Çok sıcaktı. Ağustostu. Tarlalarda ırgatlar kan ter içinde salınır, uzak köylerden bebelerin ağlamaları çalınırdı kulaklara. Sular, ancak kuyulardan içilirdi. Kuyular yılanlı, kuyular veryansın kurbağa doluydu. Kuyular dağ yamaçlarındaydı. Suyu serin, suyu kurbağa, yılan kokulu.
Uzun uzun sakalları toza bulanmış, üzerindeki işliği kan ter içinde, buğday tarlalarında, fıstık bahçelerinde toprakla belenmiş bir adam, ağır ağır tırmanıyordu kayalara.
Kara sarnıçlardan içinde yılanların, içinde kurbağaların cirit attığı o sarnıçlardan su çeker, kana kana içerdi yaz sıcağı tenini kavururken. Saçları yanık, gözleri kan çanağı… toza toprağa belenmiş şalvarına, çenesindeki kıvırcık sakallarından sular dökülürdü. Kurbağa kokan, yılan kokan sular.
Satılını salınca sarnıcın dibine, gözü kararıyordu ilkin. İçer, içer, içer… suya doymuş dili damağı şapırdaya şapırdaya şükrederdi. Ellerini daha demincek ağzından indirdiği satılın içine sokup çıkarıyordu. Avuçlarındaki suyu bir hışım yüzüne çarpıp, ıslak ellerini saçına kurutuyordu. Saçları kızıl topraktan çamura çalıyordu.
Kurbağalar, yılanlar kuyuda birbirini kovalıyordu. Suya batmıyor, üzerinde duruyorlardı. Satılın şapadanak suya vurmasından korkuyorlardı. Düz duvarı yol yapıp tırmanmaya çalışıyor, ardından cup diye suya devriliyorlardı. Yılan başını kaldırıyordu. Kızgın mıydı, değil miydi adam anlamıyordu. Bu adamın umrunda da olmuyordu. Yılan ne düz duvara tırmanabiliyordu, ne kurbağayı yutabiliyor. Ne adamın derdi onların umrunda oluyordu, ne de onların derdi adamın…
Adam satılı, sarnıcın yamacındaki meşe ağacının yanına iliştirdi, şalvarındaki su damlalarını peyiğinden tutup, sallayarak kızıl toprağa yuvarladı. Güneş kirpiklerini yakmaktan caymıyor, gün durmuyor,
güneş sarı sarı parlıyordu.
Ağacın gövdesine bıraktığı yolluğuna yol aldı. Yolluğunun üzerine üşüşmüş bir ordu karınca. Yolluk karıncalara yol, yolluk karıncalara nimet. Bezden sofranın uçları düğüm, nasıl açacaklardı. Açamazlardı. Karıncalar sıkı sıkı düğümlenmiş yolluk sofrasının yanından yöresinden çekiyorlardı kıskaçlarıyla tutarak. “Gayretli,” dedi adam küçücük mahluklara. “Sizi yaradana kurban, yaradana.” Bir tanesinin bile kıymamak için canına, düğümün üstünden akıp gitmelerini bekledi . Giderlerdi. Giderlerdi amma bir saat bekletirlerdi.
Adam düğümü yavaş yavaş gevşetti Azığını önüne, sofrasıyla şöyle bir serdi. Koltuğunun altından kasketini çıkarıp, bağdaş kurduğu dizine geçirdi. Demincek ısladığı saçları, tepedeki
güneşin altında ışıl ışıl ıslak toprak parlarken,
güneşte kavrulmuş alnına döküldü. Adam elinin tersiyle alnındaki bir tutam saçı alnından yukarı attı.
Hatununun açtığı sac ekmeğini peyiğine yaydı, içine post peynirini koydu. Kuru soğanı, cebinden çıkardığı bıçağıyla dilim dilim doğradı. Ortalık buram buram kuru soğan koktu. Sıkı sıkı sardı, iri, çelimsiz ağzından içeri soktu dürümünü. Koca bir ısırık koparıp, ön dişleriyle ağır ağır öğütü.
Ağzında lokma, başını, sırtını yasladığı meşe ağacının dallarına kaldırdı. Dallar küsmüş, dallar susmuş, yapraklar b
aşka bir
dünyada gibi kıpırtısız bakıyordu. “Yaradana kurban yaradana…” ağacın
yeşil dallarını yarıp, göğe kaydı adamın gözleri. Göğe, göğe, daha bir göğe… tek
bulut görmedi. Gök ne
mavi ne gri. Gök ne boz ne bulanık. Adam düşündü. Ağzındaki lokmayı ön dişleriyle öğüttü.
