- 32 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÜÇ İSİMLİ ADAM
ÜÇ İSİMLİ ADAM
Uzun Emine’nin Muhammet
Bakkal Mehmet
Muhtar Mehmet
*
Dedebağı’na (Dedesil’e) girişte, Çameli yolu kavşağında biberci kahvesi vardır. Kahveyi geçince, çatısında kameriyeye benzer çıkartması olan iki katlı bir ev göze çarpar. Evin önünde, balkona ağmış asmanın gölgesinde, tahta sedirde yaşlı bir adam otururdu. Geniş ve açık alınlı, uzunca yüzlü, gevrek sesli bu yaşlı adam Dedesil Köyü’nden Dedebağı Mahallesine çevrilişin canlı tanığı olarak oracıkta tarihi bir eser gibi beklerdi. Bir zamanlar bir çırpıda dönüp dolaştığı; her karışında izi olan köyünün sokaklarını, ovasını doyasıya gezememenin ezikliğiyle, buğulu gözlerle geleni geçeni süzerdi.
*
Oturduğu yerden doğrulunca heybetli duruşu; upuzun, kemikli elleri hemen göze çarpardı. İncecik, upuzun parmaklarıyla elinizi okşar gibi tutmasından, gözlerindeki ışıltıdan onun ne kadar babacan bir adam olduğu anlaşılırdı. Sıcakkanlı, nesli tükenmekte olan Anadolu
yiğitlerinin son halkalarından olan bu adam bir zamanların Muhtar Mehmet’iydi.
*
Muhtar Mehmet, Dünya’yı sarsan ekonomik sıkıntının ve yıllarca süren savaşların bıraktığı yıkımın izlerinin henüz silinmediği yıllarda doğmuştu. Köylüler karasabanla sürdükleri tarlalarından elde ettikleriyle yetiniyor; çoğu parayı pulu bilmiyor ve tanımıyordu. Pantolonları dizlerine yama yama süvarilikler dikiliydi. Gömlekler parça parça bezlerden yamanmıştı. Ayaklarda ya çarık ya da lastik ayakkabılar vardı. Motorlu taşıt köylü için bilinmez ancak adı duyulurdu. Buğdayı, arpası olanın olmayana ödünç verdiği yıllardı. Verem, kolera, sıtma, kuduz, kızamık gibi hastalıkların korkunç salgının karabasan gibi bastığı yıllardı o yıllar. Muhtar Mehmet çocuklukta Uzun Emine’nin Muhammet olarak çağrılırdı.
*
Daha on yaşına basmamış Cumhuriyet’in izleri köyde sekiz köşeli şapkalarla ve zamanına göre görkemli bir taş yapı olan ilkokul binasından anlaşılıyordu. Bir de köye gelen öğretmenler Cumhuriyet’in göstergesi gibiydi. Masa, sandalye, radyo öğretmenlerin evinde görülmüştü ilk kez.
İşi gücü tarla toprak ve hayvancılık olan köyde kuduz bir köpek bir tosunu ısırmıştı. Tosunun sahibi olan Muhtar Mehmet’in babası bu amansız hastalığın pençesine düşmüştü. Cenazesi köyden çok uzakta bir yere, derince bir mezar kazılarak ve kireçlenerek gömülmüştü. Olay ilçeye duyulmuş ve köy karantinaya alınmıştı. Jandarmalar eşliğinde köye gelen sağlık görevlileri Muhtar Mehmet’in babasına yakınlığı olanları, İnce Sokak’tan tüm komşuları toplayıp götürmüştü.
*
Muhtar Mehmet anası Uzun Emine’nin sırtında bir bebekti o yıllarda. Anası, sırtında bebeği, konu komşu apar topar, aç sefil, yaya yapıldak jandarmaların önünde yollara düştüler. Jandarmaların ve görevlilerin ağızları ve yüzleri bir bezle örtülüydü ve kuduz bulaştığı sanılan çoluk çocuk köylülere yaklaşmaya korkuyorlardı. Ali Onbaşı, eşi Ayşe Hala, Çavuş Dayı, Kökeli Nine götürülenlerden bazılarıydı.
