- 121 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
ARKASI YARIN
(Anı Hikaye)
Vefa, sadece İstanbul’da bir semt adı değildir!
Hayatıma dokunan iki öğretmen; Mustafa Çakın ve Halit Yardımcı ve de babam Teğmen Hüseyin anısına...
Sene: 1968
Yer: Koruköy Köyü-KIRKLARELİ
İlkokul bitmiş. Yaşım 11 olmalı. Öğretmenim Mustafa Çakın, babamla konuşmuş, benim için; "Hüseyin abi bu çocuk okusun." demiş. "Orta, Lise, belli mi olur sonra Üniversite. Zeki, çalışkan ve derslerinde başarılı; aç çocuğun ufkunu. Burada kalıp sizler gibi ziyan zebil olmasın."
"İyi de.." demiş babam, dudak bükmüş, biraz kem küm etmiş. "Olur ama nasıl? Biz fakir fukara insanlarız, para yok pul yok. Hem yol yordam da bilmeyiz..."
Öğretmenim kendisine yardım edecek, hem de yol yöntem gösterecekmiş...
Köyümüz bir dağ köyü. 50-60 hane ve içindekiler de genci yaşlısı, çoluk çocuk 305 kadar kişi.
Topraklar verimsiz olsa da tarımla uğraşıyorlar, hayvan besleyip bakıyorlar, ormandan odun kesip satıyorlar vs.
Traktör yok, eker, biçer, döver yok, şu yok bu yok; her şey dededen babadan gördükleri gibi kara usul.
İşleri çekip çevirmek için insan gücü lazım. İster büyük ister küçük bütün çocuklara amansız bir ihtiyaçlık var.
Ortaymış, Liseymiş veya Üniversite kimin neyine!
Bu yıllardır hep böyle olmuş; ilkokuldan sonrasını hiç kimse aklının ucundan bile geçirmemiş. Hele bir bakın şu Mustafa isimli papaz öğretmenin köylü milletinin aklına getirip soktuğu şeye! (Köylüler ona; saçları uzun olduğu için papaz, aklında böyle fikirler beslediği için de Komünist Öğretmen diyordu.)
Benim gibi okumasını istediği iki çocuk daha vardı. Onların babalarını bilmem ama bu fikir babamın aklına yatmış...
Benden önce üç yıl okuyup ebe olmuş Çiğdem Karabulut isimli bir abla vardı. Benden altı yaş büyük olan ablam (Sevgi) da okuyup ebe olmak istemiş ama o vakit babam; "Olmaz." deyip izin vermemiş. Kız çocuğu anasının dizi dibinde olmalıymış... O zamanki insanların fikri bu; böyle görmüş, böyle bilmişler.
Üç veya dört sene önce de amcaoğlu kuzen olan iki Kadri Karabulut da biri Kepirtepe Öğretmen Okuluna, diğeri de Edirne’deki okula gitmiş; okuyup öğretmen olacaklardı. İşte onlara çok özeniyordum. Bir de Cumhuriyet Gazetesi okuyan ama çok sigara içen önceki öğretmenim Fazlı Gümüş’e...
Sırtımda takım elbise, boynumda kravat, ayaklarımda iskarpin... Okuyup öğretmen olmak hayalimi süsleyen dayanılmaz bir arzuydu...
Öğretmenim Mustafa Çakın aldı beni götürdü. Kırklareli’ne mi götürdü, Lüleburgaz’daki Kepirtepe’ye mi; çok zaman oldu, şimdi orasını hatırlamıyorum.
Sınava girdim. Girmiş olmalıyım. Ama kazanamamışım. "Olsun, ziyanı yok; seneye bir daha deneriz." Öğretmenim öyle dedi ama bir senem ziyan olacak. Olsun, ne olacak? Henüz çocukmuşum ve önümde uzun bir hayat varmış...
Sene:1969
Ertesi sene bir daha denedim. Gene olmadı. Bu sefer de yatılıyı kazanamadım. Yatılı yoksa olmaz, bu iş yatar. Öyle oldu. Tabii böylece öğretmen olma hayali de yatmış oldu...
