olan bu yakın ilişkisi, bütün
zamanları içerisine alan bir durumdur. Bu nedenle bir milletin,
“En büyük kültür taşıyıcısı” konumunda olan anadilini iyi bilmesi ve bunu daha da geliştirerek bir bilim dili hâline getirmesi elzem bir gerekliliktir.
İster ulus ister imparatorluk olsun, hemen her devletin tek resmî dili vardır ve öyle olmalıdır. Bu, deyim yerinde ise bir bisikletin tek kişi tarafından sevk ve idaresi, kazasız belasız seyri, sağlıklı ve hızlı biçimde yol alabilmesi için bir zorunluluktur. Her ne kadar İsviçre, Kanada ve Belçika gibi ülkelerin iki veya üçer resmî dilleri varsa da bu "yazın hava hoştur" metaforu gereği geçici bir durumdur. Dolayısıyla biraz zayıflama hâlinde ayrışma ve toplumsal eklem ağrılarıyla baş başa kalma olasılığı kaçınılmazdır. Tabii bu, "Bir ülkede resmî dilin dışındaki dillere hayat hakkı tanınmamalıdır", anlamına gelmez elbette. Her dil ayrı bir zenginlik olmakla birlikte, bir devletin işleyişi resmî dilinin tekliği ve etkinliği nispetinde hızlı ve verimlidir. Dahası bir devlet teklikler ittifakı oranında güçlü, çokluklar ihtilafı oranında zayıf ve verimsizdir. Bundan böyle insanlığın en büyük birikimi olan
“Medeniyet”e en çok katkı yapan toplumlar, en güçlü devlete sahip olan halklar veya uluslardır. Çünkü üst kültür ve bilim, büyük ve geniş zeminli resmî diller üzerinde gelişir ve serpilir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin bilim ve teknikte çok güçlü olmasının temel nedenlerinden biri, milyonlarca
vatandaşının anadilleri İspanyolca, Portekizce, Çince, Almanca ve Arapça olduğu hâlde, resmî dilinin sadece İngilizce olmasıdır.
Bununla birlikte Osmanlı devletinin altı asrı aşan
zaman dilimi içerisinde, o dönem
“Medeniyet” olarak tanımlanan
“Üst kültür birikimi”ni cihanın gözünü kamaştıran bilimsel bir aydınlanma ve kalkınmaya dönüştürememesinin nedeni, Arapça ve Farsçaya resmî dili olan Türkçeden çok daha fazla önem vermiş olmasıdır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, millî strateji açısından bakıldığında maalesef resmî dili olan Türkçe konusunda başarılı bir sınav verememiştir. Her şeyden önce Osmanlı, ana omurgasını oluşturan Türk milletini ve resmî dil olarak kullandığı Türkçeyi büyük oranda ihmal etmiş, deyim yerinde ise Arapçaya altın, Farsçaya gümüş, Türkçeye bakır refleksiyle yaklaşmıştır. Bununla birlikte bilimin dinle sınırlandırılması, kitapların büyük çoğunluğunun Arapça ile yazılması, nakilciliğe dayanan dinî bilgilerin medreselerde yüzyıllar boyunca yoğunluklu biçimde okutulup durması, hem Anadolu halkının ufkunun daralmasına hem Türk’ün dimağında bizatihi var olan etken ve üretken mantalitenin durağanlaşmasına sebep olmuştur. Bu nedenle ilk dönemlerde Karahanlılar, Selçuklular, Timur Hanlığı ve Akkoyunlu devleti aracılığı ile belli aralıklarla Anadolu içlerine kadar taşınmaya çalışılan
"Orta Asya Bilim Geleneği" gün geçtikçe kaybolmuş; milyonlarca kilometrekarelik koca Osmanlı coğrafyası, yeni fikirlere açık aydınlarını ve bilim insanlarını sürekli baskılayan teslimiyetçi ve edilgen bir anlayışın egemenliği altına girmiştir.