*
Aç susuz yollara düşen bu çoluklu çocuklu, kadınlı erkekli köylülere kimse yaklaşmıyor, “Acıktık, susadık, ne olur bir parça ekmek!” diye yalvarmalarına aldırış eden olmuyormuş. Acıpayam’da bekletilmeden Denizli’ye gönderilmişler. Kızılhisar’da açlık ve susuzluk canlarına tak etmiş. Ancak kimse hastalık bulaşır diye onların yalvarmalarına kulak vermeyince dere kenarlarında, tarla anlarında buldukları otları yiyerek, pınarlardan su içerek Denizli’ye gelmişler. Bir
parça kuru ekmek bir köpeğe atılır gibi uzaktan verilmiş onlara. Bir yük vagonuna doldurularak İzmir’e gönderilmişler.
*
İzmir’de bir aya yakın gözetim altında kalmışlar. Hastanede kimsecikler onlara yaklaşmıyor, “Acıktık susadık, kirlendik” diyen yalvarış, yakarışlarına kulak tıkıyorlarmış. Onlar da yemekhaneden gelen çatal kaşık seslerine duymamak için kulaklarını kapatıyorlarmış. Hele çocukların durumu içler acısıymış. Sonunda Çavuş ve Ali Onbaşı bakmışlar ki kuduzdan değil ama açlıktan kırılacaklar, bir oyun yapıp karınlarını doyurmanı yollarını aramaya başlamışlar.
*
Bir gün Ali Onbaşı ve Çavuş ağızlarına biraz sabun köpüğü doldurup, saç baş darmadağın yemekhaneye dalmışlar. “Çekilin biz kudurduk, birinizi ısırırız! Çabuk dağılın!” diye bağrışarak önlerine gelen masayı sandalyeyi devirmeye başlamışlar. Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar ve hastalar can havliyle kaçışmışlar.
*
Çavuş ve Ali Onbaşı kucak kucak ekmeği, yağı, yoğurdu ne bulularsa kendi koğuşlarına taşımışlar. Çoluk çocuk, kadın erkek güzelce karınlarını doyurmuşlar.
*
Gözetim bitince serbest bırakılmışlar. Aylar sonra bir deri bir kemik kalmış bir şekilde köye dönmüşler. Acılı tarhana çorbasına yumularak köylerine kavuşmanın sevincini yaşamışlar. Muhtar Mehmet bu çileli yolculukta, açlığa, susuzluğa dayanmış bir bebek olarak köye anası Uzun Emine’nin sırtında dönmüş..
Babadan yetim kalan Muhtar Mehmet o yıllarda köyde “Uzun Emine’nin Muhammet” diye çağrılmaya başlanmış. Ersiz kalan anası Uzun Emine geçim sıkıntısına düşmüş ve bir başkasıyla evlenmiş.. Muhtar Mehmet konu komşu, hısım akraba yardımıyla büyümüş. Serpilmiş. Dal gibi bir delikanlı olmuş. Eli ayağı iş güç tutunca ne iş bulduysa yapmış, askerlik çağına ulaşmış.
*
Asker uğurlaması çok gösterişli olurdu köyümüz Dedesil’de. Askere gidecek gençler askere gitmeden günler önce naralar atarak, türküler söyleyerek gece gündüz köy sokaklarını inletirlerdi.. “Askere giden kırk gün anırır,” diye onların her türlü azgınlıkları hoş görülür, bütün istekleri yerine getirilirdi.
