- 24 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mıhlama , Pişi ve çocukluk
Tek katlı evimiz, mavi-beyaz kareli örtüsüyle süslenmiş yer sofrasıyla bizleri hep bir araya toplardı. O eski örtü, dökülen çayların, yemeklerin izlerini taşırdı. Ama bu izler bize göre soframızın hikâyesiydi. Evin çatısından sarkan fındık fareleri bile bizim için bu hikâyenin bir parçasıydı. Perdelerden aşağı süzülüp sofranın yakınlarına kadar gelmeleri alışıldık bir durumdu. Annem onları kovalamaktan çok, çocuklarını doyurmanın telaşındaydı.
Ogün sofrada bir bayram havası vardı. Ortasında tereyağının peyniri eritip mısır unuyla buluşturduğu sıcacık bir mıhlama, yanındaysa birkaç dilim kuru ekmek duruyordu. Kokusu o kadar güzeldi ki karnımızı iyice acıktırıyordu. Biz üç kardeş, sofranın çevresine dizilmiş, büyük bir iştahla sofraya bakıyorduk.
En küçüğümüz Özgür, beş yaşındaydı. Karnı guruldayan Özgür sabırsız bir şekilde, “Turan abi, çok acıktım, bunu tek başıma yerim!” diye homurdandı. Turan, sekiz yaşındaki ortanca kardeşimiz, kendinden emin bir edayla, “Bu hepimizin. Ama nasıl yiyeceğimizi bilmek gerek. Önce ekmeği mıhlamaya batırırsın, sonra peyniri çeker uzatırsın. İşte öyle yenir,” dedi. Ben, en büyükleri olarak, “Biz ne yiyeceğiz peki?” diye sordum. Bir an sessizlik oldu, ardından hepimiz kahkahalarla gülmeye başladık.
O sırada annem, “Hadi ama, yemeğe başlamadan bekleyin! Babanız yolda geliyor” diye seslendi. Hepimiz beklemek zorunda kalmanın sıkıntısıyla kıpırdanıyorduk. Mıhlamanın kokusu evi sarmış, sabrımızı zorluyordu.
Tam o sırada, zile basıldı. Babam gelmişti. Ama kapıyı açmadan önce komşumuz Türkan teyze elinde bir tabakla çıktı geldi. “Pişi yaptım, size de getireyim dedim,” dedi. Annem, kapı eşiğinde babamı karşılamadan önce pişileri aldı ve teşekkür etti. Türkan teyzenin getirdiği o sıcak, altın sarısı pişiler, soframızı bir anda daha zenginleştirdi. Annem pişileri sofranın ortasına koyarken, “Tam zamanında geldi,” dedi.
Babam, üzerindeki eski ama temiz ceketiyle içeri girdi. Yorgundu ama yüzünde hepimiz için bir gülümseme vardı. “Sofra şahane kokuyor,” dedi. “Başlayalım mı artık?” Biz de sofranın etrafında iyice toplandık. Babam sofraya oturunca, sofra tam anlamıyla tamamlanmış oldu.
İlk lokmayı babam aldı. Biraz mıhlamadan biraz da pişiden yedikten sonra, “Bu eritme peynir olmasa sofranın tadı olmaz,” dedi. Annem, “Yazın köyden daha çok peynir getirelim. Daha çok yaparız,” diyerek ona katıldı. Babamın bu sözleri hepimizi biraz daha mutlu etmişti.
Sofrada herkes kendine göre bir yöntemle yemeğe dalmıştı. Turan, ekmeği mıhlamaya batırıp uzayan peyniri büyük bir keyifle izliyordu. Özgür ise kaşığıyla önce pişiden bir parça koparıyor, sonra mıhlamaya daldırıyordu. Ben, en büyükleri olarak, sofrada dengeleri gözetiyordum. Annem, “Yavaş olun çocuklar. Hepinize yeter,” diyerek sofradaki düzeni sağlamaya çalışıyordu.
Yemek boyunca babam, sofranın ne kadar kıymetli olduğundan bahsediyordu. “Bu sofralar basit olabilir ama bir arada olmak her şeyden daha değerli,” dedi. Annem de ona hak verdi: “Yemek bahane, önemli olan hep birlikte olmak dedi.”
O gün soframızda lüks bir yemek yoktu. Ama mutluluk vardı. Pişi, mıhlama ve birkaç dilim ekmekle bir araya geldiğimiz o sofra, bizim için bir bayram gibiydi.
Yoksulduk, bu doğruydu. Ama mutluyduk. Çünkü o sofrada sadece yemek paylaşmıyorduk; sevgi, umut ve birbirimize duyduğumuz bağlılığı da paylaşıyorduk. Çocukluk, yoksulluk içinde bile mutluluğu bulmayı öğretiyordu. Fındık fareleri duvar diplerinde dolanırken, biz elimizdeki küçük şeylerle büyük bir mutluluk inşa ediyorduk. O sofrada öğrendiğimiz en önemli şey, sevginin her yemeği ziyafete çevirdiğiydi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.