Osmanlı mektep ve medreselerinde
gece gündüz, sabah akşam milyonlarca memleket evladı Arapçanın dilbilgisi kaidelerini en ince noktasına kadar Emsile Bina kitaplarından okurken, Anadolu topraklarında yetişen nice bilim insanı, araştırmacı, düşünür ve yazar, yüzyıllar boyunca hep kendi konuştuğu Türkçe ile bilim yapmanın, eser yazmanın ve yeni buluşlara imza atmanın
hasreti içerisinde yaşamıştır. Bunu en çok hissedenlerden biri de Bergamalı Kadri’dir.(1) Hakkında çok ayrıntılı bilgi bulunmayan, ancak Kanuni devrinde yaşadığı bilinen Bergamalı Kadri, dört beş asır boyunca koca imparatorluğun içerisinde Türkçe gramer kitabı yazan tek kişidir. Müyessiratü’l-Ulûm adlı bu gramer kitabı da, Arapça dilbilgisi kurallarının Türkçeye uyarlanması şeklinde bir metodoloji ile kaleme alınmıştır. Kitap; birinci b
ölümü 99, ikinci b
ölümü 83 olmak üzere toplam 182 sayfadan oluşmaktadır. Birinci b
ölüm; sadrazam Damat İbrahim Paşa hakkında yazılmış bir kaside ile birlikte; kitabın kaleme alınma nedeni ve önemi, Türkçede kelimenin tarifi ve çeşitleri,
“Bilmek” fiili esas alınarak oluşturulmuş siyga ve çekim örnekleri, şaşırma fiili, olumlu olumsuz etken ve edilgen fiil çekimleri, Türkçe kelime ekleri,
zaman mekân küçültme ve alet isimleri, isimden isim fiilden fiil yapma ekleri ve örnekleri gibi alt başlıklı konulara ayrılmıştır. İkinci b
ölümde ise daha çok isimler üzerinde durulmuştur. İsimlerin çeşitliliği ile birlikte isim ve sıfat tamlamaları, edatlar, zarflar, zamirler, sayılar, isim cümlesi, soru edatları, cümle kurulumu, işaret isimleri, hal, istisna gibi konular ele alınmış ve ayrıntılı biçimde işlenmiştir.(2) Bütün bunların ardından şair Hayâlî Bey’in bir gazeli incelemeye tabi tutulmuş, gazelde geçen bütün kelimeler sanatsal ve Türkçe gramer kuralları çerçevesinde çözümlenmeye çalışılmıştır.(3) Bu kitap, bilimsel anlamda tam bir Türkçe dilbilgisi kitabı olmamakla beraber, günümüz Türkçesinin temel kurallarını içeriğine alması ve Batı Türkçesi ile yazılmış ilk gramer kitabı olması yönüyle oldukça önemli, orijinal bir kaynak eser niteliğindedir. Türkçe dilbilgisi olarak kaleme alınan bu kitaba benzer gramer çalışmalarına, ancak yüzyıllar sonra Tanzimat döneminde rastlanmaktadır.
Ayrıca bu kitabın başlığının
“Müyessiratü’l-Ulûm / Bilimlerin Zenginleştiricisi veya kolaylaştırıcısı” şeklinde bir anlam taşıması,
“Bilim, kitap ve yazı dilinin tamamen Türkçe olması” gereğine dolaylı bir mesaj niteliğindedir. Buna karşın söz konusu kitap, bizatihi yazarı olan Bergamalı Kadri tarafından Kanuni devrinin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa’ya sunulduğu hâlde, maalesef imparatorluk süreci içerisinde bu mesajı alıp değerlendirelim, resmî ve anadilimiz olan Türkçeyi imparatorluğun dört bir yanına yayıp ortak bir bilim dili hâline getirelim diyen hiç kimse çıkmamıştır. Aksine Arapçaya abartılı bir din ve yarım yamalak bir bilim dili, Farsçaya kültür ve edebiyat dili, Türkçeye de zayıf müfredatlı bir ilköğretim ve sade bir halk dili misyonu yüklenmeye devam edilmiştir. Nihayet gün geçtikçe kendi işlerliğini kaybeden, Arap ve Fars kültürünün etkisiyle gittikçe ağdalı bir hâle dönüşen Türkçe de Osmanlı Türkçesi veya Osmanlıca adıyla resmî dil olarak varlığını sürdürmeye başlamıştır. Dolayısıyla devletin ve ulemanın yazı dili olan Osmanlıca ile Anadolu
çocuklarının konuştuğu saf ve duru Türkçe arasında büyük bir kopukluk meydana gelmiş, hemen her şeyde olduğu gibi dil konusunda da imtiyazlı bir sınıfın oluşmasına zemin hazırlanmıştır.
