Lahitlerle konuşan hasret
Zamandan kopmuş bir yalnızlık yüreğine yerleşmişti onun. Her sabah, yeni bir eksiklikle uyanır, geceden kalma düşlerini pejmürde bir heybe gibi sırtında taşırdı. Gözlerinde, geçmiş çağların ağırlığını yansıtan bir hüzün vardı; sanki lahitler onun için sadece taş değil, yaşanmamış hayatların ve yarım kalmış hikâyelerin yankısıydı. Lahitlerin taşlarında saklanan suskunluğun, onun içindeki fırtınalarla sessizce konuştuğunu hissederdi. Hasreti, bir zamanlar dolup taşan bir nehrin şimdi kuru ve çatlamış yatağını andırıyordu; derin, iz bırakıcı ve geri döndürülemez.
Lahit susar ama yankılar kalır,
Geçmişin ateşi yüreği sarar.
Zamanın külleri taşlara sinmiş,
Hasretin ağıtı alemi yakar.
Bu taşların her bir oymasına dokunurken, avuçlarına bir soğukluk değil, geçmişin yakıcı ağırlığı sinerdi. Büyük kalplerin çatırdadığı, düşlerin bir pazar yeri gibi tüketildiği bir dünyada yaşıyordu. Hayalleri, delik bir cebin içinden dökülüp kaybolan küçük parçalar gibiydi. Ve umudunu taşırmış gibi yaptığı o yıpranmış bavulun aslında sadece boş bir kabuk olduğunu bilirdi.
Bir bavul ki umutlarla dolmaz,
Hüzün yüklüdür, yük hiç azalmaz.
Kırık bir düş, dökülür cebinden,
Ağırlığı hiç bir yürek taşımaz.
Her akşam, günün yorgunluğunu bir lahitin gölgesinde unuturdu. O taşların, yüzlerce yıl önce yeminlerin ve gözyaşlarının tanığı olduğunu hayal ederdi. Ama ne geçmişin vaatleri ne de taşların sessiz dayanıklılığı, yüreğindeki o derin boşluğu doldurabilirdi. Aşk, onun için artık yalnızca eski bir çağrışım, çoktan unutulmuş bir melodi gibiydi. Bir zamanlar renklerle dolup taşan dünyası şimdi yalnızca grilerle çizilmişti.
Kurumuş nehirler, sessiz çığlıklar,
Aşkın yankısı, solmuş yapraklar.
Eskiden nehirler sevda akardı,
Şimdi gölgelerde izini arar.
O, zamanın ötesinde bir yankı gibi, yüreği eski çağların hatıralarını taşırdı. Lahitlerin suskunluğunda kendini bulduğu her an, geçmişin küllerinden doğan bir alev gibi parlamaya çalışır, fakat gerçekliğin sert rüzgârları bu alevi hemen söndürürdü. Yüreğinde, bir kuşun gökyüzünü araması gibi sonsuz bir özlem taşıyordu. Taşların her çatlağında saklanan hikâyelere kulak kesilirdi. Belki de o hikâyeler, onun kaybolmuş umutlarını tamamlayacak bir parça taşırdı.
Zaman çatlar taşlarda,
Her çizgi bir hikâye fısıldar.
Geçmişin hayaletleri dolaşır gölgede,
Ve yürek, hep bir parça arar.
Göç eden kuşların kanat çırpışlarını izlerken, her bir kanat darbesinde kendi düşlerinin de savrulduğunu hissederdi. Kuşlar uzak diyarlara varırken, onun yüreği hep bir lahitin gölgesinde kalırdı. Zamanın insafsız akışı, omuzlarındaki yükü hafifletmek bir yana, onu her geçen gün biraz daha ağırlaştırıyordu. Ama yine de o taşlara tutunurdu; sanki yaşadığı her hayal kırıklığı, taşlara işlenmiş bir oyma gibi, onu geçmişle birleştirirdi.
Kanat çırpışında kuşların sırrı,
Savrulur hayaller, kayıptır düşü.
Lahitler dilsiz, taşlarsa sessiz,
Umudun küllerinden yalnızlık düşer.
Sonunda anladı ki lahitlerin gölgesi, yalnızca bir aynaydı; kendi içindeki derinliği ve boşluğu ona yansıtan, geçmişle bugünü ayırmadan her şeyi sarıp sarmalayan bir ayna. Gerçek hasret, taşların suskun hikâyelerinde değil, kendi içinde bir anlam bulma arzusundaydı. Bu farkındalıkla taşların önünden ağır adımlarla uzaklaştı. Belki de cevaplar aradığı yerin hep yanlış olduğunu fark etmişti. Zira çözüm, ne geçmişin ağıtlarında ne de geleceğin vaatlerinde saklıydı. Çözüm, onun yüreğinde, anın sessizliğinde bekliyordu. Ve o an, yavaşça sırtındaki heybeyi indirip yere koydu; taşların ağırlığını değil, artık kendi hafifliğini taşımaya karar verdi. İşte o zaman, zamanın yükü bir lahit gibi sessizleşti.
Not: Yıllar sonra ilk kez bir deneme yazmayı denedim. Umarım değerli vaktinize değmiştir.