- 113 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Hatırlamak /2
"İnsan gözden ibarettir aslında,
geri kalan cesettir.
Göz ise ancak dostu görene denir."
Mevlânâ Celaleddin Rumi
14 Rabiu’l-Evvel 1445
Günlerden; Cuma
Kız için isim; Fatma
Erkek için; Rıza
Günün yemekleri...
Saat, on biri on beş geçip, on ikiye kırk beş dakika yakın ya da uzaktı. Cam kenarındaki bir masada oturuyordu. Üzerindeki açık renkli trençkot, ince uzun boyuna zarif bir uyum sağlamıştı. Otuzlu yaşlarının son deminde olmalıydı. Omuzlarına dökülen sarı saçları, kafenin ışığı altında bal rengi bir parlaklık taşıyordu. İnce sayılabilecek bir yüzü vardı. Burnu, hafif kalkık ama fazlasıyla zarifti. Ama Zafer’in asıl dikkatini çeken kadının gözleriydi. Büyük, anlamlı ve yeşilin en berrak tonuna sahip gözler…
Kadın, başını hafifçe öne eğmiş, karşısında oturan adamın söylediklerini dinliyordu. Adam, onun kocası olmalıydı; masadaki el hareketleri ve dik duruşuyla kendi alanını işaret eden bir havası vardı. Kadının yüzüne eğilerek konuşması bile bir sahiplenmeyi ifade ediyordu.
Ama kadın… Kadın da başka bir şey vardı. O masada oturuyor, kocasının söylediklerini dinliyor gibi görünüyordu, ama yüzündeki belli belirsiz gerginlik, başka bir yerde olmayı istediğini ele veriyordu. Sanki o masaya, o adama ait değildi ya da aitmiş gibi davranmaktan yorulmuştu.
Zafer, gözlerini kadından ayırmadan, ceketinin cebinden çıkardığı sigarasını özensizce masaya bıraktı. Sigarasını yakıp derin bir nefes aldı. Eliyle önünde duran kahve fincanına uzandı. O esnada, sessizlik birden parçalandı. Bir kaç adım ötesindeki masada oturan iki genç, seslerini yükselterek konuşmaya başladılar. İlk başta bu, Zafer’in dikkatini bile çekmemişti; sıradan bir tartışmanın ötesinde görünmüyordu. Ancak ses tonları daha da keskinleştiğinde, kafenin genel uğultusunun üzerinde yükselen bir gerilim oluştu. Yanı başında yaşanan tartışmanın nedenini anlamaya çalışmadı. Sigarasından bir nefes daha alıp bu durumun, kafedeki insanları nasıl etkilediğini gözlemlemeye başladı. Uzakta oturan yaşlı adamın gazetesini indirip kaşlarını çattığını gördü. Yüzündeki rahatsızlık ifadesi, sessizlik isteyen birinin hayal kırıklığını yansıtıyordu. Bir başka masada oturan genç bir kadın ise, telefonunu eline alıp tartışmayı kayda almaya başlamıştı. Gözlerinde heyecanla karışık bir merak vardı. Belki de bu, kendi hayatına bir anlığına da olsa heyecan katacak bir fırsattı. Garsonlardan biri, masaları temizleme bahanesiyle kavganın olduğu bölgeden uzaklaşmıştı. Bir diğer garson ise, ellerini önlüğüne siliyor, ama müdahale etmek için yeterince cesaret bulamıyordu. O an garsonun elindeki not defterini hatırladı. Üzerine büyük harflerle “ biraz da cesaret lütfen “ yazdığını hayal etti. İstemsizce gülümsedi.