Oysa bunun doğrusu, ilk dönemlerde o saf ve zengin niteliği ile birçok bilimsel eser kaleme alınan, Yunus’un ve Karacaoğlan’ın şiirleriyle günümüze kadar taşınan duru ve yalın Türkçenin Anadolu halkıyla uyumlu bir resmiyet ve bilim dili olarak varlığını sürdürmesi, daha da gelişip serpilmesi idi. Dahası kimseyi kırmadan, dökmeden, zorlamadan bu zengin Türkçenin nakdî özendirmeler ve bol akçeli ödüllerle tüm imparatorluk halklarına öğretilmesi; Arapça ve Farsçanın da abartısız, yöresel ve orta ölçekli birer kültür dili olarak kendi mecrasında akışına devam etmesiydi. Ama ne yazık ki bu böyle olmamıştır. Yakın olana duyulan
doğal iticilik anaforundan çıkılamamış; Türkçeye gereken önem verilmemiş, küresel ölçekte bir Türkçe dil politikası oluşturulamamıştır. Dolayısıyla Anadolu insanı ile Arap, Balkan, Mezapotamya, Kafkas ve Afrika halkları Türkçe merkezli bir bilim dili etrafında bir araya getirilememiş, şartlara ve çağa göre evrensel boyutlarda bir ilerleme ve yükselme trendi ortaya konulamamıştır. Bunun yerine hep kendinden veren, hazır olanı tüketen, dini bir meşruiyet aracı gibi gören bir anlayışla asırlar heba edilmiş; Anadolu insanı iç isyanlar, toplumsal kargaşalar, ekonomik buhranlar ve bir türlü sonu gelmeyen kıyıcı
savaşlarla yorgun ve bitap düşmüş, inim inim inlemiştir. Kısacası Osmanlının bilimsel kalkınma trendi, deyim yerinde ise aynen dil politikası gibi hep yarım yamalak ve arabesk olmuştur. Dahası üst düzey Osmanlı devlet erkânı, çoğu
zaman Türk halkına ve Oğuz boyu
çocuklarına siyasi bir rakip nazarıyla bakarken, Arapça ve Farsça bilmeyi bir ayrıcalık gibi gören çoğu ulema da Türkçe konuşan halka genellikle,
“Arapçayı da Kur’an’ı da İslam’ı da ilmi de irfanı da her şeyi sadece biz biliriz” kibri ve üstenciliği ile yaklaşmış; bilgiyi, bilimi, yazıyı, kitap ve matbuatı dinin ve Arapçanın içerisine hapsetmiş, âdeta erişilmez hâle getirerek Türkçeden ve Türk halkından uzak tutmaya çalışmıştır.
Osmanlı devrinde yazılan kitapların tümü, yalnız Arapça ile yazılmış değildir elbette. Mesela
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan’ın Envâru’l-Âşıkîn’i, Süleyman Çelebi’nin Vesile-tü’n-Necât’ı (Mevlid) gibi Türkçe veya çift dille kaleme alınmış kitaplar da vardır. Ancak bunlar Arapça yazılanlara göre oldukça sınırlıdır. Öte yandan Türkçe ile yazılan bu kitapların müellif ve yazarları,
zaman zaman büyük bir baskı altında kalmıştır. Bunu, Türkçe eser kaleme alan birçok yazar veya bilim insanının, kitaplarının ön sözünde niçin eserini Türkçe yazdığına dair ikna edici gerekçeler üretmeye ve birçoğunun da bin bir mahcubiyetle utana sıkıla özür dilemeye çalışmalarından anlıyoruz. Yani Türk insanının yaşadığı Anadolu topraklarında, resmî dil olan Türkçe ile eser yazmak neredeyse suçmuş gibi bir algı oluşmuştur. Bundan böyle 14. Yüzyılın sonlarına doğru kaleme aldığı
“Teshilü’ş-Şifa / Şifanın Kolay Tahsili” adlı tıp kitabını herkes anlayabilsin diye Türkçe yazdığı için Hacı Paşa’nın özür dileme gereği duyduğuna tanık olmaktayız. Yine 15. Yüzyılda Amasyalı tıp bilgini Sabuncuoğlu Şerafeddin, Cerrahnâme-i İlhânî adlı eserini Anadolu’daki hekim ve cerrahların kolayca okuyup anlayabilmeleri için Türkçe yazdığını söylemektedir.(4)
Hâsılı Osmanlı devletinde genellikle, Arapçayı ve dinî bilgileri tabu derecesinde abartan; Türkçeye, bilime, bilgiye, yeniliğe, üretime, düşünce ve felsefeye mesafeli duran; sürekli aynı şeyleri görmek, aynı ifadeleri duymak, aynı rivayetleri dinlemek arzusunda olan; dar görüşlü, edilgen bir anlayış hâkim olmuştur. Bundan böyle yüzyıllar, rutin tekrarlar ve sonu gelmeyen yerinde saymalarla boşu boşuna akıp gitmiştir. Nihayet altı yedi asırlık koca bir
zaman dilimi içerisinde
Molla Lütfi, Piri Reis, Mimar Sinan, Evliya Çelebi, İsmail Gelenbevi, Kâtip Çelebi, Kemal Paşazade, Kınalızâde Ali ve Sabuncuoğlu Şerafeddin dışında pek göz dolduran tarihî kişilik, bilim insanı veya düşünür çıkmamıştır. Bu yüksek birikim ve donanıma sahip insanlar da bu göz doldurucu düzeye kolay gelmemiş, yer yer itilip kakılmış, kâh idam edilmiş kâh itibar suikastına uğramışlardır. Mesela Molla Lütfi bir grup bilgisiz ve haset din adamının kışkırtması, Piri Reis ise ne olduğu tam belli olmayan bir rüşvet veya
savaş suçlaması sebebiyle idam edilmiş, İsmail Gelenbevi de şeyhül
islam Mustafa Hâmidi Efendi tarafından memuriyet sicilinin bozulması üzerine beyin felci geçirmiş, bir süre sonra da üzüntüsünden hayatını kaybetmiştir. Öte yandan bu tarihî şahsiyetler büyük olmasına büyüktür. Aralarında elbette uluslararası üne sahip olanlar da vardır. Ancak bu ünün derecesi ve kuşatıcılığı, yine de kendilerinden birkaç yüzyıl önce yaşamış
Biruni, Uluğ Bey, İbni Sina, Farabi ve
İbni Rüşt gibi insanlık tarihine damga vuracak kıratta ve kıymette değildir.