Düşünürdü, düşünürdü, düşünürdü… ağzında öğüttüğü lokma boğazında taş gibi durdu. Bir daha yuttu, bir daha… bir koca ısırık daha. Adam, sırtını bir daha ağaca yasladı. Ağacın gövdesindeki karıncalar, ağır ağır omuzuna, dirsekleri yamalı, buram buram toprak kokan ceketinin vatkalarına yürüdü. Bir ordu yürüdü. Karıncaların ince bacaklarından adamın kulağına ayak sesleri yürüdü. Adam rahatını bozmazdı. Buram buram post peynirinin tadına varırdı, buram buram buğdaydan dövme sac ekmeğinin.
Ön dişlerini örten dudakları zorlanıp, ara ara aralandı. Ağzından bir küçük topaç peynir sıçradı. Dokunmadı adam, o, karıncaların hakkıydı. Karıncalar yürüdü, yürüdü, omuzundan aşağı, iliklerine yol aldı. İliklerin hemen önünde gömlek cebi kesti önlerini. Birer ikişer, birer ikişer cebe doldular. Koca bir ısırık daha.
İçlerinden biri yolunu şaşıp, yakasından içeri düştü. Boynundaki kıllara bata çıka, bata çıka yakaya yeni baştan tutunmanın yollarını aradı.
Bir güvercin, gelip meşe ağacının dalına kondu. Dolu dolu baktı. Öttü, öttü derdini diyemdi. Adam, dürümünün altından bir parça ekmeği koparır, ötelere attı. Güvercin bana mısın demedi. Satılın yamacına gelip kondu uçtuğu daldan. Su istediği belliydi. Adam görmezden geldi. Ağzındaki lokmayı daha ağır çiğnedi, eli kolu kıpırtısız bekledi. Güvercin havalanıp, satılın kenarına kondu. Bir adama baktı, bir satıldaki suya, bir adama, bir suya…
Kafasını bir aceleyle suya şöyle bir daldırıp, bir daha adama baktı. Sanki el kadar kuş, adamı sınardı. Bir daha, bir daha, bir daha… güvercin bunu en az on kez yaptı. Boynunu büküp adama baktı. Sanki içli içli ağlıyor gibiydi ama sesi çıkmıyordu.
Az evvel indiği meşe ağacının dalına tekrar havalandı. Dal, şükür, güvercinin kanadıyla sallandı. “Seni yaradana kurban, yaradana…” rüzgar esmiyordu. Ağustostu. Yılın en sıcak
zamanıydı. Adam buğday başaklarıyla dolu, yamalı ceketlerinin cebinde bir de yoksulluk taşıyordu. Bir bebesine açlık, bir bebesine hastalık. Yoktu. Dünya dursa, iki karış toprağa ektiği buğdayından, muh
annet kapısında sıyırdığı fıstıkların yevmiyesinden gayrı, evine bir şey götürebilecek gücü yoktu. Son ısırık, son lokma…
Gözünü yine göğe dikti. Dalların, yaprakların arasından değil. Uzakların göğüne… bir şeyler belli belirsiz seyirdi gözünde, bir şeyler var da yok gibi. Aldanmadı ki garip. Bohçasının uçlarından tuttu,
ekmek kırıntılarını ağacın gövdesine ağır ağır silkeledi. Her gün böyle karıncaları beslerdi. Tasındaki post peynirini sofra bezine yerleştirdi, uçlarından tutup, sofra bezini sıkı sıkı düğümledi.
Ayağa kalkmasıyla güvercin havalanıp gitti. Karıncalar eteklerinden toprağa düştü. Adam, gömleğinin sökük cebini eğilerek ağır ağır silkeledi. Satılı kafasına dikip, birkaç yudum su daha içti. Yere düşmüş kasketini eliyle silkeledi, samana kesmiş, kuru saçlarını, terlemiş alnını örttü. Yüzüne kasketinin gölgesi karanlık olup düştü. Satılı kaptığı gibi ağacın dalına astı, başı önünde ağır ağır evine doğru yol aldı.
Yapraklar kıpranmaz, dallar sallanmaz, kuyudaki yılanla fare kurtulmazdı. Karıncalar birbirini tepeleye tepeleye
ekmek kırıklarına abanırdı.
Çok sıcaktı. Ağustostu. Tarlalarda ırgatlar kan ter içinde salınır, uzak köylerden bebelerin ağlamaları çalınırdı kulağa. Sular, ancak kuyulardan içilirdi. Kuyular yılanlı, kuyular veryansın kurbağa. Kuyular dağ yamaçlarındaydı. Suyu serin, suyu kurbağa, yılan kokulu.
(Üçüncü roman dosyamın finalidir.)