Çocukluğunu düşündü ansızın. Sokakta oynarken arkadaşlarıyla ettiği kavgaları. Çoğu zaman, tartışmaların neden başladığını bile hatırlamazdı. Ama o anın içindeki öfke, insanı bir tür bağımlılık gibi sarardı. Belki de bu, insanın varlığına dair en ilkel yanlarından biriydi; kendini ifade etme çabası, ama kelimelerle değil, hareketlerle, ses tonuyla, öfkeyle. Zafer’in gözleri, bir an tartışmanın olduğu masadan uzaklaşıp tekrar kadına kaydı. Bu kargaşa, ona daha uzun ve dikkatlice bakma fırsatı sunmuştu. Kadın, kocasının yanında sessizce oturuyordu. Kafasını hafifçe yana çevirmiş, tartışmayı izliyordu, ama yüzündeki ifadede bir kayıtsızlık vardı. Sanki bu olay, onun ilgisini çekmek için yeterli değildi.
Zafer, onun bu duruşundan bir anlam çıkarmaya çalıştı. Onun gözlerinde, tartışmaya dahil olmaktan ya da tamamen yok saymaktan çok, onu anlamaya çalışan bir ifade vardı. O, bu kargaşanın arkasındaki hikayeyi merak ediyor gibiydi. Sigarasından bir nefes daha almak üzereyken kadının sağ gözündeki belli belirsiz seğirmeyi fark etti. Yüzü sarardı, titreyen elleriyle sigarasını zorlukla söndürebilmişti. Gözlerini bir an için masanın üzerine indirdi.
Tartışma, kafenin müdavimlerinden birinin araya girmesiyle sona erdi. Gençler, masadan hızla kalkıp dışarı çıktılar. Kafe, tekrar eski sessizliğine kavuştu, ama bu sessizlik, o anın bıraktığı gerilimle biraz daha ağırlaşmış gibiydi. Kadının gözleri, camın dışında akan hayata kayarken, garip bir his onu başka bir yöne çevirdi. Bu, ne tam bir rahatsızlık ne de tam bir merak duygusuydu. Sanki üzerinde yabancı bir çift gözün ağırlığını hissetmişti. Başını hafifçe sağa çevirdiğinde, birkaç masa ötede oturan adamın kendisine baktığını fark etti.
Kadın, Zafer’in bakışlarını üzerinde hissettiğinde öncelikle bunu görmezden gelmeye çalıştı. Kocasına doğru eğilip, menüye işaret ederek bir şeyler söyledi. Ama bu hareket, daha çok bir savunma refleksiydi. Sanki o bakışları fark etmemiş gibi yaparak hem kendini hem de kocasını bu andan korumaya çalışıyordu. Hiç tanımadığı bu erkeğin bakışlarından mutlu olmuştu ancak mutluluğu, çekiciliğinin yabancı bir çift bakış tarafından tescil edilmesinden kaynaklanmıyordu. Bunun çok ötesinde, tarif edemediği bambaşka bir duyguydu.
Kadın, güzelliğinin farkındaydı. Gençliğinde aynadaki yansımasında gördüğü yüz, ona yalnızca kendi suretini değil, insanların onu nasıl gördüğünü de anlatırdı. Gözlerinin derinliği, dudaklarının incelikle çizilmiş kıvrımı, yüz hatlarının hafif dalgalı zarafeti... Bunlar, onu hep fark edilir kılmıştı. Ama fark edilmek her zaman bir lütuf değildi. Bir kadının, yalnızca bir bakışla bir oda dolusu insanın dikkatini çekmesi, bazen iltifat gibi gelirken, bazen de bir ağırlık gibi taşınırdı. O, zamanla bu bakışlara nasıl karşılık vereceğini öğrenmişti. Kimi zaman başını çevirir, kimi zaman bir tebessümle geçiştirir, kimi zaman ise tamamen görmezden gelirdi. Üstelik bakışlar, her zaman aynı şeyi anlatmazdı. Bazıları, sadece yüzeyde kalırdı; kaba, arzulu, hatta biraz tehditkâr. Bir insanın bedenine hapsolmuş bir hayranlık, onun varlığının ötesine geçemezdi. Bu tür bakışlar, kadının içinde rahatsız edici bir yankı bırakırdı. Kendini, bir objeye indirgenmiş gibi hissederdi. Bazı bakışlar ise daha derin olurdu. Bu derinlik, yalnızca bir kadının fiziksel varlığına değil, onun arkasında taşıdığı hikayeye dokunurdu. Bu tür bakışları daha az alırdı, ama aldığında, içini bir tuhaflık sarardı. Ama bu yabancının bakışları, alışık olduklarından daha farklıydı. Ne açık bir davet, ne de rahatsız edici bir değerlendirme, ne kaba ne de kör bir hayranlık... Daha çok, kendisini anlamaya çalışan bir derinlik vardı o gözlerde.