*
Askerlik yoklamasında hepsi dal gibi on sekiz delikanlıyı gören askerlik şubesi başkanı bile “Maşallah Dedesilli gençlere! Hepsi sırım gibi, hepsi boylu poslu,” diyerek hayranlığını gizleyememişti. Muhtar
Mehmet ve arkadaşları “ Haaa maşallah!” denilerek dualarla askere uğurlanmışlar...
*
Askerlik dönüşü evlenen Muhtar Mehmet tarla tokat derken, Söke ovasında pamuk çapası, pamuk toplama derken yaşamını sürdürmüş. Ancak çok durgun ve üzgünmüş. Çünkü çocuk hasreti çekiyormuş. Arkadaşları boy boy çocukları kucakladıkça içi burkuluyormuş. Eşi onun bu üzüntüsüne ortak oluyor ama dertlerine bir çare bulamıyorlarmış.
*
Sonunda eşinin de rızasını alarak Meytar Kızı Fatma’yı alıp evine getirmiş. Köyde bir olay olmaya görsün, o olay günlerce tütün tarlalarında, ekin orağında dilden dile dolaşır, dallanır budaklanırdı. Muhtar Mehmet’in Fatma Hanım’ı kaçırması günlerce köylünün dilinden düşmemiş. Muhtar Mehmet o günlerde evinin çatısına kameriyeye benzer bir çardak yaptırmış. Köyde ilk kez çatıda kameriye görenler kıs kıs gülerlermiş...
*
Muhtar Mehmet’in iki oğlu, bir kızı olmuş Fatma Hanım’dan. Benim anımsadığım kadarıyla ilk eşi Kezban Teyze ile Fatma Hanım gül gibi geçiniyordu. Çocuklar Kezban analarını, öz analarından ayırt
etmez, Kezban ana da onları kendi doğurmuş gibi analık eder, yedirir, içirir, aklar paklardı.
*
O yıllarda Muhtar Mehmet bakkallık yapıyordu ve köyde namı “Bakkal Mehmet’ti.” Yetim ve Öksüz kalan kardeşleri Şevket ve Cemil’e kol kanat geriyor, babalık yapıyordu. Gençlikle haşır neşir olmayı seven, yardımsever tavrı ve güleç yüzüyle ve güvenilen biri olması Muhtar seçilmesinde en büyük etken olmuştu. Artık o “Bakkal Mehmet” adı yerine “Muhtar Mehmet” diye anılmaya başlanmıştı.
*
Muhtar olduğu yıllarda ülkemiz kör döğüşüne benzer bir sağ-sol kavgasına düşmüştü. Kahvehaneler, mahalleler hatta sülaleler bile ayrılmıştı. Her gün haberlerde vurulan, çatışan, ölen gençliğin haberleri duyuluyordu. Kahvehanelerde, meydanlarda acımasızca nutuklar çekiliyor, “O sizden, bu bizden!” diye toplum ayrıştırılıyordu. Dedesil Köyü artık Dedebağı Kasabasıydı ve üç bine aşkın nüfusu vardı. Ancak geleneklerine sımsıkı bağlılık, birbirine muhtaç tarım toplumu olması ve 1968 seçimlerinde yaşanan acı olayların etkisiyle olacak köydeki ayrışma diğer komşu köy ve kasabalar göre korkunç boyutlara varmamıştı. Bunda Muhtar Mehmet gibi herkesi kucaklayan Anadolu geleneği ile yoğrulmuş adamların payı büyüktü.
*
Biz genç öğretmenler her akşam Muhtar Mehmet’in bakkalına uğrar sohbet eder, yer içerdik. Beşi cebimizden olsa da üçü onun ikramı olurdu. Birlikte gezip, birlikte tozduğum öğretmen arkadaşlarımın Adanalı sağ görüşlü, Fethiyeli sol görüşlüydü. Biz bunu aramızda hiç söz konusu etmez, sokaklarda birlikte gezer, birlikte yer içerdik. Ben aynı zamanda Muhtar Mehmet’in oğlu Murat’ın öğretmeniydim. Hazırladığımız piyeste Murat kurnaz bir çoban rolündeydi. Seyirciler arasında Muhtar Mehmet’te vardı. Avukat rolündeki çocuk Murat’a rol gereği “Senin baban Muhtar mıydı?” diye sorunca. Murat da “Muhtardı yaaa!” diye yanıtladı. Salonda bir alkış yağmuru başlamıştı.
*
Bir gün sol görüşlü dediğim Fethiyeli arkadaşım üzüntüyle beni çağırdı. Korku içinde “Evime taş attılar, mutlaka ötekiler!” dedi. Ben kasabanın yerlisi olarak utanmıştım. O yıllarda bu ayrışmanın bir kör döğüşü olduğunu ve ülkeyi bölmeye yönelik olduğunu sezmiştim. “Olamaz,” dedim. “Bizim köy oldu olası öğretmenleri sever, korur. Bugüne kadar hiçbir öğretmene gözün üstünde kaşın vardır diyen olmamıştır.” dedim.
*
Durumu Muhtar Mehmet’e ve Belediye Başkanı Uzun Ali Dayı’ya açtık. Köy İmamı olan babama da ilettim. O gün öğleden sonra tüm köyün sözü dinlenir, güvenilir büyükleri kahvede toplandılar.
“Arkadaşlar bizler bu olaydan utandık. Sağcı olalım, solcu olalım öğretmenler bizim çocuklarımızın öğretmenleridir. Onları korumak görevimizdir. Hepimiz gençlerimize sahip olalım...” diye sözleştiler.
*
Bu olgunluk, bu babacan, bu erdemli tavrı sergileyen büyükleri andıkça gözlerim yaşarır. Bu büyüklerden Muhtar Mehmet, “Bu taşı atanı er geç bulacağım.” diye haykırmıştı o gün...
*
Çok geçmeden Muhtar Mehmet soruştura soruştura olayı aydınlığa kavuşturdu. Öğretmen akşam evdeyken her zaman birlikte kahveye çıktığı komşusu onu çağırmış. “Haydi, kahveye çıkalım,” demek istemiş. Öğretmen kitap okuyormuş, sesleneni duymamış. Komşusu, öğretmenden ses gelmeyince pencerenin camına bir taş atmış. O çakıl parçası pencere camını çatlatmış. O günlerde diken üstünde duran öğretmen bu taşın evini taşlamak amacıyla atıldığını sanıp korkmuş.
*
Muhtar Mehmet Ağabey elim bir kaza sonucu çocuklarının anasını Fatma Abla’yı kaybetti. İlk eşi Kezban ananın şefkati ve anaçlığı yaralarına merhem oldu ve birlikte yaşlandılar.
*
Seksen beş yıldır acı ve tatlı anılarla dopdolu olan Muhtar Mehmet’i evinin önünde otururken görürsem yanına uğramadan, elini öpmeden geçmezdim. O köyümüzün tarihi eseri gibiydi benim gözümde.
*
Onunla sohbet ederken bu toprakların bereketini, sevgisini, acıyı ve neşeyi paylaşmayı, cömertliğini duyar gibi olurdum. Onun sesinde bu toprakların çağlayan bir ırmağı, esen yeli, öten kuşu saklı gibiydi.
*
İkiyüzlü, her tavırları yapmacık ve güven vermeyen insan tiplerinden bıkıp usandığımda bu yiğit Anadolu insanının berrak sesi, huzur veren yüzüyle ruhum temizlenirdi. O güzel insanlar yok artık aramızda. (1918)
*
Onun oturduğu tahta sedir öylece duruyor. Kimsesiz, kolu kanadı kırık insanlar gibi. Oturulmayan, bakımsız evler, çökmüş çatılar, yıkık duvarlar da tahta sedir gibi insanın yüreğini kanatıyor...
*
Veli Aykar
01 Ocak 2025
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.