- 183 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
KIRMIZIYI SEVEN ŞEYTAN.... 1
Pazar gününün İstanbul’da yağışlı olacağını akşam haberlerinden tüyo
alıp üstümü başımı o şekil giyinmiştim. Henüz yağmur başlamamış
sokaklar eli, yüzü kirli bir çocuğu andırıyordu. Kendime hayranlığımı en
çok aynada eşlik ederken, İstanbul’a hayranlığımı da yağmurlu günlerde
şahitlik ederdim.
Nitekim, yağmurun yağışı kadar etkinliğinin olduğu yere gitmem lazımdı.
Bir kaç dakikalık yürümem sonrası, resim sergisinin olduğu binaya hızlı
bir giriş yapmış ve yan yana çöreklenmiş, birkaç yıl fazla yaş öğütmüş
kadın ve erkeklerin koyu bir sohbette olduklarını gördüm.
Onlar, ömürlerinin son merdivenlerini tırmandıklarını görünce, içime
kara kara bulut kümeleri çöktü. Evet, onlara göre ben daha genç burada
değil de, eğlencesi bol bir yerde olmalıydım.
"Hayatımı sadece ben değiştirebilirim. Kimse benim için bunu yapmaz.”
(Carol Burnett)
Herkes kendinin yarım bıraktığı şeyi tamamlıyordu...
Bilmiyorum, dışarıda yağan yağmurun verdiği hüzün demeyeyim de,
daha çok bendeki sessizliğin bir an çığlıklarla buluşmasına verdiğim
savaş etken oluyordu, diyebilirim.
Ne yalan şöyleyim, orada bulunan ressam adaylarının özel hayatlarını hiç
merak etmem. Karşıma farklı bir anlatımlarla canlanınca da kendimi biraz
duyarsız nitelendirip, tekrar onların yaşamlarından uzaklaşmam büyük bir
başarı vermişti bana.
Duygularımın başka âlemlere göçtü göçeli, gözlerimin hiç kimsenin
gözlerinin içine bakmadığını biliyor ve buz bakışlı kadın unvanını biraz
sahte sıcaklıkla süslemenin en büyük dramını ben bana yaşatıyordum.
Kendimin aşka yakınlığı birinci dereceden ikinci dereceye düşmesine
biraz izin vermiştim.Tam anlamıyla yaşanan aşk olarak... Gerek birinin
sahte varlığı ile kalbimi beslemeyi iyi becerirdim. Bu olayı ilk olarak
kahramanı olan eşim ile ufak bir gönül yokuşunu tırmanarak yaşamıştım.
O evlilikten bana şu iki cümle kalmıştı:;Yeşil gözlüm ve usul boylum;
şiirleri dudaklarımın arasına alıp kaynak yaparak, bu esrarlı iki cümlenin
bedelini kendime yıllarca ağır ödetmiştim.
Bari sevilecek bir durumum olsa hayatımda... Birinin varlığı ile o
yalanımın ortaya çıkmasın diye parmağımdaki tek taş yüzüğüme
güveniyordum.
Bazen ressam dayıların çizimlerinin ilham kaynağı benmiş gibi onların
kaçamak bakışlarını gözlerimin içinde yakaladığım da oldu.
Lakin benim göz olarak bir yeşil göz isteğimle, onların beni sevmeye
hazır sözcüklerini ret ediyordum.
Karma resim serginin sonlarına doğru ressam adaylarının bir çoğunun
usul usul gittiklerini gözlemledim.
Nevin hanımın selamla konuşması daha çok balkon konuşması gibiydi.
Ve burada benim başarım, ben olmasam sizin gelip t;burada nah
olursunuz. ; Der gibiydi…
Benim çatlak kafamı daha da çatlatan sesleri bir an önce geride bırakmak
için etkinlik salonundan çıkıp, diğer giriş katına inen merdivenleri tek tek
inerken, arkamda kalın bir sesin bana seslendiğini duydum. Yüzümü
tekrar dikleşen merdivenlerin en tepesine sabitleştirince, peşimden
seslenen beyefendinin Miraç bey olduğunu gördüm. Ha! Bu adam durup
dururken neden bana seslendiğine bir anlam verememiştim. Balık pulu
olmuş bakışlarımla onun benimle yakın bir mesafeye gelmesini izledim.
Çünkü resim sergilerinde kırmızı şarabı içip ve beleş ikramlıkları götür
yapanları izlemenin dışında ne O’nu ne de başkalarını çok fazla
tanımıyordum. Genelde ama sadece etkinliklerde oturduğu sandalyeyi boş
bırakamadığı için Miraç bey biraz hoşuma gidiyordu.
Adamın burnumun önüne kadar gelip, kem küm cümleleri ile bakışlarını
gözlerimden kaçırmasından anlaşıldı ki, bir şeyleri içine biriktirmiş ve
onları bir an önce bana söyleyip kaçacaktı.
Dışarıya çıktığımızda biraz üşüme hissi ve yağmurun titreyen sesine
sesimi katıp; bir iki adım atmamla, ressam adayı arkadaş elindeki o
kocaman siyah baba şemsiyesini tepeme bir kamyon brandası gibi
germişti.
Artık yağmur ile bağımı kesen o siyah baba şemsiyeye mahkûm
olmuştum. Bu arada benim güzel kokulara karşı ilgimin devre girdiği
andı.
Ve şimdi, ister istemez o adamın kokusu ile siyah baba şemsiyenin
altındayız.
Sabah evden çıkarken boynuna sürdüğü güzel kokusuna hayran kaldığımı
söyleyebilirim. Ne yalan söyleyeyim, ben kadınlığıma ceza kesip
kendime uyguladığım yasakları nedensiz bir şekilde sonlandırarak onunla
çılgınlar gibi sevişmem için aslında hiçbir neden yoktu. Bedenimin bir
erkeğe karşı bu kadar korunaklı bir hale getirmemin altındaki nedeni
sorsanız bende net bir açıklama yapamam. Bu yüzden olsa gerek, içimde
lanet bir korku kol geziyordu.
Aslında bir kaç gündür kadınlığıma karşı içimde büyük bir fırtınanın
kopacağı belliydi; nedeni de geçen yaz bana karşı ilgisini açıklayan iş
arkadaşım Ayhan’ın, benden gereken cevabı almayınca, kızıp bana da
“kadınlığının romanı;diye bir kitap hediye ettiği o kitaba dokunmam ve
o muhteşem kitabın bir gün gelip benim kurtarıcım olacağı ihtimali
üzerinde hiç durmadım. Ve ta ki, iki hafta öncesine kadar... (Bir
arkadaşıma hediye etmek için raflarımdaki kitapları karıştırırken oldu.)
Diğer kitaplara göre o kitabın kapak rengi ve isminin bir albenisi vardı..
ama önce onu ilk oradan alıp, okuma gözlüğümün yanına neden
bıraktığımın gecesine geleyim...
Hafta sonu gece olunca televizyonda oynayan boş dizileri eleyip, kitap
okumaya geçerdim. Evin tamamı sessizliğe kurulmuş gibi, gündüz
gözlüğümün yanına bıraktığım kitabı alıp, sallanan koltuğuma
oturmuştum. Kitabı okudukça kararan kalbimin rengi ton ton açılıyordu.
Kitabın içeriği ile kadınlığımın benle kavgasını gözlemledim. O gece
yasaklarımı bir kenara bırakmam gerektiğini hatırlatan bu kitabın
günlerdir o iç tırmalayan dürtünün etkisindeyim.
İş çıkışımda ilk işim çamaşır mağazasına gidip, iç gıcıklayan külot ve
sutyenler almak oldu. Hatta dövmeci Ulaş’a gidip popomun üstüne gül
dövmesi yapma sürecini konuştum.
Kadınlığımın hak ettiği cinselliği yaşamasından artık hiç çekinmiyorum.
Sürekli cinsel organımın üzerinde ellerimi gezdiriyorum . ;Bekle az kaldı,
sen sevişme eşini bulacaksın en kısa zamanda. ; Diyordum.
Siyah baba şemsiyesini üstüme nazikçe tutan Miraç beyin, yol boyunca
resimden ve renklerden konuşması beni fena baymıştı. Konuyu
değiştirebilmem için rahat bir yerde oturup, çay içelim teklifi ağzından
çıksın diye nasıl dua ediyorum.
Miraç bey ile yan yana yürürken, bedeninin bedenime sürtüşmesinden
etkileniyordum. Dokunuşlarımızın nedense istem dışı olduğunu
düşünmesini istiyorum.
Fakat benim hayalimde temiz bir yatağın içinde yüksek volümlü beden
ısısı içerisinde olmalıydı.
Kurbanını ağına düşüren katil misali, ben içimden geçen arzuları daha iç
gıcıklayan şekilde tasarlıyorum. Onunsa belki de bundan hiç haberi
yoktu. Burada çok dürüst olacağım kendime ve ona; evet, asıl kırmızıyı
seven şeytan bendim, o değildi.
Yanımda keyifli bir yürüyüş yaptığını sanan Miraç bey, eğer onunla şu an
Allah korusun bir ev ortamında olsaydık, başına gelecek benli şeyleri o
bile tahmin edemezdi.
Artık kendimi sevişme moduna fena kaptırmış, bedenimi geriye çekmek
yerine onun bedenine habire yakınlaştırmaya çalışıyordum.
En çok da bedenini cinselliğe körleştiren benim için. Bu harika bir
gelişmeydi; Bakırköy meydana geldiğimizde birer çay içme konusunda
onun teklif yapmasını beklerken O, şapşik bir koşuyla sokak satıcısından
sıcak kestane alması ona olan cinsellik akımımı durdurmuştu.
Ve daha çok beni annesinin elini kalabalığın içinde bırakıp, kayıp olan bir
çocuğa dönüştürdü.
Nasıl olsa ben kayıp oldum. O beni bulup kalbine teslim edecek zamanı
beklemeliydim. Benim ona "birer çay içelim isterseniz", cümlesi
dudaklarımdan döküldüğüne şaşırmıştı ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Her
şeyin bir ilki var da benimle ilki daha bir anlamı oldu. …
Boyu boyuma tek olmayan Miraç bey ise öğretmen emeklisi ve hiç
çocukları olmayan ve her konuştuğu kelimey, bir dağ yamacında tavşan
olunca iç sesimi kışkırtıyordu.
Onun bir kadınla bir şeyler yaşamasının ve bir acemi gibi görünmesinin
altındaki nedeni ise, çok sevdiği ilk aşkı olan eşini çok yakın bir tarihte
kayıp etmesinden kaynaklandığını düşünüyordum.
Oturacağımız yeri seçmem konusuna gelince ben hemen çingene kaffeye
gidelim deyince, oda olur demişti.
Bir roman vatandaşın oturma odasını andıran çingene kaffenin iç
kısımlarına doğru ilerleyip, boş olan masalardan birini gözüme kestirip,
karşı sandalyelerin birine O, oturdu, diğerine ben... Evet, kaffe gerçekten
çok ama çok özel bir mekândı. Küçük küçük sedirler eski oymalı
koltukların köşelerini süsleyen renkli kırlentler, duvarlarından ise eski
Yeşilçam oyuncularının resimler vardı.
O tarihte olması gereken radyo, ev aksesuarlar hepsi tek tek
düşünülmüştü. Asıl beli duvara yaslandırılmış bir döküm sobanın çayır
çayır yanması idi; sobanın etrafında bir iki genç çaylarını yudumlayıp
sohbet etmeleri fena havalıydı.
Nereye bakarsanız bakın seksenlerden anıları bulmanız mümkün bir
mekân ve tam mekânın ortasında kocaman bir ağaç gövdesi gökyüzüne
yükseliyordu. Onun gençler tarafından dilek ağacı olduğu ve gövdesine
iğnelenmiş küçük küçük beyaz kâğıtlardan anlaşılıyordu.
Çaylarımızı getiren garson bize;afiyet olsun ;deyip geri çekilirken,
küçük kese kâğıdı altına saklanan o son birkaç soğuk kestaneyi de
beraber yedik.
Masaüstünde ikimizin bakışları oradan buradan saklanıp bizi bulması,
masanın altındaki bacaklarımın da dışarıda üşümenin verdiği uyuşma ile
bir ileri bir geri oyalanıp durmasını çok net hissediyordum.
Fakat birkaç dakika ya geçti ya geçmedi... Misketleri çalınan bir çocuk
gibi iki elimin arasında alan bacaklarımla ona gözlerimi dikmiş
üşüyordum. Al bacaklarımı bacaklarının arasına diyordu...
Bu kadar erken mi insan birbirine kaynaş olur? Bilemem ama fena
kızışmıştı bedenim bir erkeğin bedenine ve o sıcak nefesine ...
Deseler ki, şu an ne istersin lambadan?
Bir cin çıksa bedenimin cinselliğe siftahsız oluşuna bir an önce karşı
Taaruza geçirin, derdim.
Belki bu iki ayrı kutuplardan olan kişilerin bedensel açlıklarını giderirler.
Ama biz daha çok dinen vurguların altına beylik sözleri yerleştirirken,
hiçbir sözün bizimle bir alakası yoktu.
Şimdilik boş bakışlarımızın avcısıydık. Başka bir diyara ve sevişmenin
söyleme şeklini ikimizin de bilmesi gerekmiyordu.
Üstü kapalı bakışlarla dudak fısıldaması ile hatta ben kadar güzel
göğüsleri olan içinde ufak bir bluz çekiştirmem ve meme uçları
hareketlerim bile olabilirdi.
Bir erkeğin tabiatında çapkınlık yoksa karşısındaki kadının sürekli çay,
yemek yedirme çabası ile kamufle edeceğini biliyorum. Bizim kaç çay
içtiğimize gelince yani ben evet desem, masanın tamamı boşalan çay
bardakları ile dolardı.
Evet, sıkılmıştım. Miraç beyin o yaşanmışlıklarını dinlemekten. Kalkalım
deyip Çingene kaffenin o güzel atmosferini üzülerek terk ettim.
Bakırköy’ün ara sokaklarında pek insan kalabalığı olmaz meydanına
göre, hava da hafif kararmıştı. İçimdeki şeytan hareket geçti. Onun
boynundaki atkısını düzeltme bahanesi ile etli dudaklarına bir yapıştım ki
sormayın... Bilerek isteyerek bir iki saniye orada kalma savaşı verdim.
Islak sokağın ortasında onu dudaklarından öpme keyif tavan yapmış ve
kadınlığıma inanılmaz bir şekilde şımarmıştım. Sonra hiçbir şey olmamış
gibi sokak arasındaki dükkânların ışıldayan vitrinlerine bakındım.
Benim onu öpme şeklim bir kadının zaferi idi; kalbim onun kalbine beyaz
bir bayrak salıyor. Konuştukları ıslak bir zemine bırakılan sabun misali
kayıp gidiyordu.
Biliyorum, o benden ayrılınca başka bir dünyaya hoş geldim partisi
eşliğinde güzel şarkılar söyleyecek dans edecekti.
Yeraltı tren merdiveninde, ben bir ön basamakta durdum. Miraç bey,
arkamdaki basamakta ellerini cesurca omuzlarıma atmış. Yani çevrede
bulunan insanlardan bir zerre utanmasa arkadan kalçalarım okşayıp sonra
bütün bedenini hissetmem için uyanan cinsel organını bastıracaktı.
İkimizde ayakta olmasaydık, çok fena şeylere sebep olacaktık.
Allah’tan metroya binerken gençler yaşımızdan dolayı bize yer verince o
da bende popolarımızı demir koltuklara emanet etmiş olduk.
İlk o inecekti, fakat boş laflarımızın ardı arkası gelmedi.
Onun ineceği durağın ismi çiçekli bir şeydi galiba..
Bir iki saat arzularımı tetikleyen Miraç bey, beni uzaktan uzağa öper
hareketlerle dudaklarını büzüp metrodan inmişti.
Ben ise, beş durak sonrasına inmeyi bıraktım. Şaşkın ve yarımdım;
midemin üzerine küçük küçük çivi çakan keserin takırtıları kesilmişti.Ve
O inince metrodan kendi sessizliğime gömülmüştüm. Bu sefer
sevişmenin olabilirliğini ıskalayan nedenler geldi gözlerimin önüne... Hiç
şansım yoktu.Yani olmadı, diğer sefer olur, diyerek kendimi
becerisizlikle suçlamaya devam ettim.
Miraç bey, benimle ayrıldıktan sonra düşüncesinin ne olduğunu çok iyi
bilmiyordu. Ben ise oturduğum binanın daha giriş kapısında usul usul
kadınsı bölgelerimi okşamaya ellemeye başlamıştım.
Oturduğum dairenin kapısından içeriye rüzgârdan uçuşan yaprak misali
olduğum gibi yere kapaklanmıştım... Topuklu ayakkabılarımı, sırtımda
ıslak kırmızı paltomu sadece rastgele sağa sola fırlattığımı biliyorum.
Dakikalar içerisinde anadan üryan banyo musluğunda akan kaynar
suyunun altında buldum. Ellerim cinsel organımı tanımaya çalışmasını
bırakıp usul usul bacaklarımdan elimin ulaştığı kadarı ile kalçalarımı
sıkıp ovmam hoşuma gidiyordu.
Asıl tenimi ateşlendiren nokta ise göğüs uçlarımı parmaklarımın
ezercesine sıkmasıydı ve bacaklarımın arasını ıslatan sıvıyı su damları ile
güreşircesine temizlenmesini sağladım. Doğal olarak bedensel rahatlığımı
sağlayan parmak uçlarımı onun parmak uçları gibi düşünüyordum.
Sonrası geniş bir rahatlama oldu.
Bu utanma hallerimin şahitliğini iyi ki yapan yoktu. Evet evet, ben harika
ve cesur bir kadınım... Sevişme isteğimi onunla başlatma cesaretimi de
kutluyorum.
Üstelik alaycı bir yaklaşımım da vardı.
Kendime sadece aynadaki yüzüme bakıp;
;Kızım sen ne ayaksın ; dedim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.