Ama babam kafaya tamamen koymuş, beni mutlaka okutacak. Ama nasıl? Nasıl olacaksa aynen öyle. Yatılı olmazsa yatısız...
İmam Hatip Okulu varmış. Öğretmene olamayacaksam İmam (Hoca) olurmuşum. Ha öğretmen, ha imam; ikisi de memur. İkisi de Devlet Kapısı, ikisi de maaşlı. İkisi de temiz, benzer mi bizim boklu sidikli işe...
Düştük yola gidiyoruz; babam önde ben peşinde. Avukatlar Sokağı gide gide Hükümet Binasına çıkar. İmam Hatip Okulu onun az sol yanında. Güneyde. Gidiyoruz ama sarmış içimi dayanılmaz bir sıkıntı. Olmaz, bu sıkıntıyla bir ömür yaşanmaz. Ama nasıl desem babama! "Baba ben hoca olmak istemiyorum." O zamanlar köyde cami var ama minaresi yok. Hoca taşa çıkıyor; ezanı tıpkı Köle Bilal gibi o şekilde canlı okuyordu. "Ben taşa çıkıp onun gibi Allah-u Ekber demem." Cesaretim oldu nasıl olduysa, yetişip babama aynen böyle dedim. Babam ne tavır takındı veya ne cevap verdi, onu şimdi hatırlamıyorum.
Ama durmadık, geriye dönmedik ve yürümeye devam ettik; babam önde ben peşinde... Demek ki, hoca olma fikrinden vazgeçmedik. Lakin o babamın kendi fikriydi, ben niyet bile etmemiştim ki! Allah’ım Ya Rabbim...
Hükümet Binasının oraya gelince babam sağa devam etti. Yani Kuzeye. Oysa İmam Hatip Okulu soldaydı. Yani Güneydeki Stat tarafında.. Nereye baba? Soru sorma yürü peşimden. Yaşasın! Yaşasın mıydı acaba!
Devlet Hastanesi yolunun hemen üst yamacında iki tane okul vardı; yan yana. Soldaki Kırklareli Lisesi (O zamanki adı öyleydi) sağdaki de Kırklareli Ticaret Lisesi. İkisi arasındaki yamaç merdivenlerden yürüyüp soldakine gittik.
O zaman orta ve lise eğitimi aynı yerde birlikte veriliyordu. Orta kısmına kayıt yaptırdık. Sınıf 1/A, yabancı dil Almanca. Neden mi Almanca? Çünkü o yıllarda bir Almanya furyası vardı. İnsanlar çalışmak için Trenlere doluşup akın akın oraya gidiyordu. Çünkü oradaki şartlar buraya göre daha iyi ve hayat daha güzelmiş. Mark da Liraya göre daha değerliymiş. Gidenler bir sene sonra başlarında fötr şapka, üstlerinde renkli giysiler, ellerinde teyp; Mercedes marka otomobillerle geliyordu. Bin Mark bozduranın binlerce Lirası oluyor; kendisine arsa, ev, dükkan, tarla gibi gayrimenkuller alıyordu. Yani hayatları kurtuluyordu. Belki ben de büyüyünce Almanya’ya giderim; neden olmasın!
Yol, Kırklareli’nden Dereköy’e kadar yapılmıştı. Çünkü orada Gümrük Kapısı vardı. Ötesi Bulgaristan. Burunlu bir otobüs her gün sabah şehre, akşam da köye git gel yapıyordu. Ben de binip gidiyor, binip geliyordum. Takım elbise, gömlek, kravat ve iskarpin; çanta elimde böylece okul başlamış oldu. Öyle mutluydum ki, sevinçten uçsam yeriydi.
İki hafta sonra git gel bitmişti. Mustafa öğretmenim beni Yayla Mahallesindeki kendi evinin yakınında bulunan Vakıflar Öğrenci Yurduna yerleştirmişti. Al sana yatılı...
SENE:1972
Orta Okul bitmişti. Şimdi ne olacak? Aynı okulun lise bölümüne devem etsem, liseden mezun olunca ne olacak? Üniversiteye gitsem doktor olurum, mühendis, avukat olurum, yazar olurum, ressam filan olurum; iyi de olur ama olmaz. Fakir köylü çocuklarının böyle şeyler olması yasak. Çünkü onların parası yok. Memleketin Ankara’sında, İstanbul’unda, başka bilmem ne şehrinde nerede yatıp kalkacak, ne yiyip içecek, okula nasıl gidip gelecek? En iyisi hayata kısa yoldan atılmak. Sanat altın bilezikmiş, gidip bir sanat sahibi olmak..
Mesela Ziraat Teknisyenliği...
Nasıl olsa rençper çocuğuyuz, o işi de zaten seviyoruz. Lüleburgaz’da Türkgeldi Ziraat Okulu varmış. Onu öğrendik. Sınav gününü de öğrendik. O gün gelince düştük gene yola, babam önde ben peşinde sora ede gittik.
Sınav oldu bitti, sonuçlar bildirildi. Sonuç; hüsran. Gene öğretmen okulunda olduğu gibi yatılıyı kazanamamışım. Yatılı yoksa bu iş yatar. Allah’ın Lüleburgaz’ında nerde yatar nerde kalkarım, ne yer ne içerim de bırak okumayı hayatta nasıl kalırım?
Sonra Lise dedik...
Babam kafaya koymuş beni okutacak. Liseyse lise, ne olursa olsun; yeter ki bir okul, yani diploma olsun. Liseden sonra Üniversiteye gitmesem de olur. Lise mezunundan memur olmaz mı? Tapuda memur, nüfus müdürlüğünde memur, Belediyede, Devlet Su İşlerinde, Yol Su Elektrikte, mesela Orman Muhafaza Memuru; pek ala olur. Olur da geç kalmışız okullar açılmış; kaydımı yapmadılar, beni liseye yazmadılar...
Sonra Sanat Okulu dedik...
Ya da birisi bize dedi. Ama okullar açılmış. Olsun. Olsun ama sanat okulunun da bölümleri var ve bölüm belirlemek için sınavı var. Gittik durumu izah ettik, böyleyken böyle oldu dedik. Tabii bütün bunları babam dedi. Müdür Bey de; "Olmaz" dedi. Geçmiş, kısmetse seneye. Bir senecikten ne olur. Biliyorsunuz ilkokuldan sonra da bir seneciğim gitmişti.
O sırada birisi geldi yanımıza; uzun boylu, iri yapılı, Onu tanıdım. Ortaokuldayken sosyal bilgiler öğretmenimdi. (Tarih, Coğrafya,Yurttaşlık Bilgisi) Buraya geçmiş. Okulun o zamanki adı Sanat Enstitüsüydü. (Daha önce başında erkek ibaresi de vardı ama o kaldırılmış Çünkü Elektrik olarak yeni bölüm açılmış ve oraya kız öğrenci de alınacakmış) Halit Yardımcı. İşte bu okula müdür yardımcısı olarak atanmış. Vaziyeti öğrendi, "Olmaz!" dedi. Biraz da öfkelendi sanki. Sanat Okulu sınavı da ben Ziraat Okulu sınavına gittiğim günmüş. İki sınav aynı günde, çakışmışlar. Pişti! Ulan nasıl bir Milli Eğitimdir bu? Aynı şehirde iki okulun sınavı aynı günde bu nasıl bir kepazeliktir? Bu çocuğun hakkını kim yedi, hesabını kim verecek? O olmamış, şu olmamış, bu da mı olmasın? Hemen kaydını yapın yoksa dünyayı başlarına yıkarım!
Kaydım yapıldı, ben de Marangozluk Bölümüne başladım. Öğretmen okuluna gitseydim öğretmen olacaktım. Olmadı. Ziraat Okuluna gitseydim ziraatçı olacaktım. Olmadı. Liseye gitseydim memur olacaktım. Olmadı. Olsun, marangozluk da iyidir baba! Masa sandalye yaparım, kapı pencere yaparım, balta, keser, kürek sapı yaparım; ağaçtan çok şey yapılır...
İki Hafta Sonra:
Her Pazartesi sabahı okul önünde toplanıp sınıf sınıf sıra olunur ve merasim yapılırdı. Sonra saç ve kravat kontrolü. Uzun saç yasak! Kesinlikle kravat takınmak. Sonra dersi olanlar sınıflara, atölyesi olanlar da atölyelere giderlerdi. Bizim o gün atölyemiz vardı ama Halit Yardımcı bana "Sen gitme, kal." dedi. "Bekle biraz. " Cebinden bir kağıt çıkarıp verdi. Kağıtta on tane soru vardı. "Şimdi git bunlara çalış, öğleden sonra sınav olacaksın."
Sonrasında öyle oldu. Salı sabahı bana, "Bundan böyle Marangoz Atölyesine değil Elektrik Atölyesine gideceksin." dedi. "Haydi bakalım..." En yüksek puanla girilen bölümü kazanmışım. Ben hala elektriksiz bir köyde elektriksiz bir evde yaşıyorum ama olsun... Sevinçten uçuyordum. Peşlerinden koşup atölyeye giden sınıfa yetiştim. Yurttan ve ortaokuldan arkadaşım Nazmi Malçok da oradaydı. Beni gördü. "Gene beraberiz. Ben de buradayım artık. Halit Hoca yaptı yapacağını. Ne yaptıysa yaptı ama iyi yaptı."
Arkası yarın...
(Yani devamı var. Bu oldukça uzun bir hikaye; yazarım vaktim ve halim olursa..)
Tevfik Tekmen Aralık Sonu/2024 Koruköy/Kırklareli
YORUMLAR
Güzel hikaye, hayatın içinden, merakla okutan güzel sade bir dil, yer yer tebessüm de ettim.
İnsanın sadece kaderi değil, şansı da olacak biraz...
Hayat şartları ne kadar kötü olursa olsun, şans bi şekikde yüzünüze gülmüş, yakanıza yapışıp bırakmamış ve karşınıza merhametli iyi insanları çıkarmış.
Devamını da lütfen yazın, güzeldi çünkü...
Teşekkürler.
Tevfik Tekmen
Çok çok teşekkür. selam ve sevgim ile Gule...
Oturup sohbet eder gibi, yalın ve organık bir anlatımınız var.
Hayat hikayeniz de, o dönemde, yurdun her yeri aşağı yukarı aynı kaderi paylaşıyormuş. İlkel koşullarda, köylülerin nasıl çırpındıkları aşikar küçük büyük demeden. Elektiriksiz, okulsuz bir dönem. Ailelerin henüz eğitimle haşır neşir olmadıkları ve kız çocuklarını okutma cesaretini göstermedikleri dönem...
Bunlar yazılmalı, evet. Çünkü sadece otobiyoğrafi niteliği taşımıyor bu hikayeler, aynı zamanda, kültür tarihidir, sosyolojisidir toplumun.
Elinize sağlık, sayın Tekmen.
Takipte olacağım,
Saygımla.
Tevfik Tekmen
Kaderde varsa en olmayacak gibi görünen şey bile geçekleşebiliyor. Her şey sanki o şeyin gerçek olması için biraraya geliyor. Sizin de karşınıza o duyarlı, mesleğini gerçekten severek yapan öğretmenler çıkmış. Ben onlar kadar, hatta onlardan da fazla babanızı da çok takdir ettim. Onun yerinde başka bir baba olsaydı büyük ihtimalle o zor koşullar içinde sizin okumanız yerine, yanında olup işlerinde ona yardım etmenizi tercih ederdi.
Devamını merakla bekliyoruz. Hayatın içinden yazılar çok daha etkili oluyor. Çok güzeldi. Kaleminize sağlık....