“ Meryem nerelere daldın, iyi misin?”
Hafifçe gülümsedi kocasına. “ İyiyim, biraz üşüdüm sadece “
Meryem, kocasının yanında otururken, masanın üzerine bıraktığı ellerini izliyordu. Birbirine paralel duran parmaklarının ince kemikleri, yaşının ona armağan ettiği bir zarafeti taşıyordu. Ama bu eller, yıllardır aynı masada oturan, aynı bardaktan su içen, aynı duvarlara bakan birinin elleriydi artık. Hareketlerinde, sanki kelimelere dökülmek istemeyen bir alışkanlığın ağırlığı vardı.
Karşısında oturan adam, onun kocasıydı. Meryem’in hayatına adım atalı on beş yıla yakın olmuştu. On beş yıl... Bu süre, insanın bir alışkanlığı pekiştirmesi, bir bağa derinlik katması ya da tam tersine, o bağın görünmeyen çatlaklarını daha belirgin hale getirmesi için yeterliydi. Kocası, yüzündeki hafif yorgunlukla, masasındaki kahveyi karıştırıyordu. Kaşığın ince bir çınlama sesi, aralarındaki sessizliği boğmadan dolduruyordu. “Bu hafta oldukça yoğundu,” dedi kocası, sanki kendi kendine konuşur gibi. “Ama işte, yine de bir şekilde ilerliyoruz.” Meryem, başını hafifçe salladı. Onun söylediklerini dinliyordu, ama bu dinleme, bir mecburiyetin ötesine geçemiyordu.
Sözcükler, kocasının ağzından çıkıp bir duvar gibi aralarına yerleşiyor, sonra dağılmadan havada asılı kalıyordu. Bir zamanlar, bu sözlere daha farklı bir anlam yüklediği zamanları hatırladı. Evliliklerinin ilk yıllarında, kocasının her kelimesi, onun zihninde yankılanır, söylediği her şeyin altında daha derin bir anlam arardı. Ama şimdi, bu sözlerin çoğu, sanki yalnızca söylenmek için söyleniyor gibiydi...
Meryem, başını hafifçe çevirip gözlerini Zafer’in gözleriyle buluşturdu. Bu hareket, o kadar kısa ve kararsızdı ki, sanki yanlışlıkla yapılmış gibi görünüyordu. Ellerini, masanın üzerinden alarak dizlerinin üzerine koydu. Ama bu hareket kendiliğinden olmaktan çok, kaçınılmaz bir telaşı gizlemek içindi. Gözlerini aniden kaçırdı. Ancak o bakışı yarıda bırakmanın verdiği eksiklik hissiyle hemen yeniden kaldırdı. Bu kez, Zafer’e doğrudan bakmaya cesaret etti. Ama bu cesaret, içinde saklı bir suçluluk ile birlikte gelmişti. Yanaklarına hafif bir kızarıklık yayıldı, dudakları aralandı, ne söyleyeceğini bilmeden tekrar kapandı. Kocasına dönüp bir şey söylemek zorunda kaldı. Kendi mahcubiyetini örtmek, o anda başka birine aitmiş gibi davranarak bakışın ağırlığından kurtulmaya çalıştı. Sesi hafif çatallı çıkmıştı. Söylediği şey herhangi bir anlam taşımıyordu, yalnızca o anı bir şekilde doldurmak içindi. Parmakları, dizlerinin üzerindeki kumaşı hafifçe sıkarak ritmik bir şekilde hareket ediyordu. Bu, ne yapacağını bilmeyen birinin ellerine söz geçirememe haliydi.
Herkes, fark edilmekten korkarken aynı zamanda fark edilmenin büyüsüne kapılırdı. Meryem de bu büyünün ortasında gibiydi; ne yapacağını bilemeyen bir kadının tedirginliğini, ama aynı zamanda merakını taşıyordu. Masadaki peçeteliğe dokundu, sanki o ince kağıdın dokusu onu bulunduğu yerden çekip başka bir zamana taşıyacakmış gibi. O sırada, kafenin uğultusu bir perde gibi hafızasının önüne indi ve eski bir anı, tüm ağırlığıyla üzerine çöktü.
Ortaokul yıllarındaydı. Bir gün, öğretmeni sınıfa dönüp öğrencilerin tek tek gözlerinin içine bakarak bir şeyler söylemişti. Herkese bir kelime, bir sıfat, kısa bir cümle... “Zeki, neşeli, uykucu...” Ama sıra ona geldiğinde, öğretmenin yüzü bir an duraksamış, gözleri dikkatle Meryem’in yüzüne odaklanmıştı. “Sen... sen çok düşünceli bakıyorsun Meryem. Senin adın düşünceli olsun.” Sınıfta gülüşmeler olmuştu. “Düşünceliii” diye bağırmıştı yan sıradaki çocuk alayla. “ O anda Meryem, gözünün seğirmeye başladığını hissetmişti. Bu küçük, kontrolsüz hareket, o yaşta bile onu ele veren bir işaret gibi gelmişti. Sanki saklanmak istediği her an, bedeni onun ihanetine uğruyordu. O gün öğle tatilinde, lavaboya gidip aynaya bakmıştı. Kendi gözlerinin içine uzun uzun bakmış, o seğirmenin izlerini aramıştı. Ama neyi görmek istediğini bilmiyordu. Kendine fısıldar gibi, “Neden böyle oluyor?” demişti. “Neden gözlerimden bir şey saklanmıyor?”
Meryem’in eli, masadaki fincanın kenarında dolanırken, zihni o eski aynanın soğuk yüzeyine dokunmuş gibi ürperdi. Gözünün seğirdiğini bir kez daha hissetti. O küçücük hareket, sanki geçmişinden gelen bir yankı gibi şimdi de onun varlığını ele veriyordu. O zaman bu hareketin nedenini çözememişti, şimdi ise daha fazla anlam yüklüyordu. Masadaki hareketler, garsonun gelip geçen adımları, kahve makinelerinin buğulu sesi... Tüm bunlar, Meryem’i bulunduğu ana geri çekmek istedi. Ama zihninde o genç kız vardı hâlâ. Aynanın karşısında kendini anlamaya çalışan, ama daha çok karışan o genç kız... Ve şimdi, yıllar sonra, bir kez daha, bir bakışın ağırlığı altında aynı seğirmenin başladığını hissediyordu. Zafer’in bakışı, o aynanın yüzeyini bir kez daha parlatmış gibiydi; içindeki çatlakları ve sırları, yeniden su yüzüne çıkarıyordu.
“ Neden bu kadar dikkatli bakıyor bana ?“ dedi içinden. “ Peki ben neden bu kadar önemsiyorum bunu? Birine bakarsın , o da sana bakar. Gözler buluşur, anlamlar yüklenir ya da yüklenmez, sonra herkes kendi yoluna gider. Hepsi bu! Ama bu defa neden böyle olmuyor?” “Bu masada değil, orada olsaydım ne olurdu? Beni dinler miydi? Yoksa yine aynı bakışlarla başka birinin gözlerine mi yönelirdi?”
“Bunu neden bu kadar büyütüyorsun Meryem?”
Devam edecek...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.