Sonuç itibariyle Osmanlı devletinin dil politikası; sadece Türk tarihçi ve araştırmacılar tarafından değil, çok sayıda Arap tarihçi ve araştırmacı tarafından da tartışma konusu olmuştur. Bundan böyle birçok Arap tarihçi veya araştırmacı, Osmanlı devletinin Arapçayı önceleyen Türkçeyi öteleyen yüzyıllarının
“Asru’l-İnhitat li’l-Arabiyye / Arapçanın Çöküş Çağı” olduğu iddiasındadır.(5) Arapçaya çok önem verdiği halde Osmanlı devletine yöneltilen bu eleştirinin nedeni, Osmanlı’nın Arapçaya değer vermemesinden değil, tam aksine onu tabulaştırırcasına yücelterek katı ve donuk bir din dili hâline dönüştürmesindendir. Dahası bilimi, yeniliği, üretimi ve gelişmeyi bu din dili hâline getirilen Arapça ile sınırlandırması; dolayısıyla bu dile çağın akışına ve kendi bölgesine göre tabii, aktif ve kültürel bir işlerlik kazandıramamasındandır. Bu, deyim yerinde ise çok korumacı bir anlayışla yetiştirilen; aman dışarıda üşütüverir, araba çarpıverir veya birileri bir kötülük yapıverir endişesiyle sürekli evde veya göz önünde tutulan bir çocuğun samut, donuk ve asosyal bir hâle düşmesi gibi bir durumdur. Kısacası Osmanlı devletinin nakle ve tekrara dayalı dinî bilgiye bakışındaki aşırılık Arapçaya aşırı değer vermesine, bu iki aşırı değer veriş tabusal bir kısır döngüye, bu tabusal kısır döngü gerileme ve çöküşe, bu gerileme ve çöküş de hem Türk’ün hem Arap’ın negatif eleştirilerine sebep olmuştur.
Bütün bunları söylerken amacımız, elbette ecdadı veya Osmanlıyı kötülemek değildir. Tarihe mal olmuş devlet ve milletleri aynen insanlar gibi görmek, gayet
doğal olan hata ve yanlışlarını görüntülemek, tekrar gözden geçirmektir. Osmanlı devletinin üç yüz adet doğrusu varsa otuz adet yanlışının olması gayet tabiidir. Tabii olmayan aynı yanlışları tekrar yapmak ve yanlışlığı yaşam tarzı hâline getirmektir. Unutmayalım. Dil
gönüldür, ruhtur, candır. B
aşkalarının gönlüne girmek isteyen, önce kendi diline yakın olmalıdır. Değilse kendine hayrı olmayanın b
aşkalarına da hayrı olmaz.
Mesut ÖZÜNLÜ ___________________________________________
(1)
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, TDV,
İstanbul 1992, V, 496.
(2) Uğur Avşar,
“Müyessiratü’l-Ulûm (Bergamalı Kadri)”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Adana, 1996, s. 8-81, 83-96.
(3) Geniş bilgi için bk. Ahmet Zahid Demirciler,
“Şiir Şerhini Bergamalı Kadri’nin Cümle Tahlili Yaklaşımıyla Yeniden Düşünmek”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten, S. 78, 2024, s. 17-42.
(4) Aydın Sayılı,
“Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bâzı Temel Sebepleri”, Araştırma Dergisi, C. 1, 1963, s. 49.
(5) Geniş bilgi için bk. Kemal Abdülmelik,
“Asru’l-İnhitât.. Nazratun Cedide / Arapçanın Çöküş Çağına Yeni Bir Bakış”, el-İmârât el-Yavm Dubai İletişim Medya ve Haber Portalı, www.emaratalyoum.com/opinion/2023-03-04-1.1724409, 4 Mart 2023.