0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
347
Okunma
Büyümenin de bir dili olduğunu çok geç öğreniyor insan. Önce boşluk gibi büyüyor gözünde büyümek. Sonra aynı boşluklara birer koltuk iliştiriyor farkında olmadan. Bir halı, televizyon, masa… konfor alanını kurarken farkına bile varmıyor evinden uzaklaşmaya başladığının. Farkında olmaya olmaya yerleşiyor kendinden uzak diyarlara, kalabalıklaşıyor. Kalabalıklaştıkça yabancılaşıyor. O oluyor, bu oluyor, şu oluyor. Farkında olmaya olmaya sahipleniyor yabancılığını. Kalabalığının koltuğunda oturup, üstünden geçen hayatları, filmleri, kitapları izlerken, masasında, kendiyle baş başa yemekler yiyor, bacak bacak üstüne atıyor.
İnsan, kalabalığın, yabancılığın evi, susmanın da yalnızlığın dili olduğunu çok geç öğreniyor. İçine düştüğü hallerin, kendisinin eksik yanları olduğuna inanırken, yine farkında olmadan aynı uzaklarda biri, kimi zaman birileriyle karşılaşıyor. Uzun uzun yüzüne/yüzlerine bakıyor. Çok kez onu ve yahut onları anlamıyor, korkuyor, kendisinden bekleneni yapamadığı için çaresiz hissediyor. Kavgalara tutuşuyor onunla/onlarla.
Kendisi, o/onlar ve ötekiler üçgeninde sıkışıp kalıyor. Sıkışırken de aynı yemekleri yiyor, aynı filmleri, hayatları izliyor, aynı uykuları uyuyor.
Uzlaşmak gelmiyor aklına, anlamak… olmayan bir şeyleri özleyip durduğunu, ait hissetmediği bir yerde olduğunu, her şeyin başka türlü olabilme olasılığını… bunları düşünmeden edemiyor.
Dışarıda, zaman, deli taylar gibi koşarken, içeride zamanın bozulduğuna inanıyor. Akreple yelkovanın birbirinden ne istediğini hiç kavrayamıyor. Kimsenin kimseyi anlamadığına inandığı o anlarda, en çok kendisine inanmıyor.
Sessizlik, topuklarından, saç uçlarına kadar yalnızlığı taşıyorken bedenine, insan, içine düştüğü hallerin bir boşluk olduğuna kanaat getiriyor. Açlık diyor, tıkınıp duruyor. Susuzluk diyor, patlayana kadar içiyor. Yedikçe sığmıyor koltuğuna, yedikçe genişliyor.
İnsan koltuğunda sıkışıp kalınca yavaş yavaş genişliyor zihni. Uzaklarda, çok uzaklarda olduğunu düşünüyor. Kendsinin bu düşüncesine de inanmamak için elinden gelemi yapıyor. Zaten insan en çok ve sadece kendisine inanmıyor. Akrep ve yelkovan uykularını kaçırıyor. Gün doğumu ve gün batımı, huzurunu. İnsan hayatının sonuna yaklaştığını anlamaya başladığında, gözlerindeki tüm flu perdeler toza dönüp dökülüyor zihninin parkelerine.
Ne yaparsa yapsın, artık sığamadığı daracık koltuğundan ayağa kalktığında inanıyor, evinden uzaklaştığına. Aramaya başlıyor.
İnsan zaten doğduğundan bu yana arıyor.
İnsan ne aradığını bilmeden, insan ne bulacağını bilmeden, insan ne istediğini bilmeden… hep arıyor.
İnsan ararken, insan aramazken, insan koltuğunda oturup, koltuğundan kalkarken de akreple yelkovan hep kavgaya tutuşuyor.
Fluluklar geçtikçe ve uzakları görmeye başlayınca insan, kulübeleri fark ediyor. Ağrıyan dizleriyle yürüyor, yürüyor… kapısına vardığında emeklemeye başlıyor. Ömürdür kapalı kapıyı zorlayarak ittirirken bir “ah” dökülüyor dilinden.
Ağzından çıkan bu ah’a yabancılık duyuyor. İçinde uzun zamandır hissettiği garipliğin, bir başka cüsse olduğunu fark ediyor. Bir zamanlar uzaklarda gördüğü silüetleri daha sık görmeye, onlara karşı mahcubiyet duymaya başlıyor. İnsan, kendi içinden bir başka insanı doğururken, utanç içinde gözünü toprağa eğerek bir kez daha diyor, “ah!”
Kulübedeki dağınıklığı, tozu toprağı düzenleyecek zaman kalmıyor. Emekleye emekleye girdiği kulübede, kilitli, toz tutmuş sandıkların, toz tutmuş aynaların arasında küçülüyor, küçülüyor.
İnsan zerreye dönüşene kadar küçülüyor.
Çocukluğuna doğru küçülüyor.
Küçüklüğüne doğru büyüyor.
Ve “ah” diyor bir kez daha derin ve içli.
Göz kapakları düşünce, karanlıkta, kendi evine doğru yola çıkıyor insan, erginliğine doğru büyüyor.
Kimse görmüyor ama insan karanlığa düşünce artık emeklemiyor.
…