- 52 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
Bir Basma Etek Meselesi
Yıl 1998..
Ondört yaşımdayım.
Ailecek de görüştüğümüz yakın bir arkadaşımın -ki aynı zamanda aynı okulda aynı sıradayız- daveti üzerine ailemin de izniyle yaz tatilinde bir haftalığına İzmit’e gittim.
Hatırladığım kadarıyla anlatacağım. O yüzden bir kusurum olursa affola..
Değirmendere’de mehtap turları düzenleniyordu. Ben İzmit’in bu denli güzel bir yer olacağını tahmin etmiyordum. Akşam vakti ışıkların dans ettiği o sahilde İzmit’i bir geminin penceresinden tanımıştım. Kerpe’yi.. Kefken’i..
Can arkadaşım Sertaç..
Alzheimer olan anneannesine "kocakarı" diye sesleniyordu. İlk başta ona kızmak istesem de gördüm ki tüm mahallede sistem böyle işliyordu. "Kocakarı" burda bir hakaret yada küçümseme değildi. Çünkü ninemiz de bunu yadırgamıyor aksine bize çok güzel davranıyordu.
Ortalama yetmiş civarı yaşı olan bu ninemiz bir gece uyumadan önce yanımıza geldi. İki büklüm beliyle zor yürüyordu. Oysa elindeki tepside titreyen üç tane türk kahvesi vardı ve yanında birer tane lokum. Biz yerimizden doğrulduysak da o eliyle bize oturttu. Kendisi de aramıza sokularak öyle durduk yere anlatmaya başladı.
- Bizim herif çok sever kahveyi. Sabah işe gider akşam yorgun argın gelir. Ben en güzel kıyafetimi giyinirim o gelmeye yakın. Beni görünce sanki yorgunluğunu unutur. Her gece saat gece onikide karşılıklı kahve içeriz onunla. Bu akşam niye geç kaldı bilmiyorum. Hem bana basma etek alacaktı!
Bildiğim kadarıyla Sertaç’ın dedesi rahmetli olmuştu. Baktım Sertaç sus pus oturuyor. Birşeyler söylemek istedim.
- Ninem sana söylemeyi unuttuk. Dedemizin işi uzamış. Yarın akşam gelecekmiş ama seni böyle görmesin. Sen yine güzelce giyin.
- Yaa!
Sertaç bana bakarken ben odanın duvarında asılı rahmetli dedenin resmine bakıyordum.
O kahveleri keyiflice içtik.
Yatmaya yakın Sertaçla sohbet ediyorduk.
- Niye kandırdın oğlum kocakarıyı?
- Kandırmadım ki!
- Nasıl yani?
Yerimden doğruldum.
- Oğlum biz onlarca oyun oynamadık mı lise tiyatro kulübünde. Birkaç eski kıyafet bulmamıza bakar..
Bu defa Sertaç da doğruldu.
- Sen dedem mi olacaksın?
Ertesi gün eski bir pantalon, ceket ve tabiki bir de kasket ayarladıktan sonra elimde bir pazar filesiyle kapıya dayandım. Tam beklediğimiz gibi ninemiz tertemiz kıyafetleriyle karşımızdaydı.
- Hoşgeldin bey!
- Hoşbulduk hanım. Yine çok güzelsin..
Bir akşam yemeği faslı ve o türk kahvesinden sonra ona "ben şimdi gurbete işe gideceğim ama sonra sana bir basma etek alıp geri geleceğim" dedim.
- Sen nasıl istersen bey!
Tatil bitmişti..
Yıl 1999..
O büyük İzmit Deremi’nden hemen bir gün sonra buraya geri geliyorum. Canarkadaşım Sertaç’ı ve tüm ailesini kaybetmiştik. Duydum ki bir tek büyükanne hayatta kalmış. Vefa borcuyla ailemle birlikte yola çıktık.
Daha geçen sene burda iki sokak vardı. Deniz birisini yutmuş. Bu ilk şaşkınlığım olacaktı. Sokaklar mahşer yeri gibiydi. Ceset kokukarı vs.. İzmit adeta ölüler diyarını andırıyordu. Yine de içimde büyükanneyi bulmak dışında başka bir duygu yoktu.
Sonunda onu bir spor salonunda yarıbüklüm oturmuş başını sallar vaziyette dua ederken bulduk. Beni görünce o kadar sevindi ki o yüzündeki gülümsemeyi ömrüm boyu unutamam. O ne olup bittiğini belki tam olarak anlayamıyordu ama ben o basma eteği göğe doğru fırlatmıştım bile..
- Şükür ki hayattasın büyükan... Hafize!
- Geleceğim dedin ya.. Soğuktan.. açlıktan ölmezdim ama gelmeseydin ölürdüm!
Annem ve babamla gözgöze geldikten sonra onu aıp evimize götürdük. Annem büyükanneyi yıkayıp tertemiz yaptı. Öyle sanıyorum ki annem cennete girebilecekse onu sadece bu hayır bile kurtarabilir. Tabi babam için de büyükanneyle maddi manevi ilgilenmesi.
Büyükanne herkesi unutmuştu. Ne çocuklarını hatırlıyordu ne Sertaç’ı. Onun o küçük dünyasında bir tek Ali Haydar vardı. Sonra bir gün albümü karıştırırken Sertaçla çekildiğimiz resme bakarken birden yanımda belirdi. Uzun uzun resme baktıktan sonra içimi acıtan o cümleyi kurdu.
- Ali Haydar! Bu yanındaki güzel çocuk da kim?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.