1
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
186
Okunma
Acı gitmiyor kolay kolay öyle… Mantıkla, zorlamayla başka başka anlamlara bürüyemiyorsun içini sızlatan o şeyleri. İçini kandırmak öyle kolay değil… Devam etmek istiyorsun; tökezleyip çukura düşen o tarafına aldırmadan… Kaderdi, sınavdı; falandı, filandı diye avutmaya çalışıyorsun kendini. ‘O insanlar boş yere yaşamadılar o acıları, hayatlarının öyle feci bir şekilde son bulmasını anlamlı bir yere koyan bizim idrak edemediğimiz bir şey olmalı!’ diyorsun.
Ama çukur misali o karanlık yerde bir köşeye büzülüp kalmış o yanın oralı olmuyor bu standart laflara… Senin henüz belirgin bir şekle kavuşamadan zihninden kovaladığın o gölgeleri etiyle kanıyla birer insana dönüştürmekle meşgul… Eğer gerçekten bir kader planının bir parçası bile olsa bu olay; onları insan olmaktan alıkoymuyor çünkü bu; biliyor bunu… O alevler, dumanlar arasında bir çıkış noktası bulamadan koşturan siluetler gölge olamayacak kadar gerçekler… Para hırsının yönettiği birilerinin; paracıklarına kıyamayıp masraf olmasın diye almadıkları önlemlerin; olmayan yangın merdivenlerinin, alarmların olduğu çıkmaz bir sokakta koşturup duruyorlar.
Onların tek yanlışı; o gözünü hırs bürümüş, parayı put edinmiş bir adamın dünyasına girmeleri… Güvenlikleri hakkında en küçük tereddüt bile duymayacakları kadar lüks, konforlu bir yerdeyiz zannetmeleri… O emniyeti sağlayacak parayı fazlasıyla ödediklerini düşünüyorlar çünkü. Onca parayı; hayatın koşturmasına kısa süre de olsa bir mola verip biraz nefes almak için gittikleri o yer için bütçelerini zorlayarak harcadılar. Ama zerre kadar gocunmadılar bunu yaparken… Çünkü bu dünyada adalet diye bir şey olduğuna inanıyorlardı hâlâ… ‘Madem biz onca zaman çalışıp biriktirdiğimiz paranın esaslı bir kısmını ayırıp böyle bir yer için sarf etmeyi göze aldık; karşılığı da buna değer bir şey olmalı…’ diyorlardı.
Bilmiyorlardı onlar çünkü; kimileri için öyle bir kural olmadığını: Bir şey aldıysan onun değerinde bir karşılık vermek gerektiğini yani… Onlar “Ne kadar daha kâr ederiz” diye düşünmelerine neden olan, daracık bir pencereden bakıyorlardı dünyaya çünkü; kendilerinden başkasına yer vermeyen... “O insanlar bize güvenip hayatlarını emanet ettiler” demelerini sağlayacak tek bir pencere yoktu evlerinde.
Bir kahvaltı sofrasında cıvıltılar saçmıyordu onların çocukları. “Baba, bana kaymayı öğreteceksin, değil mi?!” diyen bir çocuk ‘yaşamak güzel şey’ dedirtecek kadar içlerinde çiçekler açtırmıyordu onların bir anda. ‘O paraya kıymaya değer, iyi ki gelmişiz buraya… Ne zamandır ihmal etmiştim ailemi…” diyen o adamın yüzündeki iç ferahlığıyla dolu gülümseme hiç uğramıyordu onlarınkine… Para denen o puta tapan insan elli tane de çocuğu olsa baba olamazdı çünkü…
Hatta sadece baba da değil, insan bile olamazdı.