- 65 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
YOL ARKADAŞI
“Zengin olmaktan neden korkulur ki?! Anlamıyorum seni!”
Ne kadar makuldü bu sözler aslında!.. Ve bu kurumuş, çatlamış elleri zarif kadın ellerine döndürecek o korunaklı evrene girmek istemediğime dair duyulan bu şaşkınlık…
Üstüne üstlük derin göllere benzeyen yemyeşil gözleri vardı, o evrene girmemi sağlayacak anahtarı elinde tutan beyaz atlı prensin. Bu da daha haklı bir konuma getiriyordu bu şaşkınlığı.
Nermin her zamanki Nermin olarak; o sıcacık anne kucağına benzer yüzüne içini olduğu gibi boca etmiş, “mutlu olmanı istiyorum sadece” diyordu sanki, sıcacık kahve kokuları saçan sesiyle…
“Yani çok mu memnunsun bu düzenden?! Muammer Amca’nın emekli aylığına eklendiğinde boğazınızı doyurmaya zar zor yeten iç kuruş maaşınla evi döndermeye çalıştığın… Mideni doyursa da ruhunu aç bırakan, sıcacık bir tebessümü bile bin bir zorlukla dudağına iliştirdiğin…”
“Kendiliğimden gülemiyor muyum yani?” dedim, onu yalanlar gibi kocaman bir kahkaha patlatarak… Üstelik çok da sahici bir gülüştü bu. İte kaka zorlamaya gerek bırakmayacak kadar içerilerden bir yerden gelen…
Onu anlıyordum aslında. Kaç seneyi devirmişti dostluğumuz, kolay mı? Aynı sokaklarda yürümüş; aynı binaların, ağaçların önünden geçip o yaşlı piyangocuya selam vermiştik ikimiz de… Yanındaki çiçekçi kadına gülümsemiştik hemen sonra… Kadın olmanın sınırlarından içeri sokmuştuk onu o merhaba diyen gülüşle; silkeleyip bir kendine getirmiş, ‘çiçekçi kadın’la kendisi arasındaki sınır çizgisini belirginleştirmiştik.
İşte, böyle böyle ortak bir dünya kurmuştuk farkında olmadan ikimiz birlikte. En önemlisi de içimizi açmıştık birbirimize. Bundan daha değerli bir şey olabilir miydi bir başkasına sunabilecek? Kocaman bir kalabalıkta bir tek insanı çok özel bir yere koymanın bundan daha güzel bir ifadesi olabilir miydi?
Karşı apartmanda oturuyordu Nermin. Küçücük birer kızken başlamıştı daha, birlikte çıktığımız o yolculuk. Beş taş oynamayı ondan öğrenmiştim mesela. Bir türlü ona yetişememiştim gerçi o oyunda… Ama ne önemi vardı ki?!.. Mesele paylaşmaktı bir şeyleri; yaptığın şeylerle “benim dünyamdansın sen de” diyen bir gülüş göndermek…
İşte şimdi de onca yıllık bu yol arkadaşlığının verdiği samimiyete güvenerek böyle sakınmadan konuşuyordu benimle. Kendisi aynı durumda olsa ne yapacağını söylüyordu aslında. “Son karar senin tabii”yi de koyarak sesinin bir köşesine…
“Ben dokunabilmek istiyorum hayatımdaki şeylere… Onları ellerimde duyumsamak… Misafir gibi yabancı kalmamak evrenime…” deseydim, anlar mıydı beni? Çünkü bazen en yakınında olanların bile anlayamayacağı bir dilden konuşabiliyordu için… Sen bile anlamakta zorlanabiliyordun onu. Hiç beklemediğin bir anda hayat sana öyle bir şey sunuyordu ki; derinlerinde bir yerde hiç tanımadığın biri konuşmaya başlıyordu. Zaman geçtikçe anlıyordun, o cümleleri söyleyenin şimdiye kadar ‘susturduğun için’ olduğunu… Bir bakıyordun; dili seninkiyle aynı, Türkçe yani… Yabancı olansa; anlattığı o duygu…
Hayatın, önüne serdiği yepyeni yolda ilerlemeye başlamak üzereyken; o eşikte durup geriye baktığında tam olarak görebiliyordun ancak kendini: Susturduğun, konuşturduğun tüm yanlarınla… Susturduğunun en çok yeri kapladığını fark ediyordun, ‘sen’ denen o bütünün içinde…
Ani bir kararla konuşmaya başladım. Kaç yıllık arkadaşım anlamayacaksa başka kim anlardı ki beni?!
“Ceyda’yı hatırlıyor musun?” dedim. “Ablamın üniversiteden arkadaşı, kolej mezunu şu kibirli kız… Ablam bize getirirdi bazen onu. Sen de görmüştün. Kız mutfağa günlerce girmediğini söylemişti bir gelişinde. Hizmetçiler varmış evde… Bütün işleri onlar gördüğü için mutfağa girmesi gerekmiyormuş. Kurabiyesini yerken açılmıştı konu… ’Tadı harika’ falan derken, ablam kendi elleriyle yaptığını söylediğinde; kaşlarının saçıyla alnını ayıran sınıra kadar kalktığını hatırlıyorum. Şaşkınlığın vücut bulmuş hâli şeklinde ’gerçekten mi’ demişti; kurabiyeyi tuttuğu eli havada kalakalmış…
’Bunda ne var ki?!’ demişti ablam, kıkır kıkır gülerek. ’İlahi Ceyda, sanki çok muazzam bir şey yapmışım gibi konuşuyorsun.’
’Ben değil kurabiye yapmak, elime bez alıp bir zerre tozunu bile almadım evdeki bir sehpanın. Mutfağa en son ne zaman girdim, hatırlamıyorum bile. Hizmetçiler herşeyi hallediyor nasılsa, çok nadir girmem gerekiyor.’
’Ve sen de o eve ‘benim evim’ diyorsun, öyle mi?!’ demişti ablam, neşesine bir parça öfke kaçmış… ’Misafir gibi takılıyorsun öyleyse… Kusura bakma ama öyle bir yere ‘evim’ demezdim ben!’
Ceyda kurabiyeyi ağzına götürmekten vazgeçip tabağa bırakmıştı bu söz üzerine… Çıt çıkarmadan suçlu suçlu bakıp durmuştu tabaktaki, bu sessizliğin failine…
İşte zenginlik böyle bir şey!.. Yıllar önce o gün Ceyda’nın tabaktaki kurabiyeye suçlu suçlu bakmasına neden olan; kendisiyle dünyası arasındaki o kocaman ayrılık… Ne elleriyle, ne de ruhuyla hiçbir şeye tam olarak dokunamaması o dünyada… Her şeyin önüne bol kepçe sunulması yüzünden; hazıra konmanın suçluluğuyla hiçbir şeyi ait kılamaması kendine… Sıkılıp atması hemen… Herhangi bir şeyde kendini göreceği bir geçmişi bulamaması çünkü… Elde etmek için beklememesi, hiçbir şekilde emek vermemesi ona…”
“Tamam, anladık: Evlenmeyeceksin o yakışıklıyla…” dedi Nermin, beni ikna etmekten çoktan vazgeçmiş, yorgun bir sesle. “Susturmazsam akşama kadar konuşacaksın, belli. Madem sen öyle diyorsun, biz de kaldığımız yerden devam ederiz öyleyse… Senin deyişinle; gerçekten dokunuruz hayata yani…”
Apar topar kalkıp odanın kapısına yöneldi sonra. Tam çıkmak üzereydi ki; başını bana doğru çevirdi ve her zamanki Nerminliğini giyinip muzip bir gülüşle “Mesela benim az sonra kahve fincanına gerçekten dokunacağım gibi…” diye ekledi. “Canım çok fena kahve çekti çünkü.”
YORUMLAR
Bir fincan kahvenin de hasreti ve de özlemi ile içtik bizler de bu muhteşem anlatıyı.
Renkler baskın karanlığa kafa tutan ve insan nasıl da emin çoğu şeyden çoğu insandan.
Yaşam bir savaş mı yoksa huzurun adresi mi yoksa iklimler hep mi değişken?
Yol bildik yoldaş bildik işte sevgiyi ve dostluğun sönmez feri.
Sevgiler sevgili yazarım
Mavilikler
Güzel sözleriniz için çok teşekkürler :)) Sevgilerimle...