Kızılbaş Adının Kaynağı: Türk Gelenekçiliği
Kızılbaş Adının Kaynağı: Türk Gelenekçiliği
Alevilik-Bektaşilik konusunda hayli çaba sarf etmiş, eserler yazmış olan felsefeci İsmet Zeki Eyüpoğlu’na göre “’Kızılbaş’ deyiminin ortaya çıkışı konusunda üç ayrı görüş vardır. Bunlar da şöyledir:
A. Uhud savaşında Peygamber’in başına gelen bir okun açtığı yaradan başı, yüzü kana boyanmış, kızarmış. Bunun üzerine üzülen, öfkelenen Ali, daha sonraki savaşlara, başına kızıl bir başlık giyerek girmiş. İşte bu olay yüzünden onun çevresinde toplanarak savaşanlara “Kızılbaş” denmiş.
B. Şah İsmail, yönetimi eline aldıktan sonra Suriye üzerine yürürken, Osmanlı Padişahı ikinci Bayezid’ten yol istemiş. Osmanlı Padişahı da Şiilerle Sünnilerin birbirine karışmasından kuşkulanıp, bu kuşkusunu da açığa vurunca, Şah İsmail (İsmail Safevi) kendi ordusunu o!usturan erlere birer "kızıl başlık" giydirmiş. Bundan sonra (İranlılara, daha doğrusu Şiilere “ Kızılbaş” denmiş.
C. İsmail Safevi ile Osmanlı Padişahı Yavuz Selim arasında geçen savaşlarda İran savaşçıları “kızıl baslık” giyerlermiş. Yavuz Selim ile çevresi bu nedenle onlara ”Kızılbaş”, Farsça deyimle “surhser” demiş. Nitekim Divan yazınında İranlılara, Şiilere “Kızılbaş”, "surhser" demek bir gelenek niteliği kazanmıştır. İşte birer söylenti olarak yayılan, yazılı belgelere geçen bu üç olay nedeniyle bütün Alevilere “ Kızılbaş” denmesi bir alışkanlık olmuştur. Bu alışkanlık, daha sonra, çok ağır suçlamaları da içine almış, bir saldırı, bir kınama, yerme deyimine dönüşmüştür. Bu olay yüzyıllar boyunca sayısız yazın ürünlerine konu olmuştur. Nitekim kendilerine “ Kızılbaş” diyenlere karşı söylenen şöyle bir dörtlük vardır:
Yezid oğlan bize Kızılbaş demiş
Bahçede açılan gül de kırmızı
incinme ey gönül, ne derse desin
Kitab’ı derceden dil de kırmızı.”
(İsmet Zeki Eyüpoğlu: Bütün Yönleriyle Bektaşilik, s: 112-113.)
Görüldüğü gibi, üç kuramın kökü de Arap-İbrani tarihi-kültürüne bağlanmaktadır. Oysa Kızılbaşlık, aşağıda verilecek tarihi belgelerin ışığında değerlendirildiğinde, Arap-İbrani kültürüne ve dinine karşı direnen “Türk Kara Budun”un, bu direnme/savaşma sürecinde oluşan sosyal örgütlülüğünün adıdır.
Toplum ve Gelenek
Gelenek , bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışların tümünü kapsayan bir kavramdır. (vikipedi).
Her toplumda, toplulukta bilinçli ya da bilinçsiz olarak geleneğin taşıyıcıları vardır. İnsanlar günlük yaşamlarında farkında olmadıkları, her gün yineledikleri davranışlar, işler yaparlar. Örneğin, yemek yapmak-yemek, ev eşyası almak-düzenlemek, başlık da dahil günlük giysi, selam verme, eğlenme, zevk, müzik dinlemek, vb. bu tür işlerdendir; kişiler bunları bir düşünce doğrultusunda bilinçli olarak değil, alışkanlıklarla yaşarlar. Bunlar kuşaktan kuşağa aktarıldığı için, zamanla dinsel değer kazananları da vardır. Bu gelenekler, aynı zamanda eski çağlardaki toplumlarda ve günümüzde İran, Arabistan, Afganistan, Pakistan gibi eski zamanları yaşayan şeriat toplumlarında kişinin hangi uygarlıkta yaşadığını, hangi topluma ait olduğunu, aynı toplumda hangi kabileye ait olduğunu da gösterir. Yani, dış görünüş bir yerde kişinin kimliği idi, bugünde Doğu toplumlarında aynı niteliğini koruyor.
Bugün Türkiye’nin kabile-aşiret bağlarının güçlü olduğu, yani daha gelenekçi toplumsal yapıya sahip Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri başta olma üzere birçok bölgesinde günlük giysiler eski geleneklerin devamı niteliğindedir. Örneğin Urfa çevresinde erkekler başlarına renkli mendiller bağlamakta, kadınlar “kaftan” adı verilen elbise, üzerine de “ “aba” denilen manto şeklinde başka bir elbise giyiyorlar. Erkeklerin başlarına bağladıkları başörtüsünden (cemadani?) Arap mı, Kürt mü olduğu anlaşılıyor. Hata aynı etnik kökten gelenlerin bile baş giysileri farklıdır, örneğin Diyarbakır, Batman ve Siirt köylerinde hayvancılıkla uğraşan Kürtlerin erkekleri başlarına Türkçe’de “poşu”, yerel dillerinde “cemadani” denilen büyük, kalın ve çeşitli renklerde bir bez sarıyorlar; Bunlara il merkezlerinde ve ilçelerde “ Koçer (göçer” veya “Yörük” deniliyor. Cemadaninin renginden ve üzerindeki motiflerden kişinin hangi kabileden olduğu anlaşılıyor. Bu illerde veya ilçelerde ticaret veya başka uğraşları olan Kürtler bu poşulardan bağlamıyorlar. Kürt ayrılıkçı hareketinin silahlı üyelerinin bu poşuları omuzlarında taşıdıkları TV kanallarında veya gazetelerdeki fotoğraflarında görülüyor. Yani, Kürtlerin sembolü olarak kabul ediyorlar, herhalde. Kürt yerel halkının başlarına bağladıkları, ya da omuzlarında taşıdıkları poşunnun benzeri, hatta daya büyüğünü son yıllarda İsrail soykırımına uğrayan Filistin halkının da taşıdığını tv kanallarında izliyoruz. Bu baş giysisinin farklı renk ve desenlerde olanlarını da başka Arap halklar da kullanıyor.
Sadece kabile/aşiret yapısını aşamamış toplumsal gruplarda değil, günümüzün modern toplumlarında bile, giysi (elbise), belki de eski toplumların kültürlerinin bir uzantısı olarak, daha çok ideolojik sembol olarak kullanılmaktadır. Örneğin, Fransız Ulusu’nun sembolü beyaz gelinlikmiş. Bu sembol, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, Türkler ilk kez Batı düşüncesi/uygarlığı ile Fransa aracılığı ile tanıştıkları için, genç Cumhuriyet’imizin de sembolü olarak kullanılırmış.
“DEVRİMİN ilk yıllarındaki gazete ve dergilerde "cumhuriyet" beyazlar giyinmiş bir genç kız resmiyle temsil edilirdi. İkinci Meşrutiyet döneminin hürriyet"i gibi. Artık pek rastlanmıyor böyle bir benzetmeye. Açıkça belli ki, her iki dönemde de Türkiye’yi en yakından etkilemiş ülke olan Fransa’dan alınmış adetti bu. Orada hala sürüyor: Fransa Cumhuriyeti, genç, güzel bir kadındır. Armalarda, resmi belgelerde bile rastlarsınız kendisine. Daha da somutlaştırıldığı, canlı bir aktrise böyle simgelere model onurunun verildiği de görülür. Bir süredir Catherine Deneuve’e verildiği gibi. Türkiye’de iyi ki bu adetten vazgeçildi. Yoksa, bir yanda millet zina konuşurken, öte yanda cumhuriyetin ırzına geçiliyor" diye münasebetsiz resim altılarına rastlayabilirdiniz.” (Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Cumhuriyet Gazetesi, 08.09.2004.)
Bugün ülkemizde Siyasal İslam’ın (şeriatın) sembollerinden olan “türban” da eski geleneklerin zamanla dinsel nitelik kazanmasının tipik örneğidir. Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ’a göre, türban, binlerce yıl öncesinin Mezopotamya halkının giysisidir.
“Bugün Türkiye’de ve dünyada karşımıza çıkan "türban" sorununun kökü olan "örtünme" dahil pek çok bireysel ve toplumsal eylem, aslında tek tanrılı dinlerin feodal yapıdan devraldıkları geleneklere dayanır, Örneğin, "türban" sorunu, değerli araştırmacı Muazzez İlmiye Çığ’ın açıkça gösterdiği gibi kökü Sümerlere kadar geriye giden ve sonradan bütün tek tanrılı dinlerin benimsediği, esas olarak pagan kültürüne ve feodaliteye dayanan bir gelenektir.” (Prof. Dr. Emre Kongar: İnternet’te kendi sitesinde “ Aydınlanma” yazıları. )
Bazı sosyolojik analizlerde Mezopotamya haklarında (Sümer-Sami-Semit) kadınların günlük giysisi olduğu ileri sürülen başörtüsü, zamanla birçok değişimlere uğramakla birlikte yine aynı kültürün sürekliliğinin -fakat bu kez içinde gizli bir ideolojiyi de barındıran bir inancın sembolü olarak- en tipik örneğidir. Bu örtü 1970’lerden sonra Türkiye’de gittikçe ağırlığını ve gücünü hissettiren İslami bir yaşam biçiminin sembolü olarak yaygınlaşmaya başladı. Soner Yalçın ve Prof. Dr. Yalçın Küçük gibi bazı komplo teorisyenlerine göre söz konusu yaşam biçimi spontane (kendiliğinden) bir olgu değildi, dünya Siyonist hareketinin Türkiye üzerindeki planlarının bir parçası olarak dayatılmıştı. İsrail’in 1967 yılında Arapları büyük bir hezimete uğratarak topraklarını devasa ölçülerde büyütmesinden daha önemlisi tarihte var olduğunu ve yaşayacağını kanıtlamış olması Türkiye’de 1970’lerden sonra etkisini göstermeye başlamış, asker ve sivil bürokrasiyi elinde tutan İbrani asıllı tekel laik Atatürkçü gözükerek İslam yaşam tarzını aktive etmişti. Ancak buna bir de Türk karakteri vermek gerekiyordu, bu nedenle “Türk-İslam Sentezi” adı verildi. Bugün hem Türk İslam sentezcileri hem de şeriatçılar türbanı hem sembol, hem de Tanrısal bir değer olarak görüyorlar. Türban bağlayanlar, bu geleneğin tarihine o kadar bağlıdırlar ki, özellikle eğitilmiş kesim, kendilerinin “özel”, Tanrı tarafından seçilmiş”, “özel görevlerle yetkilendirilmiş” olarak görürler.
Sonuç olarak Mezopotamya kökenli bir giyim geleneği olan türban günümüzde siyasal İslam’ın bayrağı haline getirilmiştir. (Bu konuda Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ’ın “Vatandaşlık Tepkilerim", Soner Yalçın’ın Efendi-1, Efendi-2, Siz Kimi Kandırıyorsunuz adlı kitapları ile Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün Şebeke, Tekeliyet-1, Tekeliyet-2, İsimlerin İbranileştirilmesi, Gizli Tarih, İsyan-1, İsyan-2, Sırlar, Caligula, Epilepsi ile Orgazm kitaplarına bakılabilir)
Türbanın İslam ülkelerindeki bağlanış şekli farklıdır. Türkiye’de günümüzde bağlanış şekli gençliğinde türban takmayan Şule Yüksel (Kars, Şenler)’in bir Ermeni terziden öğrenip tasarladığı modeldir. Hayrünnisa Gül’den Emine Erdoğan’a kadar birçok kadının başlarını bağlama şekline "Şulebaş" deniyor. (Şule Yüksel, bir ara Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gördü). Bu konuda Soner Yalçın’ın yıllar önce Hürriyet Gazetesi’ndeki makalesine bakılabilir (www.hurriyet.com.tr/yazarlar/soner-yalcin/sulebas-turban-tasarimindan-kara-carsafa-uzanan-siradisi-bir-hayat-8156617) Kısacası, günümüzde bağlanış şekliyle “türban” adını alarak “Siyasal İslam’ın sembolü olan başörtüsünün bağlanış biçimi bile, o bayanın Sünniliğin hangi tarikatına bağlı olduğunun bir işareti sayılıyor. Hala eski toplumların bu tür giysilerini giymekte ısrar eden dini gruplar azımsanmayacak sayıdadır.
Özetle, bazı alışkanlıkların yıkılması çok zordur. Bunun örnekleri kendi tarihimizde çok yaşanmıştır. Örneğin, II. Mahmut döneminde askeri bir giysi olarak Batı’dan alınan “fes” zamanla İslam dininin bir sembolü halini almış ve 1925’te giyilmesi ağır yaptırımlar getiren bir yasa ile yasaklanabilmiş, bunun yerine Batı uygarlığının sembollerinden olan “şapka” giyilmesi yine yasa ile zorunlu hale getirilmiştir. İslam’ı temsil eden “sarık” ve “fes”in yasaklanması, bazı bölgelerdeki Sünni Müslümanların isyan çıkarabilecek kerteye gelmesine neden olmuştu. Bu yolda bazılarının asıldığı da şeriatçı çevreler tarafından ileri sürülmüştür ve bu konu hala gündemde tutulmaktadır.
Her toplumda, toplulukta bilinçli ya da bilinçsiz olarak geleneğin taşıyıcıları vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Atatürk döneminin Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın gece yatarken entari giydiği, bu alışkanlığını ölümüne kadar devam ettirdiği tarihsel kayıtlardandır.
Sadece sıradan insanların ya da meslek sahipleriyle sınırlı değildir, geçmişe bağlı kalmak. Bilim adamlarında da aynı durum görülür. Örneğin, Rönesans’ın doğuşunda, mekanik uzay bilimlerinde çığır açan Galileo Galilei de (1564-1642) birçok yanlışı olan eski bilimsel düşünceden kurtulamaz.
“Aristoteles’in hareket kavramına, yani herkesçe kabul olunan mekanik sistemine göre, Dünya’nın hareket etmekte olduğunu öne sürmek saçmaydı. İtirazın yanıtlanabilmesi için yeni bir mekanik sisteminin yaratılması gerekiyordu. Kısaca söylemek gerekirse Copernusçu astronominin koyduğu problemin çözümü ve yeni mekaniğin temeli eylemsizlik kavramıydı. Galileo “eylemsizlik” sözcüğünü kullanmadı. Hareket kavramları formüle ederken bile Galileo eski kozmolojinin öğelerine bağlıydı. Onun evreni, mekanik yasalarının ve hareket içindeki maddenin kişiliksiz evreni değildi. Aksine onunki sonsuz akılca (Tanrı) düzenlenen bir evrendi. Bu evrenin kaçınılmaz biçimde, kusursuz bir şekil olan daireye göre düzenlemişti. Galileo eski geleneğe uygun olarak dairesel hareketi korudu. Düzenli evrene sadece dairesel hareket uygun düşerdi. “Hiç kimse, Galileo gibi bir dev bile, geçmişle bağlarını bütünüyle kopartamaz” (Richard S. Westfall: Modern Bilimin Oluşumu. Türkçesi: İsmail Hakkı Duru. TÜBİTAK Yayınları.s:19.)
Bu konuda yüzlerce, binlerce örnek verilebilir. Konuyu fazla uzatmamak için, “atom”, “görecelik; izafiyet” ve “kütle-enerji dönüşümü”nün kuramcısı bilim adamı Albert Einstein’ın “gelenekleri parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur” sözünü anımsatmakla alışkanlıklar hakkında yeterli vurguyu yapmış olurum sanırım.
Türklerde Kızıl Börk Giyme Geleneği
İşte tıpkı yukarıda sözü edilen örneklerde olduğu gibi, kızıl renkli baş giysisi de Türklerde günlük giysidir, bir alışkanlığın, bir geleneğin bilinç dışı sürdürülmesidir. Göktürklerin Orhun yazıtları, Oğuzların Dede Korkut Destanı, Moğolların Gizli Tarihi, Kırgızların Manas Destanı gibi göçebelerin çok az sayıdaki kendi eserlerinde, bozkırlarındaki göçebe yaşam hakkında bilgiler ediniriz. Gerçi, hayat tarzının yansıması farklı, hayatın kendisi farklıdır; destanlar hayatın kendisi değil, yansımasıdır. Bununla birlikte, destanlar yaşanan toplumsal hayattan birçok gerçek olayı yansıtır. Orta Asya’daki göçebe yaşamlarını irdelediğimizde görüleceği gibi, Türk ve Moğol göçebelerin kendilerine ait olan eserleri birçok menkıbeler (kahramanlık ve erdem konuları) içeriyorlarsa da, göçebe Türk topluluklarının gündelik hayatlarına dair çok dikkat çekici ayrıntılar nakletmektedirler; göçebelerin inanç, beslenme alışkanlıkları, zenginlikleri-fakirlikleri, yasları-şölenleri, savaşları, kendi aralarındaki kavgaları (sınıf savaşları), vb. yaşamsal etkinlikleri bunlardan çıkarmak olasıdır. Ancak, belki de göçebe kültürün içeriğinde güzellik, sanat ve estetik değerler yerleşik tarım-ticaret toplumlarına göre daha az olduğundan, giyim-kuşam, kılık-kıyafet konusunda ayrıntılı bilgiler vermedikleri görülür. Örneğin, Eski Hitit, Frig, Lidya, Yunan, Roma, Mısır vb. yerleşik tarım-ticaret toplumlarında imparator, firavun, kral, kraliçe, rahip, general, vb. egemenlerin, asillerin, sıradan halkın, mahkumların, gladyatörlerin vb. çeşitli sınıflara mensup insanların giysilerini, kaç düğmeli olduklarını, sağdan mı yoksa soldan mı düğmelendikleri, yırtık-pırtık, pahalı-ucuz olup olmadıklarını, başlarındaki taç zeytin dalından mı yoksa defne dalından mı, vb. ayrıntıları onlardan kalan heykel, anıtsal yapılar, mabetler, seramik, mezar lahitleri, vb. sanat eserleri üzerinde çok açık bir şeklide görebiliyoruz. (Eskiçağ uygarlıklarının kalıntılarının olduğu antik kentler Türkiye’nin hemen her yerinde çok sayıda vardır. Örneğin, Çorum Sungurlu’da Hattuşa, İzmir-Selçuk’ta Efes, Denizli’de Hierapolis, Antalya Side ve Perge, Patara, Aspendos, Muğla-Didim’de Miletos, Aydın-Germencik’te Magnesia, Erdek’te Belkıs harabeleri, vb. Buralardaki heykellerde, duvarlardaki, sütunlardaki figürlerde söz konusu edilen özellikler çok açık görülebilir.)
Hatta, sadece günlük yaşamdan bilgiler değil, Eski Yunan ve Roma’daki su değirmeni, savaş arabası, taş fırlatma makinesi (mancınık), çıkrık, gemi, yel değirmeni vb. teknolojik araçlardaki ilerlemeler de o çağın ressamları, mimarları ve mühendislerinin çizimlerinden çözümlenebilmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse,
“...MÖ dördüncü yüzyılın ortalarında başlayan ve büyük taş fırlatıcısının gelişimiyle eş zamanlı olan, burulma zemberekli mancınıkların daha karmaşık gelişim sürecini izleyelim. Bu aletlerle ilgili kanıtlar yine eskiçağ yazarlarının anlatımlarına ve birkaç çizime dayanmaktadır. /.../ Romalıların iki başarısından söz edeceğiz: Kheirobolistra (el mancınığı) ve onager (çılgın eşek) . Bunlardan ilkine dair bildiklerimizi, Hero’un (eski çağ yazarı) sözünü ettiği bir kitabın eksik ve oldukça sorunlu bölümlerine ve bazı resimlere, özellikle de Roma’daki Traianus sütununda bulunan kabartmalara dayanır./.../ Yunan gemilerinin ilk biçimi hakkında; Homeros’un Odysseia’sının bir bölümünden ve vazo ustası Eksekias’ın yaptığı MÖ altıncı yüzyılın sonlarına ait bir çanaktan bir fikir edinilebilir. Odysseia’da ve sözü edilen çanakta her türlü teknik bilginin verilmesi şaşırtıcıdır. /.../ Eskiçağa ait çizimlerden anlaşıldığı kadarıyla, çeşitli tekne türlerinde kürekçiler neredeyse sonsuz değişik sayı ve düzenlemeyle görev yapıyorlardı. /.../ MÖ sekizinci yüzyılın ortalarından itibaren vazo resimlerinde üst üste yerleştirilmiş iki kürek sırası görülür. Bu değişiklik, Homeros zamanında da bilinmesi gereken ancak Homeros’un belki de eskiçağın büyüsünün bozmamak için söz etmediği bir başka değişlikle birlikte ortaya çıktı...” (L. G. Landels: Eski Yunan ve Roma’da Mühendislik, s: 19, 118, 145, 149, 151, 160. TUBİTAK Yayınları .)
Bu örnekleri çoğaltmak olasıdır.
Tarım-ticaret toplumlarının bilgi birikimlerini kitap, heykel, anıt kitabesi, süs eşyası, mabet levhaları, mermer sütunlar, vb. çeşitli araçlarla yazılı ve kalıcı biçimde kendilerinden sonra gelen nesillere aktarırken, göçebe toplumların – yaşamlarının doğası gereği – böyle bir aktiviteleri olmamıştır. Türk’ler de çok uzun yıllar (bin yıllar) göçebe yaşam sürdüklerinden yazı ve sanatsal araçlar geliştirememişlerdir. Bununla birlikte, Oğuzların henüz göçebelikten yerleşikliğe geçtikleri süreçte kızıl renkli börk giydikleri kaydedilmiştir, “Oğuzlar ak renkte keçe elbiseler giyiyorlar. Evlenecek olanlar kızıl renkli kaftan giyiyorlar./…/ Türkmenlerin giydiği börkün kızıl renkte olduğunu biliyoruz”. (Ümit Hassan: Osmanlılık Öncesinde Türklerin Kültür Köklerine Bir Bakış. Türkiye Tarihi: Yayın Yönetmeni: Sina Akşin). Dede Korkut destanında şöyle bir ifade var,” Adaklısından gelin hediyesi olarak bir kırmızı kaftan geldi.” (Prof. Dr. Muharrem Ergin. Dede Korkut Kitabı, s: 69.1000 Temel Eser. Milli Eğitim Basımevi. 1971. İstanbul.) Dede Korkut destanında, damat adayına nişanlısından kızıl renkli kaftan hediye edilince arkadaşları, “sen kızıl kaftan giyiyorsun, bizler ak kaftan giyiyoruz” diye sitem ederler. İslam’a direnen Türklerin (kafirlerin) kızları da şöyle tanımlanıyor: “kara gözlü, güzel yüzlü, saçı ardına örülü, göğsü kızıl düğmeli, elleri bileğinden kınalı, parmakları süslü, dilber kafir kızları” Yani, kızıl renk Türklerde “prestijli bir renk idi. Anadolu’ya çeşitli zamanlarda İç Asya’nın değişik bölgelerinden gelen göçebe Türkler (Kara Budun, Karacık Çoban) Anadolu’da da bu geleneklerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu Selçukluları Döneminde Kızıl Börk
Anadolu’da ilk Kızılbaş Türkmen oymaklarının varlığını 1240 yılında Selçuklu Devleti’ne isyan eden ve “babalılar ayaklanması” olarak tarihe geçen isyandan dolayı biliyoruz.
“Babailer kara cübbe, kırmızı başlık, ayaklarına da sandal biçimli bir ayakkabı giyer, köylerde dolaşır, inançlarını yaymaya çalışırlardı. Onlara göre yeryüzü varlıklarından eşit ölçüler içinde yararlanma gereği vardı, sömürü, başkalarının emeğine dayanma suçtu.” (İsmet Zeki Eyüpoğlu: Varidat-279. İrene Melikoff; Efsaneden Gerçeğe, s:63-86.)
Babalılar ayaklanmasından sonra Selçuklu Devleti yıkılmış, yerine çok sayıda Türk Beylikleri kurulmuştur. Bunlardan biri de Babalılar isyanına destek veren oymakların toparlanıp kurdukları Karamanoğlu Beyliği’dir. Selçuklu tarihçisi İbn-i Bibi, “1277 yılında Konya üzerine yürüyen Karamanoğlu Mehmet Bey’in buyruğundaki Türkmenlerin ‘kızıl külahlı’ olduğunu yazmıştır.” (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi . Dördüncü Kitap, s: 1884.)
“..Karamanoğlu Mehmet, Eşref ve Menteşe beyleriyle birlikte, “kızıl külahlı” ve “çarıklı” Türkmen kitlesinin başında Konya’ya yürür.” (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. Birinci Kitap, s: 154.)
Oğuzların tarihini inceleyen Prof. Dr. Faruk Sümer,Aydınoğulları’nın “kızıl renkli börk” giydiklerini yazmıştır.
Osmanlı ve Kızıl Börk
Osmanlıların doğuşunda halkta ve savaşçılarda hakim renk kızıldır.
“Türkmenler de renk renk tülbent ile süslü ve kırmızı keçeden yapılmış külah giyerlerdi. Keçe külahlara börk denilirdi.” (Joseph Von Hammer: Osmanlı Tarihi. Çeviren: Mehmed Ata-Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, s:8.)
Osmanlı Devleti’ne adı verilecek olan Osman (Ottoman ?) Bey de başına “kızıl börk” giyiyordu.
“Osman, kırmızı yuvarlak külahının üzerine bir beyaz sarık sarardı” (Joseph Von Hammer: Osmanlı Tarihi. Çeviren: Mehmed Ata-Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, s:8.)
Osman Bey’in oğlu Orhan ise, halktan ve diğer savaşçılardan farklı olmak için “kızıl börk” giymek istememiştir. Orhan Bey “ak renkli börk” giymek için Amasya’da oturan bir Bektaşi şeyhinden izin almıştır. Irene Melikoff’un bir Osmanlı kaynağından aktardığına göre, Türk olmayan (Hıristiyan) askerleri (kapı kullarını) Türk askerlerden ( Kızılbaşlardan) ayırtmak için onlara beyaz keçe külah giydirilir:
”Oruç Beğ’e göre, bu beyaz börkü, yeni kurulmuş orduyu kızıl börk giyen öbür birliklerden ayırmak amacıyla ortaya getirmiş olan, Orhan Bey’in kardeşi Ali Paşa idi.“ (İrene Melikoff, Efsaneden Gerçeğe, s: 202.)
Melikoff, beyaz börk giydirilen ordu birliklerinin- Türk asıllı olmayan askerler (yeniçeriler)- 1361’de ya da 1362’de kurulduğunu, asıl gücüne ise 15.yüzyılda ulaştığını kaydediyor:
“Tarih yazarları, ordunun kurulduğu yıl üzerinde değişik şeyler söylüyorlar, Edirne’nin fethinden sonra, 1361’de ya da I. Murad’ın tahta çıkışından hemen sonra, 1362’de olsa gerektir. Yeniçeri ordusu başlangıçta Hıristiyan tutsaklardan oluşmuştu. Bununla birlikte Yeniçeriler, asıl ağırlıklarını, ancak XV. yüzyılda, II. Murad zamanında, devşirme kurumu ile kazandılar.” (İ. Melikof: Agy.)
Yani, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yüz yıl sonra bile hem halkı, hem de Türk kökenli askerleri kızıl-kırmızı renkli börk giymektedir. Zamanla, devlet görevlilerini de halktan (yani Kızılbaşlardan) ayırtmak için onlara beyaz keçe külah giydirilmiştir.
“Osmanlıları halktan ayırmak için, askerlerle padişahların eli altında (maiyetinde)ki memurlara beyaz keçeden külah giydirildi. Keçe külahlara börk denilirdi.” (Joseph Von Hammer: Osmanlı Tarihi. Çev: Mehmed Ata- Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, s:8)
Buna karşın, on altıncı yüzyılın başlarında bile, göçebe ve bazı köylü Türk’ler “kızıl börk” giymeye devam etmektedirler. II.Beyazıt, (1481-1512), Amasya valisi olan oğlu Ahmet’e yazdığı mektupta,
“ Elbette sancağına gidesin. Anlaman gereken bu fermana boyun eğesin, ki ol yerin Türkleri Kızılbaş’tır” diyor. (Osmanlı Tarihçisi Hoca Sadettin’den akt: Vecihi Timuroğlu: Alevilik, Bektaşilik, Şiilik, Kızılbaşlık,)
Bu giysi, Baba İshak önderliğinde ve Karamanoğlu Mehmet Bey önderliğinde Anadolu Selçuklu egemenliğine, Şeyh Bedrettin’in önderliğinde de Osmanlılara karşı olduğu gibi, zamanla haksız yönetimlere başkaldırının simgesi; ideolojik bir sembol olacaktır. Fatih’in oğulları arasında egemenlik savaşında, Cem, Anadolu’daki topraksız, yoksul Türkmenleri asker(levent) olarak toplar, bu insanlar kendilerini “kamu leşkeri: halk ordusu” olduklarını göstermek için başlarına “kızıl börk” giyerler. (V. Timuroğlu: Agy.)
İstanbul’u alarak Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarihten silen Fatih Mehmet, 1489’da ölür, oğulları Beyazıt(II.) ve Cem saltanat savaşına girerler:
“II. Beyazıt’a karşı saltanat kavgası veren kardeşi Cem, Bursa’ya girdiğinde, birliklerinin, tümüyle Anadolulu boş insanlardan kurulu olduğu, İbn Kemal’in ve Neşri’nin tarihlerinde yazılıyor. Cem’in ordusu, "Padişah leşkerine (askerine) karşı "kamu leşkeri" (halk ordusu) olarak niteleniyor. Bunlar, kendilerinin kamu leşkeri olduklarını göstermek için, başlarına "kızıl börk" giyerlermiş." (V. Timuroğlu: Agy)
Bunu bir geleneğin sürdürülmesi, -tıpkı bir bayrak ya da sancak gibi- birliği sağlayan bir sembolün taşınması olarak değerlendiriyorum. Çünkü, daha önce değinildiği gibi, Selçuklular döneminde isyan eden Türkmen kitleleri de başlarına kızıl (al) renkli börk giyerler. Kuşkusuz ki, bu gelenek, Selçuklulardan çok önce, yani İslam öncesinde, göçebe Türk boylarındaki sınıf çatışmalarında, kamunun, yani halkın (Kara Budun), kızıl börk giymesinden kök alıyordu.
Safeviler ve Kızıl Börk (Kızıl Taç)
Bilindiği gibi, Safevi tarikatı 1300’de Sünni Şeyh Safi tarafından İran Azerbaycan’ında kurulmuştur. Bu tarikatın Anadolu’da ilk etkinliği Şeyh Safi’nin torununun oğlu Şeyh Cüneyt ’in Azerbaycan’ın Erdebil kentinden 1448’de Anadolu’ya gelmesiyle başlamıştır, ancak Şeyh Cüneyt, Anadolu’ya geldiğinde henüz Kızılbaş değildir, Anadolu’da Kızılbaş olur. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Beşinci kitap, s:2239-2240.) Şeyh Cüneyt, Anadolu’ya gelir gelmez Osmanlı Padişahı II. Murat’tan dirlik ister. Ancak, II. Murat ve veziri Çandarlı Halil, onu rakip olarak görürler ve yerleşmesine izin vermezler. Osmanlı ülkesinden çıkartılan Cüneyt, Karamanoğlu Beyliği ’nin egemen olduğu Konya’ya gider. Karamanlıların atası Nure Sufi, “Babai (Babalılar)” ayaklanmasının önderi “Baba İshak”ın müritlerindendir. Karaman Beyliği’ndeki birçok Türkmen oymağı “Babalılar” geleneğine bağlıdırlar. Babalılar, İran topraklarında “Zerdüşt” ve “Mani” inançlarından etkilenmekle birlikte, temelde Türk Şamanlığını yaşayan Kızılbaş” topluluklardır. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Beşinci, s:2239-2240.)
Osmanlı’nın Karamanlılara baskı yapması üzerine Cüneyt, Toroslar’daki “Varsak Türkmenleri” arasına sığınır. Simavna kadısı Şeyh Bedrettin ’in adamları da bu kalede Cüneyt’in çevresinde toplanırlar. Böylece, Anadolu’da birçok Türkmen Savefi tarikatının müridi olur. Cüneyt, Anadolu’da Peygamber ve Ali soyundan bir “seyyid” olarak tanınır, ama henüz Kızılbaş değildir. Anadolu’da Kızılbaş-Türkmen göçebelerin-köylülerin içinde 12 yıl kaldıktan ve “Kızılbaşlığın Anadolu’da geçer akçe olduğunu gördükten sonra bu inancı benimser”; “Kızılbaş” olur. Şeyh Cüneyt’in Anadolu’da Türkmenler arasında propaganda çalışmalarından yaklaşık 200 yıl önce, 1239-1240’da, gerçekleşen ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesine neden olan, “Babai” ya da “Babalılar” ayaklanması” olarak tarihe geçen halk isyanı “kıl çadırlı ve kızıl börklü” Türkmenlere dayanıyordu. Yine, Şeyh Cüneyt’in Anadolu’da Türkmenler arasında propaganda çalışmalarından yaklaşık 170 yıl öncesinde, 1277 yılında Konya üzerine yürüyen Karamanoğlu Mehmet Bey’in buyruğundaki Türkmenlerin ‘kızıl külahlı’ olduğunu tarihi kayıtlardadır.
Bu tarihi verilerden açıkça anlaşıldığı gibi, Anadolu Kızılbaşları, “kızıl külah” giyme geleneğini Safevi şeyhlerinden almamışlardır, tam tersine, kızıl külah giyen ilk Safevi şeyhi olan Şeyh Cüneyt’in, giydiği “kızıl başlık”ı, Anadolu Kızılbaşlarından almış olması hem akla daha yatkın, hem de tarihi kayıtlara daha uygun düşüyor. Ayrıca, Doğan Avcıoğlu ve Vecihi Timuroğlu, Safevi tarikatının kurucusu Şeyh Safi’ nin Sünni Müslüman olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa, onun soyundan gelen “ Şah İsmail ve Şah Tahmasp’ın oğullarından her birinin lalası (atabey) ve eski Şamanların ardılları sayılabilecek bir “dede”si vardır.”( Prof. Dr. Faruk Sümer’den aktaran Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Beşinci kitap, s: 2237-2240. ) Anadolu’daki Türkmen göçebe ve köylülerinin dini yaşamlarında da “dede” unvanlı kişiler egemendir.” “Dede”, Şamanlıktaki “ kam” denilen din adamının İslam inancı içindeki adıdır ve kutsaldır. Örneğin, “Dede Korkut”un kendisi kutsaldır, kötü dua edince “Deli Karçar”ın eli havada asılı kalır, kılıcı Dede Korkut’a vuramaz. Dede, iyi dua edince kolu eski haline gelir.
( M. Ergin: Dede Korkut Kitabı, s:66)
Bir de, Kızılbaşlığın siyasal bir hareket ve böylece de geleneksel bir giysi olan ’kızıl börk’ün bu siyasal hareketin ideolojik sembolü haline gelişinde Şeyh Cüneyt’in kişiliği de çok belirleyicidir; Anne tarafından savaşçı-aristokrat (bozkır soyluluğu) bir aileden geliyor. Bu nedenle, her hanedan üyesi gibi, iktidarı kendi hakkı olarak görmesi o zamanın koşullarına ve anlayışına göre doğaldır. Şeyh Cüneyt, bu amacına erişmek için, Anadolu’nun birçok yerinde savaşlar yapmış, esir düşmüş ve savaş meydanında ölmüştür. Şeyh Cüneyt, Anadolu’ya geldiğinde Kızılbaş-Türkmenlere dayanan Şeyh Bedrettin İsyanı bastıralı 20-30 yıl oluyordu. Baba İshak isyanı ve Kızılbaş Karamanlıların Osmanlı’ya nasıl direndiklerinin destanlaştırılmış hikayeleri dilden dile aktarılarak Kızılbaş-Türkmenler arasında yaşıyordu kuşkusuz. (Prof. Dr. Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı, s : 40. 1000 Temel Eser. Milli Eğitim Basımevi. 1971. İstanbul.) Şeyh Cüneyt, Anadolu’ya gelip, Kafkasya’ya yaptığı bir saldırıda öldürülene kadar (1460), geçen 12 yıllık sürede Kızılbaşların savaş yeteneklerini ve daha da önemlisi bozulan Osmanlı ekonomisine koşut olarak vergi ve toprak sisteminde Kızılbaş-Türkmen aleyhine olan düzenlemelerin onlardaki isyan potansiyelini ateşlediğini yakından izlemiştir kuşkusuz. Sonuçta, Anadolu Türkmen-Kızılbaşlarını yanına çekmek için kendisi de Kızıl taç giyerek Kızılbaş olmuştur, yani Safevi şeyhleri Anadolu’da Kızılbaşlaşmışlardır kanısındayım; Türk tarihinin akışı bu görüşümü desteklemektedir. İran halkını da Kızılbaşlaştırmışlar, yani Türkleştirmişlerdir:
“İran’da Şii Safevi devleti kurulduğunda, halkın büyük çoğunluğu Sünni’dir, Anadolu’dan göçüp İran’da Safevi Devleti’ni kuran Türkmen oymakları ise, Şii’dirler…(Kızılbaş’tırlar) “…İsmail buyruğundaki Anadolu Kızılbaş Türkleri ile kan ve ateş saçarak bu Kızılbaş Türklerin Şiilik anlayışını İran’daki Sünni halka kabul ettirdi.“ (Prof. Faruk Sümer’den aktaran Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 5. Kitap, s: 2222.)
Tüm bu tarihi verilere ek olarak, Oğuzların tarihi konusunda uzman olarak kabul edilen Prof. Faruk Sümer’in saptamaları da, Anadolu’daki Türkmenlerin Safevi etkisiyle Kızılbaş olmadıkları yönündedir. O’na göre, İran’da kurulan Kızılbaş Türkmen devleti olan Safevi Devleti’ Anadolu’dan giden Kızılbaş Türklere dayanılarak kurulmuştur.
“...İsmail (Şah İsmail, Hatayi), Hazar güneyindeki zorunlu iskan ettiği Ercuvan’dan Anadolu’ya haber salar, Erzincan’da toplanmalarını ister, kendisi de oraya gelir. Osmanlı ülkesinden de şeyhlerinin buyruğuna uyan bölük bölük Türkmen, Erzincan’a akar. Ustalcu, Şamlu, Rumlu adlı Sivas, Amasya, Tokat bölgesinin çoğu yerleşik Türkmenleri ile Antalya bölgesinin Tekelü, Karaman bölgesinin Turgutlu, Tarsus bölgesinin Türkmen oymakları Erzincan davetine ilk koşan topluluklar olurlar.” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, 5 Kitap, s: 2240.)
Yani Anadolu Kızılbaşları, Safevi tarikatının etkisiyle, sonradan Kızılbaş olmuş değillerdir, Anadolu’ya eski kültürün taşıyıcıları olarak gelmişlerdir, bunun en önemli kanıtı –bir alışkanlık olarak-başlarına giydikleri “kızıl renkli börk”tür.
“Azerbaycan’da ve İran’da güçlü bir devlet kuran Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar, on iki dilimli kırımızı taç giyerdi. Anadolu Alevileri, Osmanlı’ya karşı Şah İsmail’i tuttuklarından, tüm Alevi topluluklarına Kızılbaş denilmiştir. Şu da var ki, o dönemde, Aleviler, kırmızı külah giyiyorlardı.” (Irene Melikoff: Bektaşilik, s 33-35.)
Son cümle Kızılbaşlığın Safevilerden önce de var olduğunu göstermektedir. Nitekim, daha önce verdiğim belgeler de bunu kanıtlamaktadır.
“Babalılar genellikle köylerde, Kızılbaşların- Alevilerin çoğunlukta olduğu yerlerde toplanmış büyük bir kalabalık oluşturmuşlardır." (İsmet Zeki Eyüpoğlu: Şeyh Bedreddin ve Varidat, s: 281. )
Kısacası, Türk halkının kızıl başlık giymesi bir gelenektir; günlük yaşamlarının bir uygulamasıdır. Tamamen halka ait. Gündelik şeyler gibi. Yenilip içilenler gibi herkesin gündelik olarak kullandığı bir giysidir. Henüz tehlike işareti değildir; Safevi tarikatı-devletinin siyasal etkinliği sonucunda “düşmanı: kafiri” simgeleyecektir. Yerinde inceleneceği gibi, “Kızılbaşlık” olgusunun doğduğu yer İslam öncesi göçebe Türk topluluklarındaki sınıfsal çatışmalar olmakla birlikte, Safevi tarikatı, “Kızılbaş” adının kullanılmasına ve dünya ölçeğinde tanınmasına, yerleşmesine neden olmuştur. Kızıl başlık (külah, kavuk, börk) giymek Safevi döneminde Türkmenler arasında çok yayılır,
“Anadolu’daki tarikat yanlıları, başlarına taç denilen haydari sarık sararlar. Taç, beyaz bir tülbent üzerine sarılan ve yukarıya doğru gittikçe sivrilen on iki dilimli kırmızı bir kavuk biçimindedir. Bu başlığı kullananlara Osmanlılar, “Kızılbaş” adı verirler. Haydari taç, XVI. yüz yıl başlarında iyice yaygınlaşır. Venedik kaynaklarına göre, İtalyan tüccarları bu dönemde, Halep üzerinden kervanlarla “Kızılbaş”lara çok miktarda kırmızı bez satma fırsatını bulurlar.“ (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 5. Kitap, s: 2237.)
Safevi tarikatı-devleti “kızıl börk”ü “kızıl taç” olarak adlandırır ve ideolojik bir simge haline getirir; iktidar aracı olarak kullanır. Şah İsmail (Hatayi) şiirlerinde (Deyiş) “kızıl tac”ı sadece ideolojik bir simge olarak görmez; Kızılbaşlığın veya Tac-i Haydari’nin simgesi olan kızıl renkli Taç, onun anlayışında kutsallığın, nurun, devletin, mekanın (hakimiyetin), zamanın, Güneş’in, Ali’nin, Tanrı’nın, sevgilinin güzelliğinin, dilberin zülfünün, kahramanlığın, erenliğin, cihadın nişanesi, tanımı, onlarla özdeşleşmesi, ölçüsü ve değeridir. Taç gerçek devletin, hakimiyetin, Tanrısal gücün en ilahi simgesidir. Bir ilahi varlık nedeni ve ifadesidir. Bu nedenle, Şah İsmail, şiirlerinde kızıl taç’ı aşırı ölçülerde edebi süslemelerle kutsar. Kızıl renli Taç, onun şiirlerinde Eski Türk mitolojisi ve efsaneleriyle bütünleşmekte, bazen de İslami bir tanıma dönüşerek "peygamberlik" sembolüne dönüşmektedir. Bu tür şiirlerinden birkaç örnek verelim: (Babek Cavanşir-Ekber N .Necef: Şah İsmail ‘Hatai’ Külliyatı, s: 140-142. Kaknüs Yayınları.)
“Hayat-ı cavidan muteberdir
Kızıl alem kızıl bayrak kızıl taç.
Giyinse gaziler olgün hezerdür
Mu’aviye leşkeri bir gazi görse
Koyun kim kurt tohurandan beterdür.
Ki her kim on iki imamı bildi,
Ana kırmızı tac geymek revadur.
Nişanı ol güneş tal’atlı şahın,
Başında tac u belinde kemerdür.
Kırmızı taclu, boz atlu, ağır leşkerlü,
Yusuf peygamber sifetlü, gaziler! Deyin şah menem.
Server-i merdan Ali’nüğn alıyam evladıyam,
Tac-i Düldül, Zü’l-fikar-i Merdan mendedür.
Hatayi’nin etkisinde kalan Kızılbaş ozan Pir Sultan Abdal bu ideolojik simgeyi daha da yüceltir:
Açalım kızıl sancağı
Geçsin yezitlerin çağı
Elimizde aşk bıçağı
Tevekkül tu tealallah
Türklerde Kızıl/Kırmızı Rengin Önemi : Prestij Unsuru
Aslında, sadece kızıl renkli baş giysisi değil, kırmızı (Al: kızıl) renk günümüzde de –özellikle Türk halkı için- en gözde renklerdendir, hatta kutsaldır. Halk arasında, “kırmızı olsun, pahası çok olsun” sözü çok yaygın kullanılır. Bugün bile birçok Kızılbaş-Alevi köyünde, hatta sonradan Sünnileştirilen Türk köylerinde bile, evlenen kızların başlarına kızıl bir şal örtülür, damadın sol koluna kızıl renkli “pazubant” bağlanır. Kasım-Aralık 2004’de sağ görüşteki bir TV kanalında (TGRT)-dizi program halinde- Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki düğün törenleri gösterildi. Gelinlerin hemen tümünün başına, gelinliğin üstüne, kızıl bir mendil örtülüyor. Divriği’nin Birestik (Arkbaşı), Kahtık (Karşıkonak), Palka(Çakmakdüzü), Pütge( Çayören), Başmuhtar, Sevir, Ağcadam, Haçke, Timisi, Anzaar ve daha bir çok Kızılbaş-Alevi köyünde gelin ata bindirilip “Beg”in (damat”ın) evine götürülürken tepeden-tırnağa tüm vücudunu kaplayacak ölçüde başına büyük bir şal örtülür. Bu şala “dolak “ denir, rengi kızıldır. Gelin, yaklaşık 1-2 ay evin dışına çıktığında bu dolak”ı örtmesi gelenektir. Dolak’a çok önem ve değer verilir. Bu önemi Yunus Emre’nin şu dizelerinde açık bir şekilde görürüz: (ilhan Başgöz: Yunus Emre I, s:92. Cumhuriyet Gazetesi yayını )
“ Bu dünya bir gelindir kızıl yeşil donanmış
Kişi yeni geline bakmaya doyamaz”
Sinema yönetmeni Işıl Özgentürk’ün Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı bir makalenin başlığı “ kırmızı hiç bu kadar güzel olmamıştı” idi. Anlattığına göre, İzmir’in Karaburun ilçesinin Parlak, Sarpıncık ve Küçükbahçe adlı köylerinde tüm genç kadınlar (evli olanlar) kırmızı şalvar giyiniyorlarmış.
“...Tabii kırmızının baş döndürücü güzelliğini de... Gelelim şimdi yazımın başından beri söz ettiğim kırmızı meselesine…Yukarda adlarını saydığım üç köyün kadınları, artık burada sürekli esen rüzgârdan mı, yedikleri içtikleri çok hakiki olduğundan mı pek bir güzeller. Ve bu güzelliklerini kırmızıyla daha da belirgin bir hale getiriyorlar…Şöyle; buralarda bütün genç kadınlar kırmızı şalvar giyiyorlar. Bir bakıyorsunuz yanınızdan salına salına bir genç kadın geçiyor şalvarı kırmızı... Arkanızı dönüyorsunuz bir genç kadın daha geçiyor onun da şalvarı kırmızı, uzaktan bir genç kadın size doğru geliyor onun da şalvarı kırmızı. Ben kendimi bir an kırmızı bir cennette sandım. Sizleri bilmem...Sora sora öğreniyorum... Karaburun köylerinde evlenmeden önce şalvarları rengarenk olan genç kızlar evlendikten sonra sadece kırmızı şalvar giyiyorlarmış. Peki kırmızı şalvar giymekten ne zaman vazgeçiyorlarmış, bunu tam öğrenemedim. Sanırım, doğurganlık bittiğinde...” (Işıl Özgentürk; Kırmızı Hiç Bu Kadar Güzel Olmamıştı, Cumhuriyet Gazetesi, 17.11. 2004.)
Türk halk kitlesi (Kara Budun), kırımızı-kızıl renk ile o kadar özdeşleşmişti ki, Türk milliyetçiliğinin doğuşunda, Türklerin refah -mutluluk içinde yaşayacakları, bu nedenle de ulaşılması gereken hedef olarak seçilen hayali bir ülkenin adı “Kızıl Elma”dır. 1914 yılında İzmir’de kurulan Karşıyaka futbol takımının forması kırmızı Türklüğü, yeşil Müslümanlığı temsil etsin diye kırmızı-yeşil renklerde seçilmiştir. (Soner Yalçın: Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, s: 183.)
Bazı iddialara göre, kırmızı (al) insan başını-yüzünü temsil eder; insanın sadece yüzü açıktadır ve doğal halinde kırmızı renktedir. Baş, vücudun en yüksek noktasıdır; beyin, göz, kulak ve gözleri taşır, bu nedenle çok değerli ve kutsaldır. Türkiye’de -özellikle İç, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde, birisinin verdiği emirlere/ricalara karşısındakinin “başım üstüne”, başım-gözüm üstüne“ gibi sözlerle karşılık vermesi o kişiye verilen değerin yüksek olduğunu gösterir. Tanrı’nın selamı “baş üstüne” denilerek kabul edilir. Buradan hareketle, Altay dağlarının Türklerin kutsal ve tapınma yeri olmasının da bu anlayıştan kaynak aldığı ileri sürülmüştür. Altay’ın, Eski Türklerdeki söylenişi Al-tag =Al dağ’. Al=kırmızı, Al-t(d)ag= kırmız dağ. Altay dağı, o bölgede en yüksek dağ olduğundan Gök Tengri’ye en yakın olan yerdir; Yüce’dir, tıpkı, insan başı gibi. O halde, “Al” sözcüğü, renkten çok “yüce=ulu” oluşu çağrıştırır. (Nihat Çetinkaya: Kızılbaş Türkler, s: 424-446. Kum Saati Yayınları. Semih Tufan Gülaltay: Tanrı’nın Türkleri, s : 52-58. Kafkas Yayıncılık)
Moğol göçebe yaşamında da kırmızı renkte giysi değerlidir. Örneğin, göçebe Moğol yaşamını anlatan destanlardan birinde bir “bey; Noyan” şöyle övülür: “Güzel gümüş miğferli / zırh ve pullarla kaplı kırmızı cebeli.”
Konumuzla doğrudan ilintisi yok belki, ama yine de bir parantez açarak kırmızının sadece Türkler için değil, belki tüm insanlar için daha değerli bir renk olduğunu vurgulayalım. İlginçtir, son yıllarda bazı Sosyalantropologlar, ilk insanların da henüz mağara devrinde iken bile, prestije çok önem verdiklerini, prestij kazanmak için boyalı çamurlardan boncuklar taktıklarını, hakim rengin kırmızı olduğunu ileri sürmüşlerdir:
“Güney Afrika’da Cape town’ın 30 kilometre doğusunda yapılan kazılarda, 100 000 yıllık aşıboyalı çamurdan yapılmış nesneler buldular… Baskın olan renk kırmızıydı. “New Scientific, 18 eylül, 2004 : Çev Reyhan Oskay, Cumhuriyet Gazetesi, Blim Teknik Eki, Sayı: 918; s: 17; 23 Ekim 2004. )
Oğuzların, başlarına “kızıl” renkli börk giyme geleneğini İran ve Anadolu’da da sürdürdüklerini yukarıda verilen belgelerde gördük. O halde, sorun, kızıl renkli başlığın Türklerin geleneksel giysisi olup olmadığı değil, haksız yönetimlere direnme/isyan etme eylemlerinin, yani muhalefet hareketlerinin, ne zaman ve nerede “Kızılbaşlık” olarak adlandırıldığıdır. Ben, Kızılbaşlığın, İslam’dan yüzlerce, belki de binlerce yıl önce Asya bozkırlarındaki Türk topluluklarında kandaşlık bağlarının çözülmesiyle, yani toplumsal sınıfların ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak doğan bir kavram olduğunu düşünüyorum; yönetici azınlık bir “irsi” gruba karşı, yönetilen çoğunluğun (halkın) direnişini ifade ediyordu: “kandaş gelenekler tepkisi”dir. İlk ortaya çıkışında, kendi kandaşları olan yöneticilerine karşı muhalefet iken, İslam diniyle karşılaşınca hem kendi egemenine, hem de İslam’ı dayatan Emevi-Abbasi emperyalizmine karşı koyacaktır. Bundan böyle, başa giyilen kızıl giysi (Kızıl-baş) İslam’a karşı direnişin de simgesi olacaktır. Bunlara “Kızıl Bayraklı” da deniliyor.
“Batıniler zaman zaman isyan etmişler, her zamanda kendilerine başka bir isim ve başka bir lakap vermişler, Mısır ve Halepte İsmailili, Bağdat, Maveraünnehir ve Güneyde Karmati, Gürgan’da Kırmızı bayraklı; ...” (Nizamülmülk; Siyasetname, Türkçesi: Nurettin Bayburtlugil, Dergah Yayınları.)
Gürgan (Cürcan, Kirkan) Türklerin yaşadığı, Arap-Emevi ordularına sert direniş gösteren bir yerdir ve bu nedenle burada öldürülen Türk erkekleri o kadar çoktur ki, kanlarından su değirmeni döndürülebilmiştir.
“Kaynaklarda Yezid’in sadece Cürcan’da öldürdüğü kimselerin sayısının 40 bin kişiden fazla olduğu kaydedilmiştir.” (Zeki Kitapçı: Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, C I, s: 262-3. Aktaran: Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk,s:102.) (NOT: Türk Aleviler’deki “Yezid’e lanet” söylemi Kerbela olayından daha çok Maveraünnehr’deki Türk-Emevi çatışmalarına bağlamak daha mantıklı olur kanısındayım)
Kızılbaşlık: Haksız Yönetimlere Muhalefet
Kızılbaşlık, bulunduğu coğrafyada daima eşitsizliğe karşı ayaklanmaların temelini oluşturmuş, siyasal ayaklanmaları örgütlemiş, yahut mensupları böyle ayaklanmalara öncülük etmişlerdir. Örneğin, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına yol açan Babai ayaklanması ve Osmanlılara karşı Şeyh Bedrettin ve Celali isyanları gibi Türk halk ayaklanmalarının bayraktarlığını Kızılbaşlar yapmışlardır.
“Yavuz Sultan Selim zamanında başlayıp Kanuni Sultan Süleyman saltanatının ilk on yılını dolduran köylü isyanlarına gelince:...şeyh Celal, Baba Zünnun, Süklün Koca, Kalender, Seydi, vb genel olarak halkın tarikat ve Kızılbaşlık duygularını kullanmışlardı. Kendileri ve ayaklandırdıkları yığınlar da Osmanlı düzenliğine karşı çıkıyorlardı...Öyle olduğu şundan bellidir ki, bu ayaklanmalara katılan bölgeler ve bu bölgelerin halkı, çoğunlukla Kızılbaş-Türkmen kökenli olduklarından ...” (Prof. Dr. Mustafa Akdağ: Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgaları. Celali İsyanları, s: 15.)
Her iki devlet de yıkılmaktan kurtulamamıştır. Bu, Anadolu Selçuklu Devleti’nde 40-50 yıl sonra gerçekleştiği halde, Türk olmayan kuvvetlere (devşirmelere) dayanan Osmanlı’da 400 yıl sonra gerçekleşebilmiştir. Kızılbaşlar sadece egemenliği altında bulunduğu zalim Şeriatçı-Sünni devletlere isyan etmekle kalmamışlar, farklı coğrafi bölgelerdeki Kızılbaş hareketlerini de desteklemişlerdir:
“Sonradan Hindistan’da imparatorluk kuracak olan Timur’un torunu Babür, Kızılbaş Şah İsmail’in askeri desteğiyle Buhara ve Semerkant’ı ele geçirir ama Babür’ün “Kızılbaş külahı” giyen askerleri koyu Sünni Türkistan’da tutunamazlar”(Doğana Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Dördüncü Kitap, s :1884.)
İslam imparatorluklarında bazı muhalefet gruplarının da kırmızı elbise ya da kırmızı külah giydikleri tarihsel bir olgudur. “Ondördüncü yüzyılda Yemen’deki bir “Batıni” mezhebi sahipleri kırmızı başlık taşıdıkları için, ‘batıniyeye muhammara’ olarak adlandırılıyorlardı; kırmızı elbise giyenler anlamındadır.”( Abdülbaki Gölpnarlı’dan aktaran Prof. Dr. Yalçın Küçük: Şebeke, s: 39.) Yalçın Küçük’ün verdiği bilgilere ( Prof. Dr. Yalçın Küçük: Şebeke, s: 102.) dayanarak bu kızıl renkli külahın (börk, başlık) Türklerden Batıniliğin bir kolu olan İsmail’i mezhebi sahiplerine, oradan İran’da İsmail’i mezhebinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan “Haşhaşiler” olarak da bilinen Hasan Sabbah tarikatına ve oradan da Hıristiyanlığın yayılmasını ve İslam’a karşı korunmasını amaç edinen ve Kudüs’te kurulan “Mabed Şövalyeleri” adlı tarikata geçtiğini öngörüyorum. Yönetenlere başkaldıranların, başlarına kırmızı/kızıl renkte başlık giymeleri büyük bir olasılıkla Türk’lerden Araplara geçti. Çünkü, “batıniyeye muhammara” olarak adlandırılan topluluğun adı ondördüncü yüzyılda geçiyor, oysa Türklerin “kızıl” başlık giymeleri İ.Ö. yüzyıllara -net bir tarih verilemiyor- gidiyor.
“Kızıl” sözcüğü Batı dünyasında da, gerici-sömürücü yönetimlere karşı direnenlerin, eşitlik isteyenlerin ve bu amaçla başkaldıranların, muhalefetin, simgesi olmakla birlikte, egemen çevrelere yıkıcılığı çağrıştırır. 1871 Paris Commune’ü devrimine katılan ve anayasa ve parlamento rejimini isteyen “aşırı solcular” için “rouge: kızıl” terimi kullanılmıştı. Türkiye’de ilk anayasa olan “kanun-i esasi” konusunda yapılan bir tartışmada “Mütercim lakabıyla tanınan Rüştü Paşa, İngiliz usulü parlamento yanlısı olduğunu söyleyen Namık Paşa’ya ‘demek sen de rouge olmuşsun’ diyerek bir Fransızca sözcüğü Osmanlı “politikacılık “diline soktu. (Prof. Dr. Niyazi Berkes: Türkiye’de Çağdaşlaşma, s:315.)
1917 Sovyet Devrimi’nin simgesi “Kızıl Bayrak”, ordusunun adı” Kızıl Ordu ’dur. Belki daha çok örnek verilebilir. Bu simgenin Rodos Şövalyeleri ya da başka bir aracıyla Doğu’dan, yani Türklerden, Batı’ya geçip geçmediği, geçtiyse ne zaman ve nasıl geçtiği; geçmediyse, bu simgenin kaynağı nedir/neresidir? Araştırılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, kırmızı-kızıl renkli baş giysisi Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türklerin geleneksel giysisidir. Başka bir söylemle geçmişte başlarına kızıl renkli giysi giydiklerinden onlara Kızılbaş denilirdi, sonraki adlarıyla Aleviler, Türkler içinde en gelenekçi, bu nedenle de Türklüğü en çok temsile eden gruplardır. Bu açıdan bakıldığında, Anadolu’da Türk asıllı Sünni Müslüman, kendisini Türk ve Müslüman, Alevi veya Kızılbaş’ı ise “kafir” olarak niteleyip bir düşman görüyorsa, ki çoğunlukla öyledir; gerçekte kendisi kültürel bir " yabancılaşma" içindedir, yani Arap-İbrani kültürü içinde özümsenmiş(asimle olmuş), geçmişinden kopmuş hatta onu düşman görmektedir.
Tarihte Türk, Türkmen , Kızılbaş, Alevi sözcükleri özdeş olarak kullanıldı, bugünde aynı çağrışımı yapan sözcüklerdir ve kökü İran öncesindedir; Anadolu’da Kızılbaş denilene İran’da Türkmen, İran öncesinde ise Kara Budun deniliyordu.
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Okudum kısmen katılıyorum.
1-Uhut savaşında Sufiyani ler Muaviye nin babası ordusu peygambere saldırdığığında peygambere büyük bir darbe vurdu.Peyganberin diş kırıldı dudağı kanadı. Herkes kaçarken Hz Ali birkaç kişi peygamberi savundu olabilir kanamadan ötürü bezle başını sarmış olabilirler o zaman yoksaki yanlarında kızıl börk yoktu okuduğum kaynaklarda.
2- şah İsmail ve ikinci Beyazıt yakın dostu ancak Yavuz babasını zehirleyerek öldürdü. Çünkü devletinin sefaviler neredeyse birleşmesinden korkuyordu.
3- şah İsmail İranlı değil Azerbaycan Türk'ü vede Türk liderlerin önde gelenlerindendir. Ne yazık ki suni Türklerle Şii Türkleri savaştır mış
Şunu da okudum Azerbaycan versiyonuyla sefehettin torunu şeh Cüneyt,,oğlu seh Haydar, şah İsmail kırmızı börk takmıştır.
Türkiye de yanlış bilgi sanki İranlılar Şii o nlamda şah İsmail de İranlı gibi algılanıyor. Oysa ki şah İsmail doğru Şii ancak Azerbaycan Turan sevdalısı bir Türk liderdir.
Okudum alamut kalesini, okudum,Nihat Çetinkaya nın Kızılbaş Türkleri genel anlamda güzel bilgiler. Gerçekten Türkler Asya'dan Anadolu'ya geldiler bunlarında kahırekseiyeti ehlibeyit sevdalısı Türk ler zamanla korku ve asimlize olarak sunnileşmiş oldu. Sonuç özünde ana öğe dilimiz ve Türklüğü müz olmalı.
Beğenerek okudum.
Ata kültürümün inanç temelini böylesi ayrıntılı bir şekilde anlattığınız için sizi kutlarım. Tam bir akademik düzey seviyesinde. Sitede böylesi derin ve seviyeleri üstlerdeki makalelere uluşmak güç .Bu tarz yazımlar aşırı ciddiyet ister. Umarım ki Evrim ve Erken Türk Tarihi üzerine olan makaleleri de paylaşabilirseniz sevinirim. Bir de bilim tarihi. Mutlu akşamlar...
A. Uhud savaşında Peygamber’in başına gelen bir okun açtığı yaradan başı, yüzü kana boyanmış, kızarmış. Bunun üzerine üzülen, öfkelenen Ali, daha sonraki savaşlara, başına kızıl bir başlık giyerek girmiş. İşte bu olay yüzünden onun çevresinde toplanarak savaşanlara “Kızılbaş” denmiş.
Bu görüşü destekleyen aşağıda ki şiirden de anlaşılacağı gibi açıkça görülmektedir kanımca.
bende aynı fikirdeyim
eyvallah
“Hayat-ı cavidan muteberdir
Kızıl alem kızıl bayrak kızıl taç.
Giyinse gaziler olgün hezerdür
Mu’aviye leşkeri bir gazi görse
Koyun kim kurt tohurandan beterdür.
Ki her kim on iki imamı bildi,
Ana kırmızı tac geymek revadur.
Nişanı ol güneş tal’atlı şahın,
Başında tac u belinde kemerdür.
Kırmızı taclu, boz atlu, ağır leşkerlü,
Yusuf peygamber sifetlü, gaziler! Deyin şah menem.
Server-i merdan Ali’nüğn alıyam evladıyam,
Tac-i Düldül, Zü’l-fikar-i Merdan